BEHDÎNAN- “Emeğin büyük bir saldırı ve sömürü altında olduğu bir gerçeklikte buna karşı direnmek, aynı zamanda kendi alternatif sistemlerini inşa etmek en büyük bayramdır” ifadelerini kullanan Çiğdem Doğu, 1 Mayıs’ı büyük bir direniş ve isyan bayramına dönüştürme çağrısı yaptı.
KJK Koordinasyonu Üyesi Çiğdem Doğu, katıldığı Medya Haber TV’de İmralı soykırım sistemini, savaşa ve kadına yönelik şiddete karşı yayınladıkları deklarasyonu, gerçekleşen yerel seçimleri ve eşit temsiliyetin önemini değerlendirdi; 1 Mayıs İşçi Bayramı dolayısıyla da mesajını iletti.
Doğu’nun değerlendirmeleri şöyle:
25 yıldır İmralı’da ağır soykırım, tecrit sistemine tabi olan ve özelde de 38 aydır tamamen mutlak tecrit işkencesine maruz bırakılan Önder Apo’nun direnişini selamlıyorum. Önder Apo’nun direnişi tabii ki sadece İmralı’yla sınırlı olan bir direniş değil. Bunu hepimiz aslında pratik, güncel gelişmelerle de çok bariz bir biçimde görüyoruz, yaşıyoruz. Elbette ki bu direniş hem Kürt toplumuna hem hareketimizin, gerillamızın direnişine yansıyor. Bu anlamda Önderliğimizin fiziki özgürlüğü için başlatılan bu kampanya sürecine tabii ki en güçlü bir biçime katılan da gerillamızdır. HPG ve YJA Star güçlerimizdir. Bu kampanya süreci içerisinde gerillamızın çok güçlü, sonuç alıcı eylemleri de gerçekleşti ve bu eylemsel süreçler içerisinde şehadetlerimiz yaşandı. Her bir şehadet aslında bu sürecin bir mimarı olarak da ele alınmalı. Bu anlamda bu sürece en güçlü bir biçimde katılıp, Önderliğin fiziki özgürlüğünü en fedai bir biçimde sahiplenen şehit yoldaşlarımızın anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Bununla birlikte hem Önderliğimizin direnişi, hem gerillanın böyle sonuç alıcı eylemler gerçekleştirmesi, yaşanan şehadetlerin toplumdaki yansımaları da çok güçlü bir biçimde ortaya çıktı. Bu kampanya sürecine gerek Avrupa’da, gerek Bakur’da, gerek Rojava’da, gerek Maxmur’da, Şengal’de, bir bütün Kürtlerin yaşadığı tüm coğrafyalarda Kürt halkı tarafından güçlü bir biçimde karşılandı, güçlü bir biçimde cevap verildi.
Elbette ki Önder Apo’nun paradigmasını tanıyan, daha da anlamak isteyen, bu paradigma doğrultusunda mücadelesini daha da güçlendirmek isteyen dostlarımız var. Bu kampanya zaten onların öncülüğüyle gerçekleştirildi. Bu anlamda hem enternasyonal dostların bu sürece katılımları, hem halkımızın katılımı, özellikle de kadınların, analarımızın katılımı elbette ki çok anlamlıydı. Bütün bu süreçlere güçlü katılan analarımızı, kadınları, dostları, Kürt halkını selamlıyorum.
HEM ÖRGÜTLÜLÜK HEM EYLEMLİLİK DALGASI BÜYÜYOR
Bundan sonraki sürece nasıl daha güçlü bir katılım olabilir, değerlendirmesinden önce, kısaca geçen sürece dair birkaç hususu belirtmek isterim. Şunu bariz bir biçimde ifade etmek gerekiyor ki, Önder Apo tamamen tecrit koşullarına hapsedildi. Hiçbir şekilde bir iletişim yok, zaten mutlak iletişimsizlik olarak da tabir ediliyor. Fakat Önder Apo’nun öyle bir mücadele diyalektiği var ki, bu mücadele diyalektiği görüşleriyle, düşüncesiyle, paradigmasıyla, yaratmış olduğu örgütlülükle, aynı zamanda gerillanın mücadelesiyle, bir bütün bunlarla sürece müdahildir. Biz Önderlik hamlesi süreci içerisinde şunu gördük ki, Önder Apo etrafında ne kadar gündem yaratabilirsek, bu temelde eylemliliğimizi ne kadar güçlendirebilirsek, etkinlikleri, eylemleri, örgütlülük bilincini bu paradigma etrafında ne kadar geliştirebilirsek, aslında o kadar güçlü sonuç alabiliyoruz. Hem örgütlenme dalgası hem de eylemlilik dalgası daha da büyüyor, güçleniyor. Bu açıdan bu geçen sürecin ortaya koymuş olduğu temel noktalardan bir tanesi de Önderliğin İmralı duvarlarını aşarak sürecin içerisinde olması. Halkımızın, kadınların, dostların, gerillanın, bir bütün Önder Apo’nun paradigması etrafında birleşerek, bu gündem etrafında kilitlenerek mücadele yürütmesi, aslında bu mutlak iletişimsizlik, ağırlaştırılmış tecrit işkence sistemini aşmıştır.
‘ÖZEL DURUM’, SOYKIRIM SİSTEMİNİN ONAYLANMASI MIDIR?
Yeterli mi? Elbette ki yeterli değil. Birkaç gün önce CPT’nin de bir açıklaması oldu. 2023 yılına dair raporunu açıkladı. Aslında geçen dönemde, Şubat ayında da, Komplo’nun yıl dönümünün geliştiği süreç içerisinde de bir Türkiye ziyareti olmuştu. Daha sonra birkaç gün önce bir açıklaması oldu ve bu CPT raporunda zaten İmralı’nın ziyaret edilmediği daha önce de belirtilmişti. Burada da hiçbir biçimde İmralı’ya gitmedikleri, İmralı’yı gündeme almadıkları somut olarak görüldü. CPT, sözüm ona hukuk sistemini denetleyen; hukuk ilkelerine göre yürüyor mu yürümüyor mu, bunu denetleyen bir uluslararası örgüttür. Böyle bir örgütün tamamen hukuksuzluğunun yaşandığı, tamamen bir işkence sisteminin hayata geçirildiği İmralı gibi bir yere ziyarete gitmemesi, durumu hakkında hiç kimsenin bilgisi olmadığını bilmesine rağmen bunu yapmaması elbette ki çok dikkat çekici bir nokta. CPT yetkililerine, neden İmralı’ya gidilmedi, Önder Apo’nun durumu nedir diye sorulduğunda da verdikleri cevap şuydu: “Abdullah Öcalan’ın durumu özel bir durumdur.” Bu tabii ki çok ciddi bir itiraftır.
Önderliğimiz savunmalarda komplo sürecini değerlendirirken, hareketimiz, yönetimlerimiz de değerlendirirken hep bunu ortaya koyduk: Bu sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin bir komplosu olarak ortaya çıkan bir komplo değil, uluslararası bir komplo! Önderliğimiz başından itibaren bunu söyledi. 25. yılında da görüyoruz ki aslında uluslararası kurumların kendileri bunu somut olarak itiraf ediyorlar. Özel bir durum olarak ortaya koyuyorlar ki, bu gerçekten de burjuva hukuk sistemi içerisinde bile baktığınızda kabul edilmeyecek bir durumdur.
İMRALI SİSTEMİ GLOBALLEŞEN SİSTEMDİR, DÜNYA SİSTEMİ ASLINDA BİR İŞKENCE SİSTEMİDİR
İmralı sistemi mevcut hukuk gerçekliği içerisinde nereye oturtulacak? Buradaki adaletsizlik, işkence durumunu birçok insan ifade ediyor. Sadece biz söylemiyoruz, hukuktan anlayan, sistemden anlayan dışımızdaki birçok insan aslında bunu söylüyor. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir uygulama yok. Bu da itiraf ediliyor. Bu, Uluslararası Komplo’nun, aslında bütün uluslararası kurumların da bunun içerisinde olduğunu ispat eden bir boyut, bir itiraf oluyor. Bu itiraf önemlidir ve biz bu hamle sürecinde özellikle de bunun üzerine daha fazla gitmemiz gerekiyor. Bu “özel durum” o zaman bu soykırım sisteminin onaylanması mıdır? Önder Apo üzerinde, İmralı mekanı içerisinde uygulanan bir soykırım sistemi ama elbette bu soykırım aynı zamanda Kurdistan’a uygulanan bir soykırım sistemidir. Onunla sınırlı değil. Bu aynı zamanda kadınlara karşı uygulanan bir kadın kırım sistemidir. Bu aynı zamanda Türkiye’de ve sadece Türkiye de değil, bölgesel gerçeklik içerisinde faşizmin daha fazla tırmandırılması demektir.
Mesela biz sistematik işkence diyoruz ama sistematik işkence derken sadece rutin bir biçimde uygulanan işkenceyi kastetmiyorum. İşkencenin bir sistem haline getirilmesi, yani İmralı gerçekliği, işkencenin bir sistem haline getirildiği bir realiteyi ifade ediyorum. Bu işkence sistemini uygulayanlar da kapitalist modernite güçleri değil mi? Emperyalist güçler değil mi? Uluslararası emperyalist güçler değil mi? Türkiye’nin de bölgesel gerici güçlerinin, faşist güçlerin de dahil olduğu bir uluslararası sistem değil mi?
Bu niye önemli? Şu açıdan önemli. Bu bir soykırım sistemi olarak İmralı gerçekliği içerisinde uygulanıyor ama aynı zamanda Kurdistan’a uygulanıyor. Fakat Kurdistan’la da sınırlı değil. Bütün bir Ortadoğu bölgesini de kapsayan, aynı zamanda aslında dünya sistemini de kapsayan, dünya sistem gerçekliğinin özünü ortaya koyan bir realitedir. Dünya sistemi derken İmralı’ya bakmak lazım. Bugün dünyanın her tarafında globalleşen sistem deniliyor. Globalleşen sistem gerçekliğine liberalizm deniyor. Hani biraz yumuşatarak kriz yönetimleri vesaire gibi bazı terimlerle ifade ediliyor ama bu dünya sistemi aslında bir işkence sistemidir. Çünkü burada hayata geçirilen ve hiçbir yerde aslında resmiyete de kavuşturulmamış hukuk dışı, yasa dışı bir sistem söz konusu.
BU HUKUK DIŞI İLLEGAL SİSTEM DÜNYA HALKLARI AÇISINDAN BÜYÜK BİR TEHLİKE
CPT de aslında bunu itiraf etti. Dolayısıyla sistemin bu gerçekliğini daha fazla teşhir etmemiz gerekir. Yani hamlemizin bu ikinci aşamasında bu yasa dışı, bu hukuk dışı illegal sistemi, işkence sistemini hem daha fazla teşhir etmek ama hem de bunun aslında hem bölge halkları hem de dünya halkları, kadınlar açısından da çok büyük bir tehlike ve risk ifade ettiğini çok iyi anlatmamız, değerlendirmemiz gerekiyor.
Bu anlamda Önderlik paradigmasını; demokratik modernite, demokratik ulusu daha fazla anlayarak bu sisteme karşı mücadeleyi daha fazla güçlendirmek ve bu temelde Önderliğin fiziki özgürlüğünü bununla bağlantılı ele alarak kampanyayı daha fazla güçlendirmemiz gerekiyor. Geçen süreçte gelişen yoğun eylemlilikler oldu ve biz gerçekten gördük ki tüm mekanlarda, tüm coğrafyalarda hem Kürtlerin hem dostlarımızın gerçekleştirdiği bütün eylemlerde gerçekten kadınlar canı gönülden bu sürecin içerisine katıldılar. Çok güçlü bir biçimde Önder Apo’yu sahiplenen, fiziki özgürlüğünü sahiplenen bir tutum ve tavır içerisinde oldular. Bu çok anlamlı.
ANALARIMIZIN DEVRİMCİ BİR DİNAMİK TAŞIDIĞINI GÖRDÜK
Bu açıdan da baktığımızda kadın mücadelesinin tecrit sistemini kırmada, bu işkence sistemini kırmada çok önemli bir potansiyel, devrimci bir dinamik taşıdığını aslında bu süreçte gördük. Özellikle de tabii ki analarımızın mücadelesi gerçekten çok büyük bir anlama sahip. Özellikle vurgulamak isterim; hem zindanlarda başlatılan açlık grevi eylemleri sürecinde -ki daha sonra farklı bir evreye yöneldi-, analarımızın adalet nöbeti eylemleri gerçekleşti. Analarımız her gün canla başla Önderliğin fiziki özgürlüğü için yürütülen bu eylemlere sahip çıktılar ve fedakarca bu mücadelenin içerisinde yer aldılar. Analarımızın bu katılımlarını, eylemlerini selamlamak istiyorum.
Faşist Türk devleti özellikle de anaların bu mücadelesini, iradesini kırmak için gerçekten çok insanlık dışı bir saldırı içerisinde. Bakıyoruz, zindanlarda 85 yaşında, 70 yaşında hasta olan, eli ayağı tutmayan analarımız; işte Makbule Özer, Hatice Yıldız, bu değerli analarımız büyük bir işkence altında aslında. Bu analarımız zaten büyük bir direniş içerisinde, yani hiçbir şekilde teslimiyeti kabul etmiyorlar. Dolayısıyla anaların bu mücadelesi, bu direnişi de gerçekten bu sürece yön veren, ruh katan, rengini belirleyen, aslında zaferini de garantileyen bir tutum, bir direniş gerçekliğidir. O nedenle de çok anlamlıdır. Mücadelemizin önemli bir boyutu da aynı zamanda bu analarımızın da özgürlüğünü sağlama, sahip çıkma, mücadelelerini daha fazla büyütme temelinde olmak durumundadır.
Elbette bu sürece genç kadınların katılımı da çok anlamlıydı. Son süreçte Bakurê Kurdistan’da gerçekleşen Newroz, 8 Mart etkinlikleri, seçim süreci, daha sonra Wan’daki kazanımdan sonra AKP-MHP iktidarı müdahale etmek istedi, kayyum atamak istedi. Onun ardından gelişen direnişe genç kadınların katılımı gerçekten de çok anlamlıydı. Bu sürecin, yani önderliğin fiziki özgürlüğü açısından yürütülen sürecin güçlendirilmesinde önemli bir dinamik oldu genç kadınların katılımı. Tabii ki sadece Bakurê Kurdistan’la sınırlı değil, Rojava’daki genç kadınlar, Avrupa’daki genç kadınlar, yani mücadele neredeyse, hangi mekanda yürütüldüyse genç kadınlar da kendi renkleriyle, büyük bir enerjiyle bu sürece katıldılar. Bu anlamlı bir süreçti ve bundan sonraki süreç açısından da çok önemli. Çünkü biz aynı zamanda kendi özgürlüğümüzü Önderliğin fiziki özgürlüğüyle bağlantılı olarak ele alıyoruz. Yani aslında birbirinden kopuk süreçler değil. Biz Önder Apo’nun ideolojisinde, paradigmasında, onun özgün olarak kadın boyutuyla ortaya koymuş olduğu gerçeklik içerisinde kendimizi bulduk, orada kendimizi tanıdık. Orada aslında kendi örgütsel, ideolojik, öz savunma boyutuyla silahlandık. Yani bütün bunlarla birlikte silahlandık, güçlendik, irade kazandık. Dolayısıyla Önder Apo’ya uygulanan tecrit, aynı zamanda tabii ki kadına karşı tecrittir. Bu işkence sistemi, aynı zamanda kadına karşı bir işkence sistemi. Dolayısıyla biz de buradan yola çıkarak zincirlerimizi kırmak ve buradan yola çıkarak irademizi daha güçlü bir biçimde katmayı esas hedef olarak görüyoruz.
Hamle belli bir düzeye geldi. Önemli bir ilmeği yakaladı. Bunu tabii ki sıradan bir biçimde yürütmek, devam ettirmek değil de… Hamle yani, adı üstünde. Hamle her zaman bir sıçramayı ifade eder. Yani her adımında daha büyük bir ruhla, daha büyük bir enerjiyle yürümeyi, daha sonuç alıcı adımlar atmayı gerektirir. Dolayısıyla bizim de 15 Şubat süreciydi, 8 Mart’tı, Newroz süreciydi, Bakur’da özel olarak seçim süreciydi. Bu süreç bu biçimde gerçekten her bir adımında biri diğerini aşarak ilerledi. Aslında hamlesel nitelikte ilerledi geçen süreç. Şimdi bu süreç sonrasında da, yani her adımında daha fazla büyümeyi esas alan bir çizgide ilerlemek gerekiyor.
GÜNEŞİN SOFRASINI NE KADAR BÜYÜTÜRSEK FİZİKİ ÖZGÜRLÜĞÜNÜ SAĞLAYABİLİRİZ
Bizler de Kadın Hareketi olarak tabii ki bunu tartıştık. Genel olarak zaten ilerleyen bir hamle sürecimiz var. Kadınlar olarak en güçlü bir biçimde bunlara zaten katılıyoruz ve büyük bir kararlılıkla katılacağız da. Ama kadınlar olarak Önderlik paradigması ve Önderliğin fiziki özgürlüğü hedefi etrafında daha özgün eylemsellikler geliştirmeliyiz. Aslında şöyle bir espriyle de ele almak istiyoruz. Mücadelemizde Önderlik “Güneş” olarak da tanımlandı. Hatırlarsanız ilk olarak Uluslararası Komplo sürecinde “Güneşimizi Karartamazsınız” eylemleri yapılmıştı. Yani bir güneşle sembolize olmuş bir gerçekliği ifade ediyor Önder Apo. Ve Önder Apo’nun yaratmış olduğu sistem, yaratmış olduğu mücadele gerçekliği, örgütsel sistem, yaratmış olduğu düşünce, duygu, gerçekliği, hakikati aslında bir sofra gibidir de. Hani Halil İbrahim sofrası derler, bunun bir anlamı vardır Ortadoğu’da. Bizim mücadele gerçekliğimiz açısından da baktığımızda, Önderliğimiz bütün bir mücadeleyi insanlığın önüne bir sofra olarak sunmuştur. Kürt halkına bir sofra olarak sunmuştur, kadınlara bir sofra olarak sunmuştur. Biz önümüzdeki süreçte özgün kadın eylemlerimizi “Güneş’in sofrasında” ismiyle daha da güçlendirmek istiyoruz. Kadınlar bu sofra etrafında daha fazla birleşmeli. Bu sofra etrafında daha fazla birbirimizle dayanışma içerisinde olmalıyız, örgütlülüğümüzü büyütmeliyiz, bununla birlikte Önderlik Hamlesini daha fazla güçlendirebilmeliyiz. Yani bu isimle aslında çok yaratıcı, çok zengin içerikte eylemsellikler, etkinlikler geliştirilebilir.
Büyük küçük fark etmez ama başta genç kadınlar olmak üzere bütün kadınların büyük bir duyarlılık içerisinde “Güneş’in sofrasında”, bunun etrafında kilitlenen, bu hedef etrafında adımlarını daha da büyüten bir yaklaşım içerisinde olmalı. Biz Kadın Hareketi olarak da bundan sonraki süreci, hamlenin özgün boyutta da daha fazla ilmek kazanması, güçlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Dedik ya karşımızda gerçekten uluslararası güçlerin ve faşist Türk devleti başta olmak üzere bölgesel gericiliğin de içinde olduğu aslında yasa dışı, illegal, tamamen hukuksuz bir işkence sistem gerçekliği var. Bu sistemi denetleyecek, kontrol edecek ve durduracak tek güç, halkların ve kadınların toplumsal mücadelesini büyütmesi olacaktır. Biz bu mücadeleyi ne kadar büyütürsek, bu sofradaki yeri ne kadar büyütebilirsek, aslında bu işkence sistemini de kırabilir ve bunun içerisinden de hem Önderliğin fiziki özgürlüğünü hem de kadınların, halkların ve Kürt halkının özgürlüğünü sağlayabiliriz. Bunun için daha fazla yüklenmemiz gereken bir süreç ve hepimize gerçekten çok büyük roller düşüyor.
KADINLAR SAVAŞ KARŞISINDA ÇOK SAVUNMASIZ
Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada, Ortadoğu’da en temel sorun veya kördüğüm haline getirilmiş bir konu da kadın konusudur. Kadın zaten başlı başına bir sorun değil. Erkek egemenliği sistem tarafından sorun haline getirilmiş, kördüğüm haline getirilmiş bir durumu yaşıyoruz. Ki şiddet çok korkunç bir düzeye geldi.
Rakamlar çok şeyi anlatıyor. İşte 3. Dünya Savaşı süreci diyoruz. Bu 3. Dünya Savaş süreci, 1. Dünya ve 2. Dünya Savaşlarındaki gibi değil, daha farklı formatta ilerliyor. Daha çok lokal alanlarda yürütülen savaşlar biçiminde yürüyor.
Aslında biz Kadın Hareketi olarak şunu söyledik. Bu savaş kısmen devletler arasında, kısmen işte çetevari örgütlenmelerle devletler arasında yürütülen bir savaş gibi görünse de esasta bir bütün kapitalist modernite sisteminin halklara ve özellikle de kadınlara karşı yürütmüş olduğu bir savaştır. Rakamların toplamını ele aldığımızda; mesela AKP iktidara geldiğinden beri Türkiye’de 7 binden fazla kadın öldürülmüş. Ve Türkiye’de bugün bir savaş var. Bizzat PKK ile Türk devleti arasında yürüyen bir savaş gerçekliği var. Bu savaşta bile o kadar rakam yoktur yani. Bu rakamlar içerisinde (katledilen 7 bin kadın) Türkiye’nin işgal saldırılarında Başûrê Kurdistan’da, Rojavayê Kurdistan’da katledilen çocuk ve kadınlar, ayrıca Türkiye ve Bakurê Kurdistan’da katledilen kadın ve çocukların sayısı yok. Onları da katsak, aslında rakam çok daha büyüyecek. Bir de rakam haline gelememiş, resmiyete kavuşmamış birçok ölüm olayı var. Onları da eklediğimizde belki 10 binleri de geçecek yani. Burada neyi vurgulamak istiyorum? Bu, sadece Türkiye açısından verilen bir rakam. Yani bizzat açık, aleni bir biçimde yürütülen savaşlarda yaşanan kadın katliamları var. Örneğin Filistin’de Ekim ayından itibaren hemen hemen her gün 50’den fazla Filistinli kadın katledildi. Bizzat savaşın içinde. Ama bir de resmi anlamda savaş yaşanmayan ülkelerde kadın ölüm oranlarına baktığımızda gerçekten de çok büyük miktarlara kavuşur.
Biz katliam derken sadece öldürülme olarak da algılamıyoruz. Yani kadının tecavüze uğraması, fuhuşa sürüklenmesi, büyük bir yoksulluk içine sürüklenmesi, eğitimsizlik, emek sömürüsü, ucuz emekle çalıştırılma vesaire… Yani birçok boyutu var. Yine son yıllarda dijital medya üzerinden kadına yönelik çok fazla aşağılama, hakaret, intihara sürükleme vs. var. Biz bütün bunları da kadın katliamları kapsamında ele alıyoruz. Dolayısıyla böyle bir savaş gerçekliği var. Yani savaş düzeyinde kadına karşı saldırı var. Kadınlar buna karşı çok savunmasız. Evet, kadın örgütlenmeleri, hareketleri var; bunları reddederek söylemiyorum. Buna karşı bir duruş var, protestolar var. Ama mesela bu kadar savaş düzeyine gelmiş, bu kadar şiddetin tırmandırıldığı bir gerçeklik karşısında kadınlar çoğu kez kendini savunamayan pozisyonda. Savunmasız kalıyor. Dolayısıyla kadın hareketleri olarak bizlerin bunu birinci temel gündem olarak ele almamız gerekiyor. Yani biz hareket olarak böyle ele almaya ve yürütmeye çalışıyoruz. Bu anlamda bizim bir kadın ordu gücümüz var, kendimizi savunmaya çalışıyoruz. Fakat tabii ki sorun bu değil. Sorun, toplumdaki kadının kendisini savunabilmesi.
BUNA KARŞI STRATEJİLER GELİŞTİRMEMİZ LAZIM
Şehirde, köyde yaşayan, fabrikada çalışan, okula giden öğrenci veya öğretmen, hastanede çalışan doktor vs.; yani yaşamın bütün alanlarında kadınlar her an taciz, tecavüz ve ölümle karşı karşıya, emek sömürüsüyle karşı karşıya. O zaman buna dönük stratejiler geliştirmemiz lazım.
Kadına yönelim, kadın iradesini ezme, yok etme anlamında da gerçekten çok ciddi jeostratejiler ve jeopolitikalar geliştiriliyor. Dolayısıyla bizim kadın hareketleri olarak da özellikle öz savunma boyutuyla, kendimizi koruma ve bununla birlikte erkek egemenliği karşısında caydırıcı olabilme ve giderek de bu şiddet sistemini aşma açısından çok ciddi politikalar geliştirmemiz lazım. Bizim de kadın hareketleri olarak bölgesel, evrensel çapta, yine Kurdistani boyutta konseptler geliştirmemiz lazım. Hegemon erkeklik şiddet araçlarını nasıl kullanıyor, savaşı bunun için nasıl kullanıyor, değerlendiriyor ve kadını daha iradesiz bir politikaya sürüyor? Mesela kadın yoksullaştıkça daha fazla erkeğe muhtaç hale geliyor. Daha fazla kendi öz savunmasını devletlere ya da erkeklere, erkek egemenliğine teslim eder hale geliyor. Ama öz savunma devredilemez bir şeydir. Öz savunma bir varlığın, bir canlının kaderidir ya da varoluşunun cevheridir, özüdür. O olmadan hiçbir canlı var olamaz. Bu tabii ki insan gerçekliği açısından da geçerli, kadın gerçekliği açısından çok daha fazla geçerli olan bir şey. Dolayısıyla bu kadar şiddetin yoğunlaştırılması kadını daha fazla teslim almaya yönelik bir şey. Bunlar tabii ki çok daha çoğaldı. Kurdistan’da çok daha çoğaldı.
Elbette ki Kurdistan’da giderek buna karşı çok ciddi tepkiler ortaya çıkıyor. Bizim deklarasyonumuzdan birkaç gün önce gerçekleşen Şırnak’ta bir kadına dönük tecavüz olayı ve onun ardından da halkın buna müdahalesi gerçekleşmişti ve gerçekten bu sürecin en anlamlı ve en önemli müdahalelerinden biriydi. Orada aslında kadının öz savunmasının nasıl gerçekleştirileceğini Şırnak halkı, Şırnak kadınları çok güçlü bir biçimde ortaya koydu. Örnek alınması gerekiyor. Daha önce Wan’da böyle bir olay olmuştu. Batman’da benzer olaylar olmuştu. Bunların giderek daha fazla geliştirilmesi lazım. Hiçbir şey onların yanına kâr kalmamalıdır.
Bu konuda biz kadınlar şunu bilmeliyiz. Ne kadar erkek egemenlikli şiddet karşısında suskun, savunmasız kalırsak bir o kadar ya da onu daha da aşan düzeyde şiddet dalgasıyla karşı karşıya geleceğiz. Bu bir devlet üniformalı kişiler üzerinden olabilir; işte uzman çavuşlar, ajanlar, MİT elemanları, polis olabilir, bu mahkemeler üzerinden, adalet sistemi üzerinden olabilir. Bu da bir şiddettir. Bu sokaktaki bir erkek tarafından olabilir. Hiç tanımadığın bir erkek olabilir. Yahut evli olduğu erkek olabilir, boşanmak üzere olan bir erkek olabilir, evlilik dışı bir ilişki yaşanan bir erkek olabilir; fark etmez. Babası olabilir, erkek kardeşi olabilir. Bu bir temel ilke olmalı. Şiddet nereden geliyorsa gelsin mutlaka buna karşılık veren bir politikası, bir örgütlenmesi, ona göre kendini donatması olmalı ki bu erkek şiddetini geriletebilelim. Daha caydırıcı güç olabilelim.
MASKESİZ VE YÜZSÜZ BİR ERKEK HEGEMONİK BİR SİSTEM GERÇEKLİĞİ VAR
Öz savunma, kendisine ait olan bir gerçeklik olarak, bir cevher olarak yapılması gereken bir eylemdir. Dolayısıyla devletin kendisi kadının katili zaten. Devletin kendisi katil. Mesela Türkiye’de bunlar çok bariz. Eskiden biraz üzeri kapatılarak yapılıyordu, AKP-MHP faşist rejim sürecinde artık bunun üzerini kapatmaya bile ihtiyaç duymuyorlar. Bu kadar ahlaksız ve yüzsüz aslında. Maskesiz ama aynı zamanda yüzsüz. Yani maskenin altında bir yüz vardır ama şimdi bakıyoruz, maskesiz. Ama bir de yüzsüz bir erkek hegemonik bir sistem gerçekliği var. Türkiye faşist rejimine tek adam sistemi deniliyor değil mi? Mesela Erdoğan, kendisini tek adam sistemi olarak örgütledi. Şimdi devletin bizzat üniformalı katilleri var. Taciz, tecavüz vs. tipi olaylar var. Bir de mahkemeler var. Mahkemeler de zaten tamamen bu tip kesimleri koruyup kolluyor, ceza vermiyor. Cezasızlık büyük bir zaten alan açıyor. Gerçekten baktığımız zaman 22 yıllık iktidar süreci içerisinde salt siyasal sistem tiplemesi ortaya çıkarmadı, aynı zamanda bir erkek tiplemesi ortaya çıkardı. Bugün Erdoğan’a baktığımızda faşist Erdoğan diyoruz, tek adam diyoruz. Mesela biz Erdoğan’da neyi görüyoruz? Tamamen Kürt’e karşı bir düşmanlık içerisindedir. 22 yıllık iktidarında dönem dönem yumuşama vs. dediği, aslında faşist yüzünü gizlemek için gerçekleştirdiği süreçtir ama iktidar sürecini tamamen Kürt düşmanlığı, halk düşmanlığı, halklar düşmanlığı üzerinden gerçekleştirdi.
Bunun ikinci boyutu da kadın düşmanlığıdır. Dolayısıyla Erdoğan şahsında ortaya çıkan erkek egemen tiplemesi, sadece Erdoğan’la sınırlı kalmadı. Bu 22 yıllık iktidar süreci içerisinde aynı zamanda toplum içerisine yayılan bir erkek tiplemesini ortaya çıkarttı. Dolayısıyla bu faşist karakter, diktatör; yani illa benim dediğim olacak diyen tip, nasıl yansımasını buldu? Kadına karşı düşmanlaşma, halklara karşı düşmanlaşma toplumdaki erkekte nasıl yansımasını buldu? Kendi komşusuna düşmanlaşıyor. Sadece kadın da değil. Televizyon haberlerine bakıyoruz, sokaktaki çok basit bir nedenden dolayı bir erkek bir erkeği, komşusunu öldürebiliyor.
Demek istediğim şey, Erdoğan tiplemesi kendisini toplumda Erdoğancıklar biçiminde, yani toplumdaki erkekte hükümranlık, hakim olma, düşmanlaşma, karşılaşma, kutuplaşma korkunç bir asla kadın katliamının önünü açtı.. Dolayısıyla buna karşı öz savunma geliştirilmeli.
ÇOCUKLARIMIZI DA DOĞAMIZI DA SAVUNACAĞIZ
Kadın mücadelesi derken şunu vurgulamak isterim. Öz savunma derken sadece kendini savunma değil, içinde yaşadığın toplumunu savunabilmeyi, ulusu savunabilmeyi kastediyoruz. Bu toplum içinde en savunmasız olan kimdir? Çocuklardır. Dolayısıyla kadınlar kendisini savunurken aynı zamanda kendi toplumumu da savunmalı, halkını da savunmalı. Ben bu çocukları da savunan bir güç olabilmeliyim. Bu çocukları yetiştirirken karşı karşıya kalınan gerçeklikler var; buna karşı mücadeleyi büyütme, gündemleştirme, bunun önünü almak, yani çocuklara karşı şiddetin önünde bir duvar gibi durmak gerekiyor.
Gerçekten çocuklara karşı şiddetin rakamı da korkunç düzeyde. Çocuk işçiliğinden, çocuk tecavüzünden tutalım, çocukları öldürüp organlarını satma ve benzeri birçok şeyle çocuklar karşı karşıya.
Aynı biçimde doğa da öyle. Doğa da aslında kadın bedeni gibidir. Bazı topluluklarda aslında böyle de ele alınır. Yani toprak, kadın bedeni gibi ele alınır. Toprak, ormanlar, doğa, su… Dolayısıyla burada öz olarak şunu söyleyebilirim. Kadının kendisini savunması derken, öz savunma derken, biz aynı zamanda doğamızı da, toprağımızı da, ormanımızı da, suyumuzu da savunacağız. Biz çocuklarımızı da savunacağız.
Biz analarımızı da savunacağız, genç kızlarımızı da savunacağız. Biz aynı zamanda bu toplumu da savunacağız. Bu da tabii ki örgütlenmekten ve bilinçlenmekten geçer. Yani bunu kesinlikle hiçbir biçimde göz ardı etmeden, toplumun her kesimini kapsayacak biçimde mutlaka öz savunma kapsamında örgütlenmek, örgütlenmek, eğitmek, eğitmek ve tabii ki mücadele etmek gerekir. Yani erkek egemenlikli sisteme karşı akıllıca politikalar oluşturarak, -tabii ki parçalı duran kadın örgütlenmeleri var-, kadın örgütlenmelerinin bu parçalılığı aşarak ortak konseptler temelinde böyle bir mücadeleyi geliştirmemiz şarttır.
KÜRT DÜŞMANLIĞI, ÖNDER APO DÜŞMANLIĞI, KADIN DÜŞMANLIĞI KAYBETTİRİYOR
AKP bu son seçimde ciddi bir yenilgi aldı. Yerel seçimdi tabii ki. Elbette ki özgünlükleri de vardır. Fakat genel eğilimi ortaya koydu. Türkiye halkları açısından da Kürt halkı açısından da AKP-MHP faşist rejimine karşı çok ciddi bir tavır ortaya konuldu. Bir yenilgi sürecini yaşamaya başladı. Bu daha da devam edecek tabii ki. Yenilgi burada sınırlı kalmayacak. Belki Erdoğan tekrar ayağa kalkma, bunu telafi etme açısından belli politikalar geliştirmeye çalışacak. Ama tabii ki bunlar son çırpınışları olacak. Çünkü gerçekten kadınlar daha fazla söz söylemeye başladı. Aslında DEM Parti açısından baktığımızda Kürt kadınları ve Kürt halkı, sadece kadınları değil, Kürt halkı bu anlamda kadın iradesine nasıl sahip çıktığını, kadın özgürlük iradesini nasıl sahiplendiğini kadın belediye eşbaşkanları şahsında çok çarpıcı bir biçimde ortaya koydu. Bu, gerçekten Türkiye açısından değerlendirilmesi gereken bir durum. Ama tabii ki görmezden gelinen bir politika da var.
DEM Parti’nin kazanmış olduğu 76 belediye, aynı zamanda elbette 76 kadın belediye başkanı anlamına da geliyor. Devlet resmiyeti nezdinde 30 kadın belediye başkanı var ama DEM Parti’nin kendi işleyişi, kendi ilkeleri açısından bakıldığında 76 eşbaşkan var. Bu, Türkiye demokrasisi açısından da çok çarpıcı ve tarihi bir örnektir. Aslında bunun daha fazla ele alınıp değerlendirilmesi, analiz edilmesi ve daha giderek de yaygınlaştırılması gerekir. Türkiye’ye model bir durumdur. Faşist AKP-MHP oturup kalkıp DEM Parti’yi daha fazla teşhir etmeye, görmezden gelmeye yönelik politika yürütüyor ama bu kesinlikle Türkiye halkları açısından da çok önemli bir demokrasi örneğidir, demokrasi şölenidir.
Şunu da vurgulamak lazım. AKP-MHP niye yenilgi yaşadı? Gerçekten sağ faşist unsurlar, bu seçim sürecinde ciddi bir gerileme içerisine girdiler. Bu gerilemenin en önemli nedenlerinden biri Kürt düşmanlığı, aslında Önder Apo düşmanlığı ama bir de kadın düşmanlığıdır. Bilinen klasik anlamda, ulus devletlerin kendi yasal çerçeveleri anlamında bile aslında demokrasinin esamesi kalmadı yani. Yargıtay, Türkiye’nin en önemli kurumlarından biridir; üst üste seçimler yaparak başkanlığı seçmeye çalışıyor. Hangi bürokrasisine baksan, hangi devlet organına baksan, hangi devlete bağlı oluşuma bakarsanız bakın, çok ciddi bir çöküş süreci içerisinde. Şimdi aslında iktidar da bu sürecin içerisine girdi.
Dolayısıyla şunu çok net bir biçimde söylemek lazım ki, demek ki Kürt düşmanlığı kaybettiriyor, Önder Apo düşmanlığı kaybettiriyor, kadın düşmanlığı kaybettiriyor.
Bu seçim süreci bunu çok net bir biçimde ortaya koymuştur. Dolayısıyla önümüzdeki sürecin politikalarını buna göre belirlemek ve bu anlamda başta kadınlar olmak üzere, demokratik güçlerin daha güçlü bir biçimde bu sürece yüklenmesi, daha fazla demokratik talepler etrafında, Türkiye’nin demokratikleştirilmesi, Kürt sorununun çözümü, İmralı gerçekliğinin aşılması, Önder Apo’nun özgürlüğü, bütün bunlar etrafında mücadelelerinin kesinlikle daha fazla güçlendirilmesi lazım. Bu kazandırdı, süreç bunu gösterdi. Bu kazandırıyor yani. Buna ne kadar yüklenirsek Türkiye toplumu buradan kazanacaktır.
KAZANIMLAR DAHA ÖRGÜTLÜ BİR GÜCE DÖNÜŞTÜRÜLMELİ
Demokrasinin esas ölçülerinden biri de kadın erkek eşitliğidir. Onun için diyorum, kadın özgürlük iradesine yüklenerek, Kürt sorununun çözümü üzerinden yüklenerek, ne kadar mücadeleyi buradan ilerletirsek oradan zafer çıkacak, oradan sonuç çıkacak. AKP-MHP rejiminin tarihin sayfalarına gömülmesinin yolu buradan geçiyor. Eşbaşkanlık sistemi Türkiye’nin, Kurdistan’ın çok önemli bir mevzisidir. Bu mevzide kadınlar açısından özelde daha güçlü politikalar belirlemek, yani kadının bilinçlenmesi, örgütlenmesi, öz savunmasını gerçekleştirmek gerekir.
Özellikle Kurdistan’da özel savaş dediğimiz ama aslında özel savaşı da aşıp çok genelleşmiş bir savaş düzeyine gelmiş bir durum var. Her anda, her yerde uygulanan ajanlaştırma, fuhuşun, uyuşturucunun yaygınlaştırılması, aynı zamanda asimilasyon politikalarının çok ciddi düzeylere geldiği bir süreç söz konusu. Bütün bunlara karşı özellikle kadın eşbaşkanların daha aktif bir mücadele yürütmesi, ekolojik mücadeleden tutalım toprağın, suyun savunulmasına, ülkenin korunmasına, çocukların savunulmasına; bir bütün bunların önüne geçecek düzeyde örgütlenmelerin geliştirilmesi, eğitim çalışmaların yürütülmesi ve bu özel savaş politikalarının kökünü kurutulması çok önemli. Bu açıdan çok güçlü bir rol oynayabilirler.
Aynı zamanda tabii ki Türkiyeli kadın hareketleriyle daha güçlü ilişkiler geliştirebilmek, bu sistemin daha fazla Türkiye tarafında da sahiplenilmesi, örnek alınması, eğitim, örgütlenme, kurumlaşma, yani kadın özgür iradesinin daha kurumsallaştırılmasına, örgütlendirilmesine dönük daha güçlü çalışmalar yürütmek gerekiyor. Hem erkek egemen şiddetin hem bu özel savaşın, bu faşizmin, hem Erdoğan ama hem de Erdoğancıklar dediğimiz toplumun içerisinde yaygınlaştırılmış erkek egemen bireyler tarafından yürütülen şiddete karşı da daha donanımlı bir mücadele yürütülecektir, caydırıcı bir güç olunacaktır, engellenecektir. Bir de bununla birlikte tabii ki sisteme karşı da, yani faşist sistemin kendisine karşı da daha politik bir güç olarak ortaya çıkacaktır. Kazandık, oldu bitti değil, kazanımların daha fazla örgütlü bir güce dönüşmesi noktasında yapılacak çok iş var. Daha profesyonel bir biçimde bunlara yüklenmek gerekir.
Rojava açısından belki de dünyada ilk defa böyle bir sistem işliyor. Rojava’da hem ön seçim yapılıyor hem de bu ön seçim içerisinde kadınlar kendi adaylarını kendileri belirliyorlar. Bildiğim kadarıyla dünyada bu tarzda bir seçim sistemi yoktur. Çok önemli bir örnek. Yani kadın kendi iradesiyle kendi öncüsünü seçmek istiyor. Burada erkekten azade bir biçimde ilkeleri var, kriterleri var. Ön seçimle aslında kendi iradesini belirliyor ve o iradeyi aslında eşbaşkan adayı olarak ortaya koyuyor. Bu çok önemli bir kazanım. İnanıyorum böyle bir yöntemle, tarzla ele alınan seçim daha güçlü sonuçlara yol açacaktır. Rojava açısından da, kadın kazanımlarını güçlendirmek açısından da önemli bir hem yöntem ama mevziyi de kazandıracaktır diye düşünüyorum.
Bir de öz savunmayla bağlantını da ifade edersem; deklarasyonda da demiştik ki, kendini yönetemeyen kendini savunamaz, kendini savunamayan kendini yönetemez. Yani öz savunma kendini yönetmek anlamına da gelir aynı zamanda. Kadınlar kendi kendisini yönetebilir, kendi kendisi politika üretebilir. Cins olarak bir örgütlülüğü yaratarak mücadelesini güçlendirebilir hale gelmesi çok önemli. Bu açıdan da bunun üzerine de çok durmak lazım. Yani kadının öz yönetim sistemi, kendini yönetebilmesi ve bununla bağlantılı olarak kendisini savunması gerekiyor.
1 MAYIS’I BÜYÜK BİR DİRENİŞ BAYRAMINA DÖNÜŞTÜRMELİYİZ
Kadınlar, analar aslında en büyük emekçidir. Yani yaşamın salt maddi üretiminde değil manevi üretim anlamında da aslında anaların hakkı hiçbir şekilde ödenemez. İşçi emekçilik boyutuyla baktığımızda kadınların emeği mesela asla hiçbir ücret karşılayamaz. Yani yaşamın inşa edicileri emekçileridir. Elbette ki burada erkekleri dışlayarak söylemiyorum ama herkes bunda hemfikirdir. Dolayısıyla 1 Mayıs, bir işçi-emekçi bayramı olarak ifade edilir. Tabii ki biz bir direniş gerçekliği olarak ele alıyoruz. Halklar direndikçe, kadınlar direndikçe aslında bayram vardır, neşe vardır. Egemen erkek sisteminin bu kadar karartmış olduğu yaşam gerçekliğinde anlamsızlaştırdığı, işte emeğin büyük bir saldırı altında, sömürü altında olduğu bir gerçeklikte buna karşı direnmek en büyük bayramdır. Bu sisteme karşı başkaldırmak ve aynı zamanda kendi alternatif sistemlerini inşa etmek, emekçilerin kendi yaşam sistemlerini inşa etmeleri en büyük bayramdır. Dolayısıyla biz bu 1 Mayıs’ı da gerçekten büyük bir direniş, isyan bayramına dönüştürmeliyiz.
Kürt halkı ve Kürt kadınları başta olmak üzere hemen her yerde Kürtlerin ve tüm halkların kendi emeğini sahiplenmesi, emeğini özgürce aslında kullanabilmesi, yaşayıp yaşatabildiği bir yaşamı inşa etme temelinde mücadelesini yükseltmesi çok önemli. 1 Mayıs, emek mücadelesini, emek direnişini büyütme anlamında sembol bir gündür.
Bu 1 Mayıs günlerinde yüzlerce insan katledildi. Taksim Meydanı’nda katledilen insanlarımız oldu. O şehit düşen, Taksim Meydanı’nda şehit düşen emekçilerin anıları önde saygıyla eğiliyorum. Ondan sonraki yıllarda da 1 Mayıs şehadetleri oldu. Bütün bu 1 Mayıs şehitlerine vereceğimiz cevap, emeğimizi daha fazla, daha güçlü sahiplenmek için 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak, her yerde olmak, sokaklarda isyanımızı haykırmak ve emeğimize kesinlikle sahip çıkmak esas yaklaşımımız olmalı. Bu anlamda başta kadınlar, analarımız ve genç kadınlar olmak üzere tüm emekçileri, hayatını emekle ören, büyük bir ter dökerek aslında emekle ören tüm insanları direniş gününe çağırıyorum.