HABER MERKEZİ- UYGARLIK KAVRAMI DOĞRU YORUMLANMADAN EKOLOJİST OLUNAMAZ
“Kapitalist modernitenin üretim çılgınlığı karşısında artık dünya kendisini yenileyemez ve sürdüremez hale geldi. Toplumsal doğa ise sanki geçmişinden intikam alır gibi; en zengininden en yoksuluna kadar herkes yaşama kaygıyla bakar oldu. Çünkü insanlığın kendisini ilk yarattığı coğrafya başta olmak üzere savaş hızından hiçbir şey kaybetmeksizin sürüyor. Her geçen gün boyutlanan savaş envanterleri içtiğimiz sudan, aldığımız havaya kadar her şeyi kirletiyor. Kirlenme insandan doğaya kadar bulaşıcı bir hastalık gibi her alana ve her şeye yansıyor. Hatta bulaşırken zengin ve yoksul ayrımı da yapmadan, kimseyi muaf kılmadan herkesi, her şeyi etkiliyor. Kirlenme, havasından suyuna kadar, onlara ihtiyaç duyan tüm canlılara aynı mesafede duruyor. Dolayısıyla sürekli kapıları çalan bu ekolojik felaket sadece kimi çevre, katman ve sınıfları etkilemekle yetinmiyor. Doğanın kendisi ve biyolojik alemle birlikte tüm toplumsal katmanlar da yolun sonunu yaşıyor. Doğa artık infilak etme aşamasına gelmiş bulunuyor. Her gün ve her an her noktadan SOS işareti veriyor.
Dünya Gıda Örgütü her yıl açlık tehlikesiyle karşı karşıya gelen ülkeler sıralaması yapıyor. O listeye göre dünyamızın Güney Kutbu açlıkla kırılıyor. Dünyanın temel gıdası olarak bilinen ekmeğin ham maddesi olan buğday üretimi Güney Kutbu’nda durmuş bulunuyor. Dünya genelinde 761 milyon metrik ton buğdayın 535.5’ni Çin, Hindistan, Rusya, ABD, Kanada, Fransa, Pakistan, Ukrayna, Almanya ve Türkiye gibi neredeyse tümü Kuzey Kutbu’na düşen ülkeler tarafından üretilmektedir. Bu tablo bile doğanın bittiğinin alametidir. Afrika kıtası bir zamanların buğday deposuyken şimdi açlıkla boğuşmaktadır. Ekolojik kriz nedeniyle bu durum dünyanın diğer bölgelerine de yayılıyor ve her geçen gün buna yeni kara parçaları eklenmektedir. Nitekim Dünya Gıda Örgütü ile Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO)’nün ortak verilerine göre 2023 yılında Irak (Güney Kürdistan coğrafyası da buna dahil olarak hesaplanıyor) yaşanan savaşlar ve iklim değişimleri nedeniyle topraklarının yüzde kırkını kaybetmiş durumdadır. Çünkü su kaynaklarını elinde bulunduran Türkiye, Kürt halkına karşı yürüttüğü savaşa diğer ülkeleri de ortak etmek için başta Kürdistan toprakları olmak üzere komşu halklara karşı suyu savaş aracı olarak kullanmaktadır.
Afrika atık merkezi olarak kullanılıyor
Dünya Gıda Örgütü Afrika kıtasında boyutlanan açlığa karşı her yıl mücadele programları da yayınlıyor. Fakat bu programların ne düzeyde uygulandığı ve ne kadar “gıda” taşındığı da meçhul. “Zengin” Kuzey, yoksul “kara” Afrika’sını çoktan gözden çıkarmış durumdadır. Zengin Kuzey için Afrika, uzun süredir bir geri atık merkezi olarak kullanılıyor. Kuzey’in “kalkınan” ülkeleri bunun sonucunda ürettikleri atık maddeleri de Afrika ülkelerine gönderiyor. Afrika’nın bugün yaşadığı iklim krizi ve açlık sorununda pay sahibi olan Kuzey, bu icraatlarıyla toplumu da her gün zehirleyerek AIDS gibi birçok bulaşıcı hastalığın laboratuvarı olarak kullanılmaktadır.
Bunun daha vahim hali olan “Nükleer Silahların Yasaklanması” ve “Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması” altında imzası bulunan devletlere bakılınca dünyamızın karşı karşıya olduğu tehlike daha net görülecektir. Bu ülkeler hem imzacı hem de stokçu konumundalar. Dolayısıyla yarın ne yapacakları bile belli değil. İşte Üçüncü Dünya Savaşı’na evrilen günümüzdeki savaş ortamı da hızla nükleer savaş alanına doğru ilerlemektedir. Taraflar imzaladıkları bu antlaşmaları da hiçe sayarak insanlığı onunla tehdit ediyorlar. Nükleer silahtan arındırılmış hemen hiçbir savaş alanı bulunmamaktadır. Zaman zaman kimyasal, zaman zaman “seyreltilmiş” nükleer başlıklı biyolojik silahlar kullanılmaktadır. “Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması”nda imzası bulunan başta ABD olmak üzere NATO üyesi ülkeler, sömürgeci faşist Türk devletine bunlardan yoğunca satmaktalar. Onlar da açıktan satın aldıkları bu silahları Kürt özgürlük hareketine karşı kullanmakta hiçbir imtina göstermiyorlar.
Çevre hareketleri sisteme hizmet ediyor
Dünya genelinde “nükleer karşıtı” ve “çevre, ekoloji hareketleri” olarak tanımlanan birçok kesim tüm bu gerçekleri görüyor olmasına rağmen büyük çoğunluk sessiz kalarak izlemekle yetiniyor. “Green Peace” (Yeşil Barış) dünyada milyonları bulan en yaygın örgütlenme ağına sahip bir çevre hareketi olmasına rağmen Üçüncü Dünya Savaşı ve sebep olduğu ekolojik yıkımına karşı şu ana kadar dünyanın herhangi bir noktasında harekete geçmiş değil. Çünkü onlar kendilerini içinde bulundukları yaşam alanlarıyla sınırlandırıyor. Çölleşen dünyaya karşı herhangi bir tutumları, karşı refleksleri ve eylem planları bulunmuyor. Sömürgeci devletlerin Afrika kıtasını talan ederek çölleştirdikleri gibi onlar da insanlığın yaşam umudu ve özlemlerine sızıyorlar. Kapitalist modernitenin toplumda yarattığı parçalanmışlığı esas alıp kendilerini sistem karşıtı gibi göstererek sistemin ayakta kalmasına, ömrünü uzatarak yaşamasına hizmet ediyorlar. Her ne kadar bireysel destekçilerine dayanarak kendilerini devlet dışı kalmış bir örgütlenme gibi sunuyor olsalar da zihniyet olarak doğrudan onlara bağlı bir kurum olduğu da anlaşılmaktadır.
Ayıca dünya çapında farklı isimlerde çok sayıda çevre, ekoloji ve nükleer karşıtı sistem dışı örgütlenmeler de vardır. Dünyanın neredeyse yarısında birçok ülkede Yeşiller Partisi de bulunuyor. Hatta Almanya örneğinde olduğu gibi içlerinde iktidarı gören partiler de var. Yine birçok ülkede “çevre” veya “Ekoloji Bakanlığı” da bulunuyor. Özcesi dünya genelinde hem sivil toplum örgütlenmesi hem de iktidar perspektifli olarak belki de en yaygın örgütlenme ağlarının birinden bahsediyoruz.
Özellikle kapitalist modernitenin sınıflarından kimi çevreler de kendi oluşturdukları ekoloji sorunundan dolayı çevre hareketlerinin içinde yer alıyor ve bu durumdan kaynaklı ekolojik alan tamamen bir ideolojik karmaşıklığı yaşıyor.
Çözüm için doğru sorgulama
Bu konuda Türkiye’deki durum da örnek olarak verilebilir. Türkiye’de yapılan bir araştırmaya göre program ve adında “çevre” veya “ekoloji” kavramlarının olduğu ve Yargıtay’da resmi kuruluş başvurusu olan toplam 561 vakıf, dernek vb. bulunuyor. Yasal zorunluluktan kaynaklı olarak bu kurumlarda en az 5 kişilik yönetim kurulu, en az 3 kişilik disiplin veya denetleme kurulları olmak zorunda. Dolayısıyla biz en az olan rakamlardan meseleye yaklaşırsak bir dernek veya vakfın kurulabilmesi için en az 8 kişi gerekiyor. Bir de bunlara seçici delegeler eklenince her dernek için en az 10 ile 15 kişiden oluşan üye listesi karşımıza çıkar. Mevcut 561 dernek ya da vakıf gibi oluşumların 2022 verilerine göre, TEMA Vakfı’nın 970 bin gönüllü çalışanı bulunuyor. Buna kendi merkezlerine bağlı şube vb. oluşumları da eklenince karşımıza devasa büyüklükte bir yapı çıkar.
Bu rakamlara elbette devletin “çevre” ile ilgili örneğin “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” gibi kurumları ve yerel yönetimlerde resmi çalışanlarının hesabını eklemeyeceğiz. Dolayısıyla bu verilerin üç aşağı beş yukarı katlarında dünyada çevre ve ekoloji bilincine sahip veya konuya ilgili belli düzeyde insan kitlesi olduğu da anlaşılır. Ve bu güç aslında dünyanın SOS haline de bir çaredir. Buna çözüm geliştirilmiyorsa elbette bunun nedenlerini doğru sorgulamak gerekiyor. Yaşanan sorunlara yönelik doğru sorgulama yapılamadığı takdirde sadece “temiz hava”, “temiz su”, “organik gıda” söylemlerinin dile getirilmesi yeterli görülür ve yaşanan sorunlara seyirci kalınır.
Dar bakış açısı çözümü zorluyor
Rêber Apo, “demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü” paradigmaya yoğunlaştığında elbette sistem karşıtı tüm güçleri büyük oranda inceleyerek mevcut yetersizlikleri tespit etti. Dolayısıyla sistem karşıtı hareketlerin hem reel sosyalist mirastan ileri düzeyde etkilendiklerini hem de kapitalist modernist yaşamdan vazgeçemediklerini fark ederek haklı olarak şu soruları yöneltir: “Sistem karşıtlığı kavram olarak çok problemlidir. Öncelikle bu karşıtlık uygarlığı da içermekte midir? Hangi yönleriyle içermekte veya dışlamaktadır? Sistemin moderniteyle ilişkisini nasıl görmektedir? Sistem modernitesine karşıt konum almadan, sistem dışında yeni bir sistem inşa edilebilir mi? Moderniteyi nasıl kavramaktadır, ikili karakterini tespit edebilmiş midir? Alternatif modernite kavrayışı var mıdır?
Bu tür soruları yanıtlamadan, sistem karşıtı güçler kavramı havada kalmış olur. Sadece geleceğe ilişkin projeleri değil, geçmişe ilişkin tarihleri de doğru çözümlemeden anlamlı bir sistem karşıtlığı geliştirmek zordur. Çözümlememde bu zorlukları aşmak ve sorulara potansiyel yanıtlar oluşturmak için demokratik uygarlık ve modernite kavramını esas aldım. Geçmişteki kısır döngülere düşmemek için bunun doğru bir yöntem ve alternatif arayışı olduğu kanısındayım.”
Geleneksel Marksist hareketler gibi çevre ve ekoloji hareketlerinin de en başta “sistem” olarak tanımladıkları ve algıladıkları şey kapitalizmin kendisidir. Dolayısıyla bu dar bakış açısı nedeniyle uygarlığın yorumlanmasında zorlanıyorlar. Kapitalizmi tanımlarken onun maskelenmiş halinin farkında bile değiller. Rêber Apo, kapitalizmi maskelerinden arındırarak “mahşerin üç atlısı” olarak tanımlıyor. Yine insanlığın daha doğru tanımlaması ve kavramasını sağlamak için onun maskesiz hali olan endüstriyalizm ve ulus devletçilik üçlüsü olarak tanımlamaktadır.
Çevre ve ekoloji hareketleri ve daha genel anlamda kendilerini “sistem karşıtı” olarak sunan hareketler, kapitalist modernitenin kimi zaman maskeli, kimi zaman da açık yüzüyle topluma ve toplumsal doğallığa karşı bir saldırı aygıtı olduğunu göremedikleri için toplumsal perspektifleri de sorunludur. Reel sosyalist paradigma ve onun tarih anlayışının gerçek uygarlık toplumunu “ilkellik”, kapitalist moderniteyi de “uygarlık” olarak tanımlaması nedeniyle ardı sıra gelen tüm zihniyet yapıları da bu yanlışın üzerinden kendilerini şekillendirdi. Tanımlama sorunlu olunca algılama da sorunlu olmuştur. Dolayısıyla toplumun ekoloji sorununu da kapitalizmin 18. yüzyılda gerçekleştirdiği endüstriyel hamlesi ve 19. yüzyıldaki sanayi devrimi ve onun sonuçlarının ortaya çıkmasıyla gelişen bir felaket olarak gördüler. Oysa ki toplumsal ekoloji sorunu, uygarlığın bir sonucu ve onun yaratımıdır.
Uygarlığın doğuşundan önce toplumun ekoloji sorunu hiç olmadı. Fakat diğer toplumsal sorunlarda olduğu gibi toplumsal ekoloji sorununun uygarlıkla birlikte başladığını fark edemediler. Dolayısıyla ekolojik bilincin gelişmesi için uygarlığı sorgulamayı düşünemediler. Onun içindir bu hareketler, kendilerini “sistem karşıtı” hareketler olarak tanımlamalarına rağmen hiçbir zaman toplumsal örgütlenme gücü olarak da görülmeyip, hümanist, marjinal birey ve grupların örgütlenme alanı olarak var oldular. Elbette bunda reel sosyalist zihniyetin onları “proletarya ideolojisinin içine burjuva liberal ideolojisinin sızması” olarak tanımlayıp dıştalaması ve kendinden uzaklaştırmasının da büyük payı oldu.
Canavarlaşan sistem gerçeği
Bütün bu sorunlu halleriyle sistem karşıtı hareketler en zengininden en yoksuluna kadar bütün sınıf ve katmanların buluştuğu heterojen yapılar olarak hep var olagelmiştir. Toplum vicdanına dönük en çarpıcı söylem ve eylemleri genellikle bu hareketler geliştirmiştir. Bu anlamda insanlığa büyük hizmetlerde bulunup arkalarında büyük bir kültürel miras yaratmış olmalarına rağmen sistem içileşmekten de kurtulamamışlardır. Çünkü kapitalist modernite kendisini uygarlığın merkezi ve geliştirici gücü olarak sunmuştur. Yine radikal bir eleştiriyle karşılaşmadığı için neredeyse savaşsız bir günü olmayıp her gün ve her an dünyanın bir parçasını açlığa terk ettiği halde toplumda bu hakikatini saklamayı başarmıştır.
Bunu yaparken de esas olarak bilimi, bilim insanını kullanmıştır. Onun için Rêber Apo, “uygarlık toplumu, anlambilimin en çok zorlandığı yapısallıklar yığınıdır” diyerek ardından şu çözümlemeyi yapar: “Bu yığının varlığı, bizzat anlambilimin saptırılması ve anlambilim olmaktan çıkarılmasıyla yakından bağlantılıdır. Elde tüm silahlarını kuşanmış olarak, can çekişmekte olan kurbanına son söz olarak ‘yalanı’ itiraf ettirmek, aksi halde her tür yöntemle ‘imha’ etmek olan garip bir varlık, bir Leviathan’dır o. Bu varlık yani uygarlık, yerinde bir tavırla her türlü canavara benzetilebilir. Fakat bu çok geri bir yaklaşımdır. Hele bilim insanı hüviyetimiz varsa, bu yaklaşım bizi çocukluk hayallerinin (canavarlık hayalleri) ötesinde bir yere götürmez. Canavarın yetkin biçimde teşhis edilmesi de yetmez. Acilen yapılması gereken, tedavidir. Bütün tedavi denemelerinin boşa çıktığı ortadadır. En son aşamasında oluk oluk akan kan, korkunç acılı ve soykırımlı geçen yaşamlar, beterin beteri açlık, işsizlik, her tür hastalıklar ve eko-çevrenin (mutlak gerekli olan yaşam çevresi) yıkılması, en son durumun bir cümleye sığdırabileceğim raporudur. Eğer yapısal sosyoloji ve özgürlük sosyolojimiz sosyal bilim yaptığını iddia eden binlerce kimsenin yaşadığına benzer bir çöp yığını olmaktan kurtarılmak isteniyorsa, teşhis ve tedavisindeki gücü kanıtlanmak durumundadır. Aksi halde, Adorno’nun söylediği gibi, soykırım kamplarından sonra, gökteki tüm tanrıların -sözde bilim adamlarının- söyleyecekleri tek bir sözcükleri olamaz.”
Bu sistem mutlak değil
Sistemin bu Leviathan gibi canavarlaşmış gerçeğine rağmen sosyal bilim ile birlikte kendisini sol, sosyalist, çevreci ve ekolojist olarak tanımlayan örgütlerin cephesinde buna karşı yürütülen radikal, örgütlü bir mücadeleden söz etmek mümkün değildir. Sistem karşıtı olmak bir yana, bu yapıların her yönüyle kendini bu sistemin bir parçası olarak konumlandırması ve sistem ideolojisini aşamamalarının yarattığı sonuçlar da var. Ki sistemin bir uzantısı olarak sisteme karşı durulması, başarı sağlanması düşünülemez. Mevcut durum bu gerçeğin tespitinde yaşanan yüzeysellik ve ileride yaratacağı sonuçlara yönelik öngörüsüzlükle birlikte mücadelesizliği de doğurmaktadır. Hakikati ve insanlık değerlerini hiçe sayan kapitalist modernitenin yol açtığı ahlaki aşınma ve devasa sorunlar karşısında mücadele etmek, alternatif üretmek yerine bu sistemin mutlak olarak algılanması da şüphesiz düşünsel ve pratik olarak gerçekleşebilecek tüm eylemleri frenlemektedir.
İmralı tecrit ve işkence koşullarında yani “uygarlığın en sert baskısı altında” onu çözümlemeyi ve aşmayı kendisi için bir görev olarak atfeden Rêber Apo, şu değerlendirmeyi yapıyor: “Uygar toplumun lehinde ve aleyhinde birçok görüş dile getirilmiştir. Fakat en zor ifade edilen ve başarılan şey, uygarlığın radikal eleştirisini yapmak ve aşılması pratiğine girişmektir. Bu da yapılan yorumların başarısızlığını göstermektedir. İnsanlığın özgürlük arzusu üzerinde muazzam bir baskının oluştuğu da ortak bir yargıdır. Uygarlığın sürdürülemez bir konuma çoktan geldiği sıkça söylenmektedir. Hegel uygarlık tarihini ‘kanlı mezbahalar seremonisi’ olarak yargılar. Savaşsız geçen bir yılı bile yoktur. Baskı altındaki yaşam sanki doğa kanunuymuş gibi yansıtılmaktadır. İstismar tam bir yaşam kuralı seviyesine yükseltilmiştir. Dürüstlük, saflık ve ahlaki kalabilme enayilik yerine konulmaktadır.”
Kapitalist modernite ve onun sosyal bilim literatürü oluşturduğu istismarla çevreyi temiz tutalım, hayvanları koruyalım, suları koruyalım vb. dar ve yüzeysel söylemlerle muazzam bir entelektüel bilinç de yaratmış durumdadır. Fakat bu konu tartışılırken nedenleri göz ardı edilerek şu soru soru dile getirilmiyor: Çevreyi koruyalım ama tüm bu sorunlar neden ortaya çıkıyor? Aslında mevcut yaklaşımlarla günden güne büyüyen bu krizin sorumlularını gizliyor. Bu amaçla kendisini olabildiğince maskeliyor. Dolayısıyla çevre ve ekoloji hareketleri tarafından doğanın böyle yüzeysel algılanması doğanın SOS işaretine ulaşmasının da gerekçesi oluyor.
Doğa ile uyumlu birlik sağlanmalı
Onun için ekolojik bilincimizin temelinde uygarlığı sorgulayan, toplumla doğa arasındaki ilişkiyi parçalayan bir anlayışı yerleştirmeliyiz. Ancak bu bilinçle egemenlikçi zihniyeti aşarak, ona karşı sürekli mücadele edecek bir tutum geliştirebiliriz. Bu anlamda toplumsal doğayı tez, uygarlığı da antitez olarak görmek ve buradan yeni bir senteze ulaşmak gerekiyor. Doğa ile insansal doğanın uyumlu birliği ancak böyle sağlanabilir. Bu uyumu esas almayan hiçbir bilinç düzeyi toplumsallığa da hizmet edemez. Bunun için sadece bilinç düzeyinin yükseltilmesi de yetmez, toplumla doğa arasında bir duygu bağının oluşması-oluşturulması da gerekir. Tıpkı doğal toplumda olduğu gibi doğadaki bütün varlıkların da canlı olduğu bilinciyle veya daha genel anlamda bir anneyle çocuğun ilişkisini kurar gibi mücadele edilirse toplumsal ekoloji mücadelesi de kendisini sistem karşıtlığına evirebilir. Dolayısıyla sistem karşıtlığı da kendi anlamını bulmuş olur.
Sağlıklı ve objektif bir sistem eleştirisi için Rêber Apo’nun ifade ettiği şu tarzı esas almak gerekiyor: “Uygar toplumu, onu aşmak isteyen bir eleştiriye imkân sunacak bir içerikte yorumlamak gerekir. Başta Marksistler olmak üzere, birçok ekolün çabalarında açığa çıktığı gibi, kendi başına kapitalist moderniteyi eleştirmekle uygar toplum aşılamaz. Bunda en temel etken de kapitalist modernitenin bir zincirin halkası gibi bağlı olduğu uygar toplumun çözümlenememesidir. Avrupa merkezli dünya görüşü, en sert muhaliflerini bile etkisizleştirmiş gibidir. Neolitik kültür-Avrupa uygarlığı ilişkisi gibi, Avrupa uygarlığı-önceki uygarlıklar tarihi ve toplumu ilişkisinin anlaşılır bir yorumu da en çok ihtiyaç duyduğumuz husustur.”
Uygarlık, süreklileşen soykırımdır
Çevre ve ekoloji hareketleri özgürlük arayışlarına böyle bir mücadele zemininden başlayınca kendilerini de anlamlandırmayı başarmış olacaklardır. Rêber Apo, İmralı tecrit ve işkence koşullarında en fazla da demokratik uygarlık değerlerinin yükseltilebilmesi için muazzam bir çözümleme gücüne ulaşmıştır. Uygarlığın sadece kan akıtmakla sınırlı kalmadığını da belirten Rêber Apo, şu hususlara da dikkat çekiyor: “Hegel’in dediği gibi uygarlık sadece bir ‘kanlı mezbahalar seremonisi’ değil, daha fazlası olan bir şeydir; insan yaşamının biricik nedeni olan özgürlüksel anlamının sürekli soykırıma tabi tutulmasıdır. Bu soykırımdan geriye kalan, yaşamın posasıdır. Uygarlık, en yalın teşhisle, özgür yaşamın anlamının boşaltılmasından geriye kalan şeydir… En basit canlıya baktığımızda gördüğümüz şey, yaşama anlam vermesidir. Bu öyle bir anlamdır ki, milyonlarca çeşide ulaşabilme, kayalıklara kök salma, gerektiğinde kutup soğuklarında varlığını sürdürme, gerektiğinde uçma, insan buluşlarının yanından bile geçemeyeceği sınırsız teknikleri geliştirme gücüne eriştirir. Uygar toplum ise başlangıcında yalan dolan ve örgütlenmiş zorla yaşamın en gelişmiş varlığını anlam yitimine uğratma, son aşamasında ise intiharın eşiğine getirme gücünden başka hangi anlama veya anlamsızlığa sahiptir?”
Sorunlar insan eliyle yaratılıyor
Dolayısıyla bu perspektiften hareketle ekoloji bilincimizin temeline insanın toplumsal bir varlık olarak kendi köklerinin üzerinde nasıl duracağını koymamız gerekmektedir. Toplumsal doğa da diğer biyolojik canlılar gibi kendi türünün içinde tekliği ifade eder. Renklerin, dillerin, kültürlerin ve en genel anlamda da etnisitenin farklılıkları onun sadece çokluğunu ve zenginliğini gösterir. Tıpkı yan yana dizilmiş birkaç elma ağacının çiçeklerindeki farklı renkler ve farklı büyüklüklerdeki çeşitliliği gibi. Nasıl ki, çiçeklerin farklı renklerde olması sonuçta elmanın şeklini ve bizim aşina olduğumuz tadını değiştirmiyorsa, insanın da etnik kimliği, kültürü, dili, rengi de insanın toplumsal bir varlık olduğu hakikatini değiştirmez. Buna bağlı olarak toplumsal ekoloji mücadelemizi elbette uygarlığın doğuşuyla başlatmak zorundayız. Onun, ana kadın etrafında örgütlenmiş olan doğal toplumda yarattığı ilk kırılma noktasından hareket ederek ardı sıra gelen toplumsal sorunları da doğru tanımlayabilir ve çözüm yollarını da birlikte örgütleyebiliriz.
Doğal afetlerin dışında doğa da ve toplumsal doğada kendiliğinden oluşan sorunlar yoktur. Dolayısıyla yaşamımızı etkileyen herhangi bir şeyin sorun olarak tanımlanabilmesi için insan eliyle yaratılmış olması gerekir. Zihinsel, ideolojik, siyasi, ekonomik, askeri sorunların hepsi sonuçta insan eliyle oluşmuş sorunlardır. Cinsiyetçilik, milliyetçilik ve dincilik gibi sorunlar da sonuçta insan eliyle yaratılmış sorunlardır. Dolayısıyla ekolojik sorun bile ancak insan eliyle oluştuğunda sorun olarak tanımlanmıştır. O halde temel toplumsal sorunları, toplumu temellerinden yıkan ve çözen güçlere bağlamak bizi doğru bir tanımlamaya götürecektir.
Rêber Apo, sorunu şöyle tanımlamaktadır: “Evrensel olarak sorun kavramını, olmakta veya olmamakta zorluk çekmek, acılı süreç yaşamak biçiminde tanımlamak mümkündür. Tüm varoluş süreçlerinde yaşanan bir kategoridir bu. Toplum söz konusu olduğunda, sorun geniş ve dar anlamda tanımlanabilir. Geniş anlamda toplumsal sorun, toplumsal doğanın birinci doğa-çevre karşısında içine düştüğü zorlukları ifade eder. Dar anlamda toplumsal sorun hiyerarşik toplumun, kent, sınıf, iktidar-devlet olgularının ortaya çıkmasıyla bağlantılı olarak yaşanan baskı ve sömürüye dayalı gelişmeler, uygulamalar biçiminde tanımlanabilir. Sosyolojik bakımdan esas toplumsal sorunlar baskı ve sömürü kaynaklı olanlardır. Diğer sorunlar farklı kapsamlarda değerlendirilebilir.”
Uygarlık çelişki ve krizler üretiyor
Onun için uygarlık karşıtı mücadele yürütebilmek, uygarlığın ortaya çıkış süreçlerini iyi bilmek ve toplum karşıtı bu sistemin her yönüyle krizli, işte cins çelişkisi, ekonomik çelişki, ekolojik çelişki gibi sürekli çelişkili, toplum karşıtı özünü bilmek ve öyle mücadele etmek gerekir. Uygarlık bu kriz ve çelişkiler ile sürekli kendisini var edebilmektedir. Kendisini sürdürebilmek için dünyanın bir kısmını, örneğin Afrika’ya uyguladığı gibi çöp alanlarına dönüştürerek sürekli krizli alanlar da yaratabilmektedir. Zaten birçok yoksul ülke Avrupa’nın “geri dönüşümüne” taliptir. Çünkü çöplerinden kurtulabilmek için yüksek sübvansiyon uyguluyorlar. Tek başına bu bile insanlığın bittiği yeri tarif etmeye yetiyor. Ama geliştirdiği bilim yöntemiyle bu çelişkileri değişim ve dönüşümlerle içine çekip ehlileştirmeye çalışmaktadır. Başaramadığı durumda ise zor aygıtlarının hepsini devreye koymakta, bunun için istihbarat, ordu, polis vb. zor kurumları yanında okul, üniversite, vb. bir dizi özel amaçlı kuruluşlar gibi ideolojik, kültürel kurumlar geliştirmekte ve bu amaçla etkili olarak kullanmaktadır.
Onun etki gücünden çıkarak kendi özgür yaşam doğrultumuza yöneldiğimiz an yolumuz da aydınlanmış olacaktır. Bunun için Rêber Apo’nun, “Uygarlık hakkında çok kaba ve kısa tanımlama kabilinden bu giriş, tarihsel ve sosyolojik bilgimizi sağlam bir temele oturtmak içindir. En değme filozoflar ve tarihçilerin bir ömür boyu içinden çıkamadıkları konuları bir çırpıda anlaşılır kılmak olağanüstü yetenek işidir. Bu iddiada değiliz. Ama özgür yaşama saygımızın gereği olarak, tarihsel-sosyolojik bir anlambilim ve yorum gücüne sahip olmak, kendine ciddi toplumsal ödevler biçen herkes için öncelikli koşul olmalıdır” biçiminde belirttiği gibi kendimize “öncelikli toplumsal ödev” olarak görelim ve vurguladığı şu yaklaşımı esas alalım: “Ağır trajediler yaşayan yüz elli yıllık ‘reel sosyalizm’ ile onlarca ulusal kurtuluş devrimi ve sosyal demokrat akımın küresel finans sermayesinin buzdan hesapları içinde nasıl eridiklerini bilerek, genelde uygarlığı ve özelde kapitalist uygarlığı yorumlama gücümüzü konusu özgür yaşam olan özgürlük sosyolojisiyle bütünleştirmemiz gerekir ki, büyük özgürlük davaları için aldanmayalım ve aldatmayalım.”
Mücadele için ekolojik bilinç gerekli
Sonuç olarak, sınır tanımayan saldırılarıyla tüm değerlere, yaşamın her alanına müdahale eden kapitalist modernitenin bu kanlı, soykırımcı gidişatına dur demek ancak ekolojik paradigmamız çerçevesinde bilinçli, örgütlü bir mücadeleyle mümkün olabilir. Bu mücadelenin en önemli boyutunu da yaşadığımız sorunların temel kaynağını oluşturan insan ve doğa arasındaki dengenin yeniden özüne kavuşturulması, ahlaki-politik toplumun inşa edilmesi oluşturuyor. Rêber Apo bunun gerekliliğini şöyle ifade ediyor: “Günümüz insanında doğayla insan arasındaki ilişkinin özünü, doğanın kar malzemesi olarak görülmesi oluşturuyor. Doğaya bakarken, para görüyor ve nasıl paraya çevireceğini düşünüyor. Doğaya bakış maddi, nesneler yığını ve yakın zamana kadar kaynakları sınırsız bir şey tarzındadır. Artık biliyoruz ki, doğanın potansiyeli sınırsız değil. Sular kuruyor, topraklar çoraklaşıyor, sular kirleniyor, canlı türleri ortadan kalkıyor… O anlamıyla ekolojik bilinç, paradigmamızın en temel bileşenlerindendir. Bunun için hem bilinç boyutunun oluşması hem de duygu boyutunun oluşması gerekiyor.”
Kaynak: SERXWEBÛN