HABER MERKEZİ-
Ali Haydar KAYTAN:
“Önderlik Gerçeği ve Parti tarihini Önder Apo’nun kendisinden öğrenmek gerekir. Önder Apo’nun bu konuda derinlikli çözümlemeleri var. Parti tarihinin Önderlik tarihi olması demek, Önderlik dışında geri kalan herkesin bu tarihin dışında kaldığı anlamına gelmiyor. Herkes bu tarihin içinde ama bir de bu tarihi bilerek yaşayanlar var, yani tarihe yüksek bir bilinçle katılanlar var, bilinçli ve örgütlü bir pratiğin sahibi olanlar var. Kuşkusuz bunlar Önderlik gerçeği kapsamında yer alıyor. Her ne kadar temsiliyeti bir kişide ifadesini bulmuş olsa da Önderlik gerçeğini dar anlamda sadece Önderlik gerçeği olarak ele alamayız. Bu biçimi ile Önderlik gerçeği anlaşılmayabilir. Burada bir kurumsallaşmadan söz ediliyor, böyle olunca Önder Apo’nun gerçeği demeniz gerekiyor. Kurumun fiili ve resmi temsilcisi var, kaçınılmaz olarak da bu böyle ama Önderlik gerçeğini diğer herkesten soyutlayarak sadece Önder Apo ile sınırlandırmak da doğru değildir. Önder Apo elbette birçok insanı kendi gerçeğine katıyor, dolayısıyla onlar katıldı mı, o gerçeğin içinde yer alıyorlardır. Biz hepimiz Önderlik gerçeğine katılıyoruz. Önderlik gerçeğine katıldıktan sonra o gerçeğin dışında kalınamıyor. Kuşkusuz Önderlikle gerçek anlamda bütünleşmiş kadro şehitler gerçeğini içinde taşır. Şehitler gerçeğinin kendisi Önderlik gerçeği kapsamındadır.
Başlangıç tek kişiyle başlıyor. Bütün Önderlik hareketlerinde biraz böyledir. Tekil başlarlar ama çoğullaşma arzusu taşırlar, önce hayallerinde çoğalır, hayallerinde milyonları sürüklemek ister, milyonların içinde yer aldığı bir özgürlük yürüyüşü yaratmak isterler. Hayalleri böyledir ve pratik giderek buna doğru yürür. Önderlik gerçeğini toplumsal gerçekliğin dışında göremezsiniz, en güçlü ve en yoğun toplumsallaşma hareketidir. Bu açıdan bakıldığında Önderlik gerçeğini dar anlamda bir bireyin oluşumu olarak göremiyorsunuz. Birey ama kendisinde bir toplumu oluşturuyor, birey ama deyim yerindeyse kendisinde yeni bir insanlık oluşturuyor, temel özelliği bu oluyor. Zaten böyle olmazsa Önderlik olmuyor, ufkuna bütün insanlığı almazsa Önderlik olmuyor. Önderliklerin ufkunda her zaman insanlık vardır, hitap ettikleri güç tüm insanlıktır. Dar anlamda sadece bir ulusa hitap etmezler.
Önder Apo hep ‘Kurdistan Devriminin biçimde ulusal olduğunu fakat özünde enternasyonalist bir devrim yani uluslar üstü bir devrim olduğunu’ söyledi. Bu yönüyle Apocu hareketin amacı sadece Kurdistan devrimi değil, Kurdistan devrimi deyim yerindeyse bir araçtır, amaç ise dünya devrimidir. İlk başlarken bile ilk harfi budur, gerçekten hareket böyle başlıyor, çıkışı böyle oluyor.
Dikkat edildiyse Önderlik hareketimizin tarihini üç temel döneme ayırıyor. Aslında kendi gerçekliği somutunda hareketi değerlendiriyor. Birinci doğuş dönemi; bunu doğal doğuş olarak da adlandırdı, yani anadan doğuş ile başlar. PKK tarzındaki oluşumun başlangıcına kadar gider. İkinci dönem; PKK ile başlar 1999’a kadar yani uluslararası komploya kadar, bu ikinci doğuş dönemi olarak adlandırılabilir. Üçüncü doğuş dönemi; İmralı süreci ve sonrasındaki doğuş dönemidir.
Dikkat edilirse PKK hareketini ele aldığımız zaman ikinci dönemi ele almış oluyoruz. Ama bunu oluşturan ve buna zemin teşkil eden bir başlangıç var. Önder Apo’nun kendisini ve çevresini tanımasıyla başlayan, sosyalizmle tanışmasına kadar olan süreci Apocu hareketin doğuşu açısından bir alt yapı oluşturma süreci olarak adlandırılabilir. Bu başlangıcından kopuş değildir. Belki de Önder Apo’yu temel özellikleriyle en iyi biz bu dönemle tanımlayabiliriz. Şunu çok iyi anlamak gerekir ki, Önder Apo ‘Bir Halkı Savunmak’ kitabında bunu ortaya koymaktadır. “Kişi yedisinde neyse yetmişinde de o dur’ biçiminde bir halk deyimi var. Demek ki yedi yaşındaki Önder Apo anlaşılmazsa dolayısıyla o çocuğun duruşunu, kişilik olarak şekillenmesini, tutumlarını, davranışlarını, eğilimlerini, yönelimlerini anlamadan Önderlik gerçeği de çok fazla anlaşılamaz. Bu açıdan Önderliğin çocukluğuna kadar gitmek ve Önderliğin çocukluğunu çok iyi anlamak gerekiyor. Aslında kendimizi tanımak istiyorsak çocukluğumuza dek uzanmamız gerekmektedir. Bütün çocuklar bir yönüyle temel özellikleriyle birbirlerine benzerler, çocukların da temel özellikleri var, bu yönüyle ortak özelliklerde buluşurlar. Ezici çoğunluğun şekillenmeleri birbirine benzer ama aykırı bir kişilik tarzında şekillenmeler de ortaya çıkabilir ya da bilinçli bir biçimde aykırı olmak isteyen insanlar çıkabilir. Önder Apo mümkün olduğu ölçüde mevcut gerçekliğe aykırı durmak isteyen bir kişiliktir, başından itibaren kesinlikle böyledir. Önderliğin çocukluğuna dönmek, hareketin temellerini ve mayalanmasını o süreçlere dayandırmak gerçekten çok anlamlıdır. Böylelikle Apocu gerçekliği çok daha iyi anlayabiliriz.
Tarihi değerlendiğimizde ya da bir olguyu bir gerçekliği anlamaya çalışırken her zaman için dönüp geriye bakmak gereklidir. ‘Ne oldu, neler yaşandı, kimler nasıl davrandı ve nasıl mücadele etti, nasıl bir duruş sergiledi, içinde bulunulan noktaya nasıl gelindi?’ sorularına cevap vermek için mutlak suretle geriye dönüp bakmak gereklidir. Önder Apo da sürekli geriye dönüp baktı böylelikle kendisini anlamak tanımak istedi. Bundan daha bilimsel bir yaklaşım olamaz. Önder Apo “ben bir mucize değilim, ben bilimsel bir gerçekliğin ifadesiyim” dedi. Mucize olmamak önemlidir, birçoğumuzun yaklaşımında Önder Apo’yu mucize gibi algılama tutumu vardır. Sanki Önderlik böyle hepsini almışta geri kalanlara fazla bir şey bırakmamış biçiminde bir duruş var. Öyle değildir, çünkü herkeste bir zihin ve düşünme organı olarak beyin var, herkeste bir yürek var, yani herkeste bir analitik ve duygusal zekâ potansiyeli var ama herkes aynı ölçüde işletemez. Zaten önemli olan onu işletebilme gücü ve kapasitedir.
Bu boyutuyla baktığınız zaman gerçekten birçok insanda kendi potansiyelini işletememe gerçeği var ya da daha doğru bir deyişle şöyle de söylenebilir. İnsan inşa edilmiş bir gerçekliktir. Ya da insan toplumsal bir varlıktır, her toplumsal varlık ve gerçeklik gibi insan da inşa edilmiş bir gerçekliktir. Bunun anlamı şudur: İnsan toplumsal bir gerçekliğin ürünüdür. Tanrı yaratımından çok toplumsallığın yaratımıdır. Zaten tanrıyı toplumsal kimlik olarak tanımlıyoruz, tanrı toplumun kimliğidir. Toplum tanrıyla kendine bir kimlik biçmekte ve tanrıyı yücelterek aslında kendini yüceltmektedir. Bu nedenle bir yaratıcılıktan söz edilecekse buradaki yaratıcılığı topluma atfetmek daha doğrudur. Toplum, inşa etmek ve bir yönüyle de yaratmak demektir. Dolayısıyla toplum insanı yaratır hatta tersi de doğrudur, insan da toplumu yaratır, toplumsal gerçeklikler de insanın eseridir.
Uygarlık, hakikatin yitimi demektir
Birey de toplumun inşasında çok önemli bir rol oynar. Kendilerini inşa eden bireyler aynı ölçüde bu inşayı toplumsal gerçekliğe yansıtırlar, toplumu yeniden inşa ederler. İkisi birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Dikkat edelim Önder Apo savunmaları yazmaya başlarken ilk önce ‘Toplumsal Gerçeklik ve Birey’ diye başladı. Elbette önceliği toplumsal gerçekliğe verdi ama bireyi de toplumsal gerçeklikten koparmadı. Toplumsal gerçekliğin dışında bir birey olmaz, birey her zaman için toplumsal gerçekliğin içindedir, ikisi bir bütünlük oluşturur ama ikisi aynı zamanda birbirlerini yok eden değil, karşılıklı etkileşimlerle birbirini güçlendiren olgulardır. Birey ne denli güçlüyse o denli toplumu güçlendirir. Tersi de doğrudur bir toplum ne denli güçlüyse o denli özgür ve güçlü bireyler yetiştirir. Bu açıdan bakıldığında, bireyin kişilik olarak belli bir toplumsal zeminde şekillendiği görülür. Demek ki bireyin toplumsal gerçeklikle ilişki ve çelişkileri çok önemlidir.
Ayrıca biz toplumu ve insanı anlamaya çalıştığımızda şunu görüyoruz: Hakikatten uzaklaştırılan onu kaybeden bir insanlık gerçeği var. Uygarlık, hakikatin yitimi demektir. Önderlik bunu defalarca söyledi, zaten bütün savunmalarda esas itibariyle üzerinde durduğu olgu budur. Uygarlık hakikat yitimine denk düşüyor, hakikat uygarlık ile birlikte yitiriliyor. Daha gerilere başlangıca doğru da götürebilirsiniz, ataerkilliğin oluşumu aslında toplumda belli bir yarılmanın da başladığı bir süreçtir. Toplumsal yarılma ya da toplumsal bütünlüğün parçalanması, aynı zamanda hakikat yitimine denk düşüyor. Bu çerçevede bakıldığında ilk olarak kadının ana erk konumundan uzaklaşması özcesi hakikat yitiminin başlangıcıdır. Hakikat yitimi uygarlıkla da başlamıyor, hiyerarşinin olumsuzlaşmaya başladığı dönem tam da hakikat yitiminin kendisi oluyor. Hakikat yitiminin ilk başlangıcı kadının sosyolojik olarak toplumsal gerçeklikte ikinci plana düşmesi yani erkeğin öne geçmesi, erkek egemen zihniyetin oluşum süreci yeni bir şekillenmeyi ifade ediyor. Ona göre insan yeniden şekilleniyor ve zaten sonrasında uygarlığın temellerini de esas itibariyle ortaya çıkaran bu oluyor. Uygarlığı bir zihniyet ürünü olarak tanımlamak gerekir. Burada sorun uygarlık anlatımı değildir, esas olan şey hakikatini yitiren bir insan ve dolayısıyla hakikat arayışıdır.
İnsan düşünen bir varlıksa düşünmek aynı zamanda yaşamaya denk düşüyor. Varlık, canlı olmak anlamına geliyor. Var olmak aynı zamanda zihin sahibi olmaktır. Çünkü zihin canlılığın özüdür. Her canlının bir zihni var, insanda bu zihin daha belirgindir, çok çarpıcıdır. Bütün canlılarda ortak bir zihin var, buna da ‘duygusal akıl’ deniliyor, fakat analitik akıl insanın ayırt edici özelliği oluyor, insan ikisinin birlikteliğini ifade ediyor. Ama uygarlık bu iki zihniyeti aklı da çarpıtıyor, zaten kişilik şekillenmesi de böyle oluyor, kişiliği şekillendiren esas itibariyle zihniyettir. Zihniyet çarpıtılınca kişilik te çarpıtılıyor. Yeni bir sistem, toplum ve yeni bir kişilik oluşturmak istiyorsanız öncelikle onun zihniyetini yaratacaksınız. Sistemi, kişiliği, oluşumu sürekli kılan onun zihniyetidir. Oluşumu, gerçekliği asıl kalıcı kılan onun zihniyetidir, zor ve şiddet değildir. Tabi şiddet de önemli ölçüde rol oynuyor ama şiddet kendi başına etkili olmuyor. Bu yönüyle zihniyet üzerinde durmak gerekiyor. Önderlik boşuna zihniyet devriminden söz etmiyor. Biz de Önderlik gerçeğini ve Parti tarihini ele alırken belki de zihniyet devriminde en fazla yoğunlaştığımız bir süreci yaşıyoruz.
Toplumsal tarihin başlangıcında insan farklıdır. Hakikat yitirilmişse demek ki vardı. İnsan milyonlarca yıl kendi hakikatini yaşadı, hakikatten bir uzaklaşma olmadı, elbette bir hakikat arayışı oldu. İnsanın her dönemde yeniyi, iyiyi, doğruyu, güzeli arayışı her zaman için vardır. Canlılık da bu demektir. Özellikle insanda canlılığın bir özelliği de kendisini hep yenileme istemidir. Cansız bir varlık kendisini yenileyemez. İnsandaki yenilenme istemi diğer canlılara oranla çok daha güçlüdür. Gençliğin diğer kesimlerden farkı yeniye müthiş açık olmasıdır. Yeniye açık olmak aynı zaman da yeniyi aramak ve ona ulaşmak anlamına gelir ki, bu özellik onu oraya götürür, fedailik ruhu bile buradan gelir. Gençliğin maceracı karakteri bile buradan gelir. Bunu bilinçlendirerek fedai ruha dönüştürebilirsiniz.
Bir de canlılığa baktığınızda şunu görebiliyorsunuz; canlı olmak güç olmak demektir. Daha ötesini söyleyeyim, canlı olmak evrensel sonsuzluğa katılma istemini dile getirmek demektir. Yani her canlı sonsuzlaşmak, ebedi olmak ister, bu yüzden de yaşama kök salmak ister. Bu insanda daha belirgindir, insanda zirvededir. İnsan tüm varlıkların üstünde bir varlıktır. Bazıları “niye varlıkta hiyerarşi kuruyorsunuz” diyor, bu yanlıştır, çünkü insan bir üst evrendir. İnsanı yeni bir âlem evren olarak tanımlamak gerekir, insan bunu hak ediyor. Önderlik “insan tüm canlılar âleminin toplamı, mirasçısı, amacıdır” diyor. Tüm bitkisel ve hayvansal gerçeklikleri insanda bulabilirsiniz, insan hepsinin özetidir, toplamıdır daha doğrusu insan hepsini içinde taşır ama bütün hayvanları ve bitkileri toplasanız bir insan etmez. Bu insanın değerinin her şeyin üstünde olduğu anlamına gelmiyor, insan farklı bir evren, bir üst evrendir, bu açıdan insan gerçekten anlamlıdır.
İnsan toplumsal bir varlıktır
İnsanlığın gelişimine baktığınız zaman kat ettiği mesafeler var, temel özellikleri genel eğilimden kopmuyor. Birincisi; insan toplumsal bir varlıktır. Bu değişmeyen temel özelliği oluyor. İnsanlaşmada toplumsal karakter nitelikleşir, gelişir, güçlenir, özü sağlamlaşır ama değişmez. Ortada bir değişmeyen var ki değişimi ona göre izah ediyorsunuz. Toplumsallıkta öz her zaman aynı kalır, özün aynı kalabilmesi için biçimin sürekli bir biçimde değişmesi gerekir. Anlam gelişir ve yetkinleşir ama anlamın içinde var olduğu yapı sürekli bir biçimde değişir, değişen çoğunlukla yapıdır. Belki anlam gelişir, dönüşür ama değişen daha çok yapılardır, değişim orada olur. İnsan bu yönüyle gerçekten harika bir varlıktır.
Bir örnek verelim, insanın bir zihniyeti var. İnsanın doğa ile uyumlu yaşaması, bu algıyı ve bunun yarattığı sonuçları bizler gerçekten yeterince tahayyül edebiliyor muyuz? Bugün istendiği kadar canlılık anlatılsın ama ölü doğa anlayışı daha egemendir. Etkileri çok derindir. Hakikatten kopuşun yarattığı tahrip edici sonuçlar çok büyüktür. Evren ve bütün varlıklar birdir, hakikat birdir, hepimiz farklılıklar olarak onun içindeyiz ondan ayrı değiliz. Hepimiz evrensel gerçekliğin içindeyiz ve her birimiz de evrensel gerçekliği anlatıyoruz. Bu tarzdaki bir insan algısı başlangıçta kendiliğinden vardı. İnsan yaşamı, yaşamın özü bir bakıma özgürlüktür. Özgürlüğü toplumsallıkla bağlantılandıracak olursak, zaten başlangıçta insan özgür olduğu için kavram olarak özgürlüğe ihtiyaç duymuyor. Özgürlük kavram olarak sonradan ortaya çıkıyor. Ne zaman ki baskı gelişti, insan köleleşti o zaman özgürlük sorunu ortaya çıkıyor. Toplumsal gerçekliği içinde kendiliğinden var olan özgürlük yüzeye vurup kavramlaşarak toplumu daha güçlü bir biçimde etkilemeye başlıyor, öncesinden toplumun içerisinde zaten var. Özgürlüğü esasta hakikatin bütünlüğüyle bağlantılandırmamız gerekir. Hakikat bütündür. Bu anlamda uygarlığın hiyerarşinin daha doğru bir deyimle ataerkilliğin çıkışına kadar hakikatin bütünlüğünden bahsedile bilinir, o zamana kadar insanlığın algısında hakikat bütündür. Bütünlük ve tamamlayıcılık ilkesi insani gerçekliğin kendisinde vardır ve bu müthiş bir şeydir.
Sonrasında bu bütünlük çok zayıflıyor. İlk insan “benim gücüm bu kadar, ben bunu yapamam, biz bunu yapamayız” demez böyle bir şey aklına bile gelmez. Çaresizlik yerine çare aramak vardır. Elbette insanların çok ciddi sorunları var ama o ortaklık, toplumsallık bilinci, her şeyi yapabilirlik, her şeye kadirlik algısını yaratıyor. Nasıl ki tanrı her şeye kadirse o zaman toplumsallığın da her şeye kadir olduğuna inanılır. Dolayısıyla hiyerarşinin oluşmaması bütünlüğü ifade eder, bu anlamda toplumsal gerçekliğin içerisinde bütünlük var. Bu gerçeklik doğa içerisinde doğa ile bir bütünlük oluşturur, ondan kopma yoktur. Bütün bir evrensel gerçeklikle bütünleşme var. Bütünlük ilkesine sonuna kadar bir bağlılık var, bütünlük gücün kaynağıdır, parçalanmak güçsüzlüktür.
İnsanda asıl olan anlamdır. Anlamdaki soyluluk, derinlik ve bütünlük insanı gerçekten güç haline getiriyor. Gücü de insanın yaratmış olduğu maddi değerlerde, uygarlık eserlerinde maddi yapılarda görmemek lazım, asıl güç anlam gücüdür. Önderlik, “hiçbir güç anlam gücünün üstünde bir güce sahip değildir” dedi. En büyük güç anlam gücüdür, diğer bütün güç biçimleri anlam gücü karşısında sadece fiziksel güç gösterisi seviyesindedir, kaba güç gösterisidir yani anlam gücü tüm güçlerin üstündedir. Onun için Önderlik; “anlamın ve hissin yarattığı insan en güçlü insandır” dedi. Önderlik gerçeğini kavramak açısından bunlar önemlidir.
Önder Apo uygarlığa karşı direnen ona katılmayan insandır
Önderlik gerçeğine bakıldığında Önder Apo’nun uygarlığa karşı direnen, ona katılmayan insan olduğunu görürüz. Önderliğin en temel özelliği budur, daha çocukken bile uygarlığa katılmıyor. Kendi ülkesinde yaşadığı koşullar itibariyle aşılmakta olan feodal uygarlık sistemi var, Önderlik buna katılmıyor. Yeni gelişmekte olan kapitalist modernite sistemi var, ona da katılmıyor. İkisi karşısında aldığı bir duruş var. Önder Apo uygarlığa katılmayan çocuk olarak tanımlanabilir. Yabancılaşmaya katılmıyor, Önderliğin en belirgin özelliklerinden biri de budur. Önder Apo bu konuya ilişkin “ben hiçbir zaman çocukluk hayallerime ihanet etmedim. Hiçbir zaman ruhumu satmadım, ben ruhumun bekâretini korudum” dedi. Kendi ruhunun bekâretini korumak gerçekten önemli bir şeydir, bu kavramın kendisini derinliğine sorgulamak gerekir. Ruhun bekâreti, ruhunu korumak, ruhunu satmamak nedir? Sınıflaşmanın kendisi, ana toplumdan kopmak ruhunu satmanın kendisidir, özü budur. Önder Apo’nun daha öncesinden kimliğine ilişkin tanımlamaları var. ‘Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa’ kitabında da var, fakat sonrasındaki savunmalarda daha çarpıcı olarak “Yeniden Tanımlanmak İstenen Bir Kimlik” başlığı var. Önder Apo “ulaştığım bilinç düzeyine bağlı olarak kimliğimi yeniden tanımlıyorum” diyor.
Çocuk 5-7 yaşları arasındaki süreçte biyolojik ve anlam olarak daha tam gelişmemeyi ifade ediyor. Biyolojik olarak hala anneye muhtaçtır, başlangıç itibariyle çocuk annenin bedeninin ayrılmaz bir parçasıdır, onun yaşam sahası anne bedenidir, ondan ayrılmaz, beslenmesi güvenliği korunması her şeyiyle anneye bağlıdır. Yine zihinsel olarak bu yaşlarda çok fazla gelişmemiştir. Çocuğun kendisini ve çevresini tanımaya ve sorgulamaya başladığı süreç ağırlıklı 7 yaş civarıdır, bu yaştan itibaren çocuk çevresini tanımak ister, kendisini anlamak ister, sorular sorar anlamaya çalışır. Başlangıçta çocukta öğrenme istemi var, zaten canlılığın kendisi bir öğrenmedir, canlılık demek öğrenmek demektir, özü budur. Ama daha belirgin bir hal alış özellikle sorgulama dönemine, soru sorma dönemine geçiş, bu tarzda soru sorarak anlama sürecine geçiş 7 yaş civarıdır. Önder Apo yedi hakikatten bahsediyor. Bir tanesi “ben kimim?’ sorusudur. Bu soru evrenin ilk defa kendini dillendirmeye çalışmasıdır. Belki de evrendeki tüm gelişme böyle bir soruya ulaşmaya yöneliktir. Belki de evrenin amacı da budur. Çünkü bilmeye açılan kapı buradan başlıyor. Yani kendini tanımaya başlayan, evreni bilmeye başlayan kapı buradan açılıyor, “ben kimim?” sorusu özü itibarıyla evrene yöneltilmiş bir sorudur. Çünkü bu soruya verdiğiniz cevap sizi ‘ben benim, ben evrenim’ sonucuna kadar götürür.
Bütün algılanmaların kaynağında insan var, bizim bütün algılarımızın öznesi insandır, insanın dışında başka bir algı kaynağımız yoktur. Bilginin ve bilincin kaynağı insandır. İnsan dışında bilgiyi çıkardığımız güçler var ama bize bilgiyi sunan güçler yoktur. Evrene, doğaya ve insanlığa ait bildiğimiz ne varsa bütün bilgiler insana mahsustur. O açıdan bu nokta önemlidir. 7 yaş civarı da bir yönüyle böyle bir sorunun gündeme geldiği süreçtir, kendini tanımaya başlama sürecidir. Kendini tanımak öncelikle “ben kimim?” sorusunu sormaya başlamakla başlar, bunu böyle formülleştirilmiş bir biçimde doğrudan sormazsınız ama duruşunuz, sorgulamalarınız hepsi özü itibariyle bu anlama gelir.
Bazı şeyler fark edilmeye başlanır, ölüm diye bir şey var. İkincisi; ben farklıyım, başkaları var, anne-baba gerçeği var, zenginlik ve yoksulluk var, acı ve sevinç algısı oluşur, çocuk bunları keşfeder. İnsan kendi çocukluğuna dönse zenginlik ve yoksulluk diye bir şeyin varlığını fark eder. Bazıları yoksuldur, fakirdir, baskı altındadır. Bunların çocuk üzerinde yarattığı etkiler var. Bir yönüyle de öğrenmek acı ile yüzleşmektir, gerçekten de böyledir. “Acı görmenin bedelidir” derler. Çünkü haksızı görürsünüz, haksızlığı gördüğünüzde acı çekersiniz. O yüzden bazıları acı çekmemek için bilinçli bir biçimde gözlerini kapatmayı tercih edebilir. Çocuk bunları görür dolayısıyla bu anlamda kendi farkını, kendisinin ayrı bir varlık olduğunu anlar, bir toplumsal gerçekliğin içindedir ama onlardan farklıdır. Bu bir yönüyle de kendinin farkına varmaktır, farkındalık bilincin en gelişmiş biçimidir. Gerçekten özgürlüğü farkındalıkla tanımlamak da mümkündür, bilmek budur, anlamak ve farkında olmaktır. Önder Apo açısından sürecin biraz bu yaş civarında bu tarzda başladığı belirtilebilir.
Önder Apo Parti Merkez Okulu’nda “Sizce benim farkım neydi? Sizden biraz daha farklıyım. Belli bir gelişmeyi kat ettiğimi kimse inkâr edemez, neden ben bunu başardım? Neden böyle bir gelişmeye yol açtım? Peki sizler böylesi bir gelişme sürecine neden girmediniz?” diye sorardı. “Benim gücüm yaşamı tanımaya başladığım andan itibaren, ‘ben böyle yaşamayacağım’ dememle başlar, benim gücümün kaynağı budur, çünkü verili toplumsal yaşama baktım ve o yaşamı sorguladım” dedi.
Bu sorgulama bugünkü sorgulama düzeyine benzer bir sorgulama değildir, kesinlikle öyle bakmamak gerekir. Önderlik duruşunu sorguluyor, “benim duruşum şu anlama gelir” diyerek tanımlama yapıyor ve “yaşam bu olamaz bu yaşam ihanete uğramıştır ve mevcut haliyle yaşanmaya değmez, bu haliyle katılmamak lazım. Ben bu yaşama katılmayacağım, ben sizin gibi yaşamayacağım” dedi. Bu çok önemli bir duruştur. Önderliğin büyüklüğünün kaynağı esas itibariyle gerçekten buradadır.
Bir de bunun arka planı var. Yaşamla doğruluk arasında bir bağ var, doğru olmadan yaşam olmaz, yanlış kurgulanmış bir yaşam doğru yaşanmaz, o açıdan da yaşamak için doğru yaşamak gerekir. Ortada yanlış bir yaşam var. Önderlik “bu yaşam yanlış bir yaşamdır” diyor. Bu yaşam özü itibariyle yanlış kurgulanmış bir yaşamdır, o zaman doğru yaşam nasıl yaşanmalıdır? Yaşam için doğru gerekir, o zaman doğru nerede? Arayış işte böyle başlar. Her özgür yaşam yürüyüşü doğruyu arayış yürüyüşüdür. Doğru olan nedir? Hep vurguladığımız gibi hakikat doğrulukla ilgilidir, Hakikatin özü doğruluktur, doğru, iyi, güzel ve özgür olan bütün arayışlarımız hep bu çerçeveye göre gelişir ama esası doğru olandır. Peki doğru nedir? Onun için doğru olanın peşinde koşmak eşittir hakikat yürüyüşünün kendisidir. Önderliğin ondan sonraki bütün çabası doğruyu aramak biçiminde geçiyor.
Verili yaşama katılmamak neyi ifade edebilir? Birincisi; belli bir sisteme katılmamaktır. Çünkü yaşam belli bir sistem içerisinde geçer. Bir sistem var, o da uygarlık sistemidir. Önderliğin doğuş koşullarında feodal uygarlık sistemidir, tabi şu an Kurdistan’da çok fazla feodal sistemin varlığından söz edemeyiz, çünkü kapitalizm feodalizmi çözdü, kalıntı olarak elbette ki zihniyette etkileri var ama biz hareket olarak çıktığımız dönemlerde Kurdistan’ı tanımlarken “Kurdistan sömürge ve yarı feodal bir ülkedir” diyorduk. Yarı feodal, yarı kapitalist ama baskın olan feodalizmdir. Şimdi “Kurdistan yarı feodal bir ülkedir” diyebilir misiniz, değildir. Sadece zihniyet olarak var, bütün feodaller burjuvalaştılar. Köydeki çoban bile kapitalist modernitenin yaşam ilişkileri içerisindedir.
Önder Apo feodal yaşam tarzına ve onun uygarlık sistemine katılmıyor. Yeni gelişen kapitalist uygarlık sistemi var. Önder Apo onun da dışında kalıyor, her iki yaşam biçimine de katılmıyor. Her ikisine de karşıt duruş ve tavır alma önemli bir şeydir.
Önder Apo’nun çocukluğunda annesi ile bir çatışması var, orada bile gerçeklik çok rahat bir biçimde görülebilir. Anne çocuğu yaşama hazırlayandır. Önderlik savunmaların ilk cümlesinde “ana toplumsallaştırmanın esas gücüdür, toplumsallaşmanın temel gücüdür” diyor. Yani toplumsallık her zaman ana kadın etrafında gelişir. Ne denli zayıf olursa olsun, en zayıf ana bile evde çocuğu toplumsallaştıran temel güçtür, çocuğun kişiliğini şekillendiren başlangıç itibariyle esas olarak anadır. Önder Apo kendisi için “anam beni bir toplumsal gerçekliğe hazırlıyordu” dedi. Yani her ananın çocuğunu eğitme çabası aynı zamanda onu bir topluma hazırlama çabasıdır. Çocuk ananın eğitiminden geçerek toplumsallığa katılır. Önder Apo anne ile bu noktada çatışıyor. Önderliğin bu konuya ilişkin bu günkü değerlendirmelerinde “istese de anamın bana verebileceği bir toplumu yoktu, o toplum çoktan dağıtılmıştı. Bana bir yaşam tutamağı sunmak istiyordu, onu da kendisi elde edemediği halde bana vermek istiyordu” belirlemeleri var.”