HABER MERKEZİ- İSKAN AMED’İN KALEMİNDEN:
DESTANLARIN NİRVANASI 14 TEMMUZ DİRENİŞİ
“Kürtler, uygarlık tarihinin düşürülmüş bir toplumudur. Medler ile ayağa kalktılar. Ama iç ihanetler sonucu düştüler ve toparlanamadılar. Yaklaşık 2500 yıldır da kendi kabuğuna gömüldüler. İnsanlık tarihinin en eski kavimlerinden biri olan Kürtler, Neolitik devrimin yaratıcısıdır. En kadim toplum olmasına rağmen bugün uygarlığın en dip noktasında bırakılan bir toplumsal gerçekliğe sahiptir. Uygarlık güçleri tarafından yerin dibine batırılmaya çalışılan bir gerçekliği söz konusudur. Bastıra bastıra, eze eze, en diplere gömülmeye çalışılan bu topluma karşı uygarlık güçleri büyük bir ihanetin içindedir.
Dolayısıyla uygarlık güçlerinin yaptığı kötülük kendisine bumerang gibi dönecektir. Çünkü bu kadar bastırılan, ötelenen, ezilen, hiçleştirilen, tarihten silinmeye çalışılan bu toplum bugün hayırsız evlatlarının en ağır ihaneti ile karşı karşıya kalmıştır. Uygarlık güçlerini doğuran ve büyüten bu kadim toplumsal gerçeklikti. Ve uygarlık güçleri bu kadim toplumun mirasına konmuş, Neolitik devrimin öncüsü olan kadını ve Kürtleri dışlamıştı. Kadından başlayarak Kürtlerin bütün değerlerini ayaklar altına almaya çalıştı.
Kürtler son yarım asırdır bu güçlere madem sizler bu kadar hayırsız evlatlarsınız, bende sizi yeniden insanlığa kazandırmak için size karşı direneceğim diye karar verdi. Aslında Kürt halkının son yarım asırlık mücadelesi bu gerçekliği insanlığa anlatmaya çalışmaktadır. Uygarlık güçlerinin her türlü baskısını, hakaretini, zulmünü, şiddetini vakur bir ana gibi göğüslerken bu hegemonik güçlere karşı direniyor, pes etmeden mücadele yürütüyor. Adeta içinde biraz sevgi olduğu anlaşılan bir Anne gibi uygarlık güçlerine: ‘Sen buna layık değilsin. Böyle olmak zorunda değilsin. Doğru yola gelmelisin. Bu bataklıktan çıkmalısın. Bu güç sarmalından, hegemonik, iktidarcı, devletçi hastalığından kurtulmalısın. Özüne dönmelisin’ demektedir. Kürt toplumunun Önder Apo öncülüğünde ve savunmaları ile insanlığa verdiği mesajın özü de aslında budur.
Kürtler, dünyamızı yaşanmaz bir yer haline getiren uygarlık güçlerine: ‘Kendine gel, kendini bil, ne olduğunu, nerede doğduğunu hatırla. Neyin eseri olduğunu unutma. Bana borçlu olduğun değerlerin farkına var’ diyor. Demokratik uygarlığın değerleri tüm insanlığa: ‘Yaşam vahamız olan dünya böyle yönetilemez. Dünyamızı, doğamızı, sömürülen bir araç olmaktan kurtaralım. Yaşam kaynaklarımız böyle hunharca tüketilmesin. Bu kıyım insanlığa yakışmaz. Yaşam özgür olmalı, eşit, adil ve paylaşıma dayalı olmalıdır’ diye seslenmektedir. Bu bakış açısı Kürt özgürlük hareketinin ve Kürt toplumunun uygarlık güçlerine karşı duruşunun ve mücadelesinin de anlamı olmaktadır.
Kürt toplumu hala bu yüzden çok kolay affedebiliyor. Barış, kardeşlik, eşitlik ve adalet isteyen bir pozisyonda duruyor. Bir arada yaşayalım, kardeşçe yaşayalım diyen kimdir? Kürt toplumudur. Paylaşalım, paylaşımcı, kolektif olalım, birbirimizi açlığa, yokluğa, yoksulluğa mahkum etmeyelim, paylaşmayı bilelim diyen kimdir? Kürt toplumudur. Herkesin iradesine saygılı olunulmalı, herkes kendi kendini yönetmeli, herkes kendi özgür iradesine sahip olmalı. Kimse kimsenin iradesine baskı kurmamalı. Böyle olursa biz daha çok kanatlanırız. Daha çok büyür daha çok yüceliriz diyen kimdir? Kürt toplumudur.
Devletçi iktidarcı uygarlık ise: ‘Ben bunlara yanaşmam, egemenliği ele geçirmişim. Devleti, iktidarı ve gücü ele geçirmişim. Maddi manevi tüm kaynaklar elimdedir’ demektedir. Devletçi iktidarcı güçlerin nemalandırdığı sere serpe yetiştirdiği şımarık egemen sınıflar kibir içinde ben bunlardan vazgeçmem diyor. İşin özeti aslında budur. Ama bu hikaye pek anlaşılmıyor. Bu hikayeyi anlamak istemeyenler var. Dış dünya yani uygarlık dünyası demokratik uygarlığın değerlerine şiddetle saldırmaktadır. Bu nedenle Kürt toplumunun üstüne kolektif olarak geliyorlar. Abdullah Öcalan’ın öncülüğünde yürüyen Kürtlerin bu emellerinin gerçekleşmesini bitişleri olarak görüyorlar. Önder Apo üzerinde hukuk tarihinde eşi benzeri görülmemiş tıpkı uluslararası komplo da görüldüğü gibi uluslararası bir tecridin de bu kadar pervasızca yürütülmesinin temel nedeni bu korkularıdır.
Uygarlık dünyası sınıflı hegemonik devletli sisteminin yok olmasından korkuyor. Bu nedenle Kürtler karşısındaki tüm uygarlık güçleri çok rahat bir şekilde birleşiyorlar. Kürt halkının şehirleri, köyleri, ormanları yakılıyor, cesetlerine bile akıl almaz işkenceler yapılıyor. Nerede ise Kurdistan coğrafyasının tecavüz edilmedik metrekaresi bırakılmıyor. Tüm bunlara ses çıkaran bile yok. İnsan hakları ve demokratik değerleri dillerine pelesenk edenler neden bu yapılanları görmezden geliyorlar? Bu yapılanlar karşısında acaba niye sessiz kalıyorlar? Neden bu yapılanlara onay veriyorlar?
Uygarlık güçlerinin inkar ve imha saldırılarına karşı Kürt toplumu hala yaşıyor, ben buradayım diyor. Bu yüzden bu toplumu yenmek, alt etmek, imha etmek, tarihten silmek mümkün değildir. Çünkü Kürt toplumu insanlığın yaşam damarıdır. Yani şah damarıdır. Onu kesen kendisini yok eder. Kürt toplumu ortadan kaldırılırsa insanlıktan geriye ne kalacaktır. Çünkü uygarlığın devletli sınıflı yapısının antitezi Kürtlerdir. Demokratik uygarlığın temsilcisi Kürtlerdir. Bu tarihsel ve toplumsal bir hakikattir.
Dolayısıyla Kürt halkının karşısında bir sistemin olduğu aşikardır. Yani Kürtler bir sistem sorunu ile karşı karşıyadırlar. Kürtler bu sistemin bir parçası değildir. Olsa dahi Kürd’e düşecek hiçbir şey yoktur. Çünkü kapitalist uygarlığın dünyada sömürmediği, tutmadığı zerre kadar bir alan kalmamıştır. Olsa olsa Barzani ailesi gibi bir avuç işbirlikçinin önüne attıkları birkaç parça kemikleri vardır. Onları da haysiyetten, şereften yoksun bir biçimde ihanet içinde yaşatıyorlar.
Uygarlık bunu istiyor, tüm dünya böyle istiyor, diye sessiz mi kalacağız? Bizlerde sessiz kalırsak insanlığın sonudur, dünyanın sonudur. Çünkü mevcut sistemlerinin bir felaket halini aldığını akademilerinde yetişen bilim adamları söylüyor. Dünyamız 50 yıl daha böyle gidemez diyorlar. 50 yıl sonra dünya da yaşamın olmayacağını belirtiyorlar. Hatta başka gezegenlerde yaşam mümkün mü onu araştırıyorlar. Ay da Jüpiter de Uranüs de hayat var mı? Elbette yoktur ve oralarda yaşam ancak bir fanteziden ibaret olabilir.
Dolasıyla Kürtlerin isyanının özünde dünyayı, doğayı, yaşamı ve insanlığı koruma vardır. Bizi bu evren var etti ve biz onun bir parçasıyız. Evren önce oluştu. Biz insanlar sonra oluştuk. Bizi doğuran bu anaya karşı ihanet affedilemez. Doğduğumuz doğanın göz göre göre ortadan kaldırılmasına seyirci kalmak insanlığa ve evrene yapılan bir ihanet değil midir?
Kürt toplumunun isyanı işte bu ihanette karşıdır. Kürt toplumunun isyanı salt kendisi için değildir. Bu bir iç güdüsel savunma ve isyan anlayışıdır. Bu insanlığın iç güdüsel olarak kendini savunması ve varlığını sahiplenmesidir. Kökü tarihe, insanlığın var oluşuna dayanan bir öz savunma biçimidir. Kürt isyanı böyle bir gerçekliği bağrında muhteva eder.
Bu nedenle Kürt isyanı tarihte görülecek ve görünmüş en büyülü isyandır. En köklü, dünyada eşi benzeri olmayan bir isyan olma özelliğini taşımaktadır. Bu büyük isyanın en görkemli destanı ise şüphesiz 14 Temmuz Amed zindan direnişidir. 14 Temmuz direnişini bilen, anlayan ve farkına varan, Kürt toplumunun neden kaybetmeyeceğini ve kazanacağını da anlayacaktır.
14 Temmuz üzerine konuşmak ve yazmak zor bir iştir? Niye zordur? Çünkü insanoğlunun görebileceği en şedit bir süreçtir. Her anı çok şiddetli geçen, insanın hayatını, ruh dünyasını kökten etkileyecek, insana insan olduğunu utandıracak bir zaman dilimidir. Korkunç olayların yaşandığı bir süreçtir. Ama inanç kadar enerji veren başka bir gıdanın olmadığını da açlığa yatırdıkları bedenleri ile gösterdiler.
14 Temmuz olmasaydı insanın kendi soyuna, hemcinsine yaptığı ve yapabileceği böylesi bir kötülüğün olacağına inanması imkansız olurdu. Hatta böyle bir vahşetin yaşanmış olabileceğine dair bir hikaye duymuş olsa bile inanması zor olurdu. Ama 14 Temmuz’a giden süreç araştırılıp incelendiğinde hemen buna kani ve ikna olunacaktır. İnsan denen şey gerçekten böyle bir şey mi? İnsanda bu da mı bitermiş? İnsan böyle şeyler yapabilir mi denilecektir. Hem iyisiyle hem de kötüsüyle.
Bir tarafta insan olduğunu iddia eden ama insanlıktan zerre nasibini almamış Türk devletinin askerleri diğer tarafta gerçekten insanoğlu insanlar vardır. Aslında bu destan insan doğasında yaşanan iyi kötü, güzel çirkin, doğru yalan düalizminin en yalın kapışmasıdır. Peki, neden böyledir? Çünkü bir taraf egemendir. Hem de tepeden tırnağa. Tüm kuvvet elindedir. Her türlü avantaja, silaha, donanıma sahiptir. Diğer taraf ise daracık bir hücreye hapsedilmiştir. Elinde hiçbir araç kendini savunabilecek hiçbir silahı yoktur.
Bu öyle bir devlettir ki ekmeği, suyu, uykuyu yani insanoğlunun hayatta kalabilmesi için gerekli olan en asgari ihtiyaçları dahi bir silah gibi insana karşı kullanmıştır. Bir tarafta gücün zirvesini yaşayanlar, diğer tarafta ise tutsak edilmiş eli kolu bağlı insanlar. Aslında insanlar denmesinin nedeni olayın özünün daha iyi anlaşılması içindir. Çünkü iki sistem vardır. Bir tarafta özgürlük ve demokrasiyi temsil eden insanlar diğer tarafta hegemonyayı, diktatörlüğü, baskıyı ve zulmü temsil eden insanlar vardır. Yani beş bin yıldır yaşanan egemenlikçi, devletçi, iktidarcı güçler ile onların egemenliği altında yaşamak durumunda kalanların arasında yaşanan bir savaşın zirvesi Amed zindanında tarih sayfalarına düştü.
Fakat egemenlerin unuttuğu bir şeyler vardı. İnsanın özünde insanı insan yapan cevherler saklıdır. Bu irade ve inançtır. Egemenlere göre irade ve inanç eften püften şeylerdir. Asıl olan ise güçtür. Gücün varsa her şeyi yaparsın. Gücün yoksa güçlüye boyun eğer, teslim olur ve istediği noktaya gelirsin. Yani güce biat edersin. Başka bir seçeneğin de yoktur. Zaten uygarlık tarihine bakıldığında bu görülür. Güçsüz olanlar güçlü olana biat eder, boyun eğer, işbirlikçi ve hain olur. Ülkesini, halkını ve değerlerini satar. Yani güce güçlüye tabi olunur. Onların geleneğinde ve mayasında bu vardır. İradenin, inancın bir mücadeleyi temsil etmenin nasıl bir erdem ve değerler silsilesi olabileceğini düşünmediler ve akıllarına bile getirmediler. Onlara göre insan bir yere kadar dayanır, bir yere kadar direnç gösterebilirdi. Onların anlayışı budur.
Güçten mahrum bırakılanlar, güçsüzleştirilmek istenilenler, güçlenmek için her türlü araç gereçten yoksun bırakılanlar gücü ancak kendi özlerinde yaratabilirler. Yani bu kadar güçsüzlüğe bu kadar zulüm karşısında silahsızlığa, dayanıksızlığa yer olamazdı. Ve bu kabul edilemezdi. O zaman nasıl ayakta kalacaktılar. Bu kaynak ne olabilirdi ki? Onlara kalan bir miras dahi yoktu ki ondan çoğaltsınlardı. Mirasın özü ise onların kendilik düşüncesi, duygusu ve ruhuydu. Çünkü insanı insan yapan düşüncesi, amaçları ve hayalleridir. Dolaysıyla güçsüzlerin yaslanabileceği tek kuvvet kendileridir. Kendilerindeki cevherdir. Onlarda bunu yaptılar. Ve gerçek gücün ne olduğunu ne olmadığını Amed zindanında ortaya çıkardılar. Bu öylesine büyük bir destandır ki yazılmış ve söylenmiş tüm destanların nirvanası, insanlık tarihin de dille gelen tüm destanların şahıdır. Yoksunun en zengini yendiğini gösteren eşsiz bir destan… Ve Mehmet Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek, Akif Yılmaz ruhu yenilmez kılmanın mirasını bıraktılar ardıllarına ve insanlığa…
Şimdiki kuşağın tarihe çok meraklı ve ilgili olmadığı görülüyor. Bu çok acı bir şeydir. İnsan kendi tarihsel, kültürel mirasına dolayısıyla sahip olduğu değerlere uzak kalmamalıdır. Kalırsa fakirleşir, çoraklaşır ve geleceğe dair sağlam, doğru, güvenilir, isabetli planlar yapamaz. Gerçekleştirebilir, uygulanabilir ütopyalar, hayaller kuramaz. İnsan kendi tarihini merak etmez mi? Etmezse insanda ne biter? Cehaletten başka ne kalır? Günübirlik yaşamaktan başka ne kalır? Öyle yaşarsa insan geleceğe ne bırakabilir? Hangi büyük direnişten söz edebilir? Özgürlüğe gıptayla bakabilir mi? Tarihini bilmeyenlerin geleceğe bir miras bırakabilmesi mümkün olabilir mi?
Tarihten olduğu kadar yakın tarihimizde yaşanan 14 Temmuz zindan direnişinden öğreneceğimiz, alacağımız büyük dersler vardır. Geçmişin bilinmesi mutlak öneme haizdir. Geçmiş bugündür, gelecektir. Geçmişi olmayanın hiçbir şeyi yoktur. Canlı doğada elimize aldığımız taş bile koca bir kaya kütlesinin parçasıdır. Kum bile o taşın çakıla dönüşen ve sonradan ufalan yapısıdır.
Kürt toplumunun tarihinde ve yakın tarihimiz olan PKK tarihinde çok büyük olaylar yaşandı. Kürt halkının Amed zindanında dirilişini sağlayan 14 Temmuz direnişi her yönüyle insanlığın gıpta ile bakacağı bir direniş destanıdır. Çünkü hiçbir zorluk ve zulüm onların hayalleri kadar büyük değildi. O yüzden bedenlerini bir silah haline getirdiler.
12 Eylül darbesi neden gelişti? Kürt toplumu uyanmış ve Apocular öncülüğünde örgütlenmeye başlamıştı. Öz gücüne dayanarak örgütlenen Kürt toplumunun güç kazanmasını engellemek için NATO tarafından bir darbe mekaniği devreye konuldu. Onlara göre yılanın başı daha küçük iken ezilmeliydi. Yoksa büyük kaybedeceklerini anlamışlardı. Daima örgütlü toplum gerçekliğinden korkan faşist Türk devleti o nedenle 12 Eylül darbesini gerçekleştirdi.
1970 yılının ortalarında Önder Apo araştırmaları ve çabaları sonucunda Kürt toplumunun ideolojisiz, örgütsüz, felsefesiz ve siyasetsiz olduğunu idrak etmiş, halkıma örgüt, ideoloji, felsefe ve politika lazım demişti. Politikasız bir toplum yaşayamaz ve toplum olma yapısına sahip olamazdı. Çünkü bilimi, felsefesi, örgütü ve politikası olmayan bir toplum soykırım ile yüz yüze kalmaya mahkumdu. Kürdistan tarihini inceledikten sonra Kürt toplumunun sömürge bir ulus oluşunun gerçekliği ile karşılaştı. Her halk gibi onların da özgür yaşama hakkı vardı. Dilini, kültürünü, yaşatma ve geliştirme hakkından mahrum bırakılan bir toplum neticede eriyecek ve yok olacaktı. Önder Apo’nun fikirleri özellikle öğrenci gençlik içinde hızla yayıldı ve kısa süre zarfında muazzam bir güce dönüştü.
Apocu hareketin fikirleri Kurdistan gibi özgürlük değerlerine aç bırakılan bir ülke de öylesine yayılmıştı ki bu fikirlere sempati duyan kişiler kendiliğinden örgütleniyor, gruplar oluşturuyordu. Kürt toplumunda yaşanan bu uyanış, örgütlü bir topluma dönüşünce 1978 Kasım’ında PKK hareketinin kurulmasına yol açtı. Türk devleti, PKK hareketinin bu gelişimi ve oluşumu karşısında varlığını tehlike de gördü. Türk devleti Maraş, Çorum, Malatya, Elazığ ve daha bir çok kentte Alevi ve Kürtlere saldırarak katliamlar yaptı. Bu katliamların ana hedefi ise 12 Eylül darbesinin koşullarını oluşturmaktı.
Yine paramiliter bir NATO gücü olan ülkücü faşistler devlet tarafından silahlandırılıp, gençliğe saldırtıldı. Hemen hemen her gün onlarca genç katlediliyordu. Maraş da Çorum da Malatya da Elazığ da kitlesel katliamlar yapıldı. Bu katliamlar ile sıkı yönetim koşulları yaratıldı ve sıkı yönetim ilan edildi. Akabinde de 12 Eylül askeri darbesi gerçekleştirildi. 12 Eylül darbesinin amacı belli idi. Türkiye de yaşanan toplumsal uyanışı durdurmak ve ayağa kalkan, örgütlenmeye başlayan, güç olmaya çalışan ve politik bir güç haline gelen PKK hareketini tasfiye etmekti.
Önder Apo, darbenin ayak seslerini duymuş, devlet tarafından yapılan katliamların darbe provası olduğunu idrak etmişti. Bu yüzden hareketine nefes borusu açmak ve kadro gücünü korumak için Filistin’e yüzünü verdi. Ortadoğu’dan hareketini koordine edecek, koruyacak ve eğitecekti. Kürt halkının ve PKK hareketinin yenilmez oluşunun ana nedeni tarihsel, toplumsal, evrensel yasalar olduğu gibi bu yasalara göre yaşayan bir önderliğe sahip olmasından da kaynağını almaktadır.
Kimsenin görmediğini gören, kimsenin söylemeye cesaret edemediğini söyleyen, kimsenin düşünmediğini düşünen, herkesin yapamayacağını yapan, bir önderlik hem insanlığa hem de Kürt toplumuna lazımdı. Böylesine efsanevi bir önderlik en fazla düşürülen Kürt toplumunun içinden çıkıyordu. Bu topraklar, insanlığa, özgürlüğe ve demokrasiye açtı. Bu doğuşun yaşanması tesadüf değil evrensel bir kanundu. Çünkü nerede çelişkiler çok yaman ve keskin ise çözüm de orada gelişir ve başlardı.
12 Eylül darbesi, Anadolu ve Mezopotamya topraklarına tufan gibi çöktü. Esas tufan ise Kürdistan da yaşandı. Kürdistan da zulüm ve vahşetin elden geçirmediği tek bir köy, mezra, kasaba ve şehir kalmadı. Adeta Kurdistan toprakları zalimin eleğinden geçirildi. Türk ordusunun askerleri, insanları meydanlarda topluyor, erkekler anadan üryan soyuluyor, cinsel organlarına ipler bağlanılan erkekler, kadınların önünde dolaştırılıyordu.
PKK hareketine karşı ise muazzam bir operasyon başlatıldı. PKK gücünün üçte ikisi tutsak düştü. Korkunç sistemli işkence faslından sonra PKK kadroları ve sempatizanları zindanlara dolduruldu. Amaçları PKK hareketini zindanlarda çökertmek ve tasfiye etmekti.
Gövde Kürdistan da ama baş Ortadoğu coğrafyasındaydı. Amed zindanında Kemal Pir her fırsatta arkadaşlarına: ‘İki kişi yakalanmaz ise bu hareketi kimse bitiremez. Yakalansalar da düşman onlarla pazarlığa oturur. Bize işkence yaptıkları gibi onlara işkence yapamazlar’ diyordu. Kemal Pir’in kastettiği kişiler Önder Apo ve PKK hareketinin kurucu önderlerinden olan Cemil Bayık’tı. Tarihin bir cilvesi olsa gerek Kemal Pir’in söylediği şey gerçek oldu. Türk devleti, uluslararası komplo sonucu tutsak düşen Önder Apo ile İmralı adasında masaya oturdu. Sözlerini sürdüren Kemal Pir: ‘Önder Apo’yu gören düşmanın dizlerinin bağı çözülür. Onun olağanüstü gerçekliği ile karşı karşıya kaldıklarında kendileri de şaşırır’ diyordu.
Yine Amed zindanında itirafçı bir unsura dönüşen Şahin Dönmez de Türk devletine: ‘Abdullah Öcalan’ı yakalamadığınız sürece PKK’yi bitiremezsiniz’ diye bilgi vermişti. Yani PKK hareketinin içinde çıkan iki uçtaki insanında aynı şeyi söylemesi ne kadar da tuhaf değil mi?
Türk devletinin amacı salt PKK kadrolarını ve sempatizanlarını tutuklamak, işkence yapmak, mücadelelerinden alıkoymak, ortamı sakinleştirmek ve her şeye egemen olmak değildi. Amacı PKK’yi tarih sahnesinden silmekti. Kürtleri tekrar örgütsüz, ideolojisiz, felsefesiz, politikasız bırakmaktı. Önder Apo bu yüzden daima: ‘Örgütlü olmak her şeydir. Örgütsüzlük yokluktur, hiçliktir. Örgütlüysen bir güç ve değer olabilirsin’ diyordu. Yani Önder Apo, örgüte ve örgütlenmeye daima işin püf noktası olarak baktı. Türk devleti işte bu nedenle önce örgütlülüğü ortadan kaldırmayı ve ardından PKK hareketini tasfiye etmeyi hedeflemişti. Egemen güçlerin Türk devletine verdiği emir buydu. Türk devleti tutsak aldığı PKK’lileri insanlıktan çıkarmayı hedeflemişti. Onlara inançlarını, düşüncelerini, amaçlarını kusturacaktı. Onları ideolojilerinden arındıracak, mücadelelerine ihanet eden insanlar haline getirecekti. Bunun için korkunç bir plan yapmış ve bu planı uygulamaya koymuştu.
Günümüzde bilim kurgu filmleri yapılıyor. Ve bu filmlerde izleyicilere vahşet dolu sahneler izlettiriliyor. Elbette Amed zindanında yaşanan vahşet karşısında bu filmlerin vahşet sahneleri ancak senaryo ve hikaye olarak kalır. Amed zindanı insan hafızasının alamayacağı korkunç bir işkence laboratuvarına dönüştürülür. Bu öyle bir işkencedir ki düzenli sistematik olarak gün gün anlatılırsa insanın hayatta kalma isteği bile ortadan kalkabilir. Yani insanlar rüyalarında kabuslar görür, hayata küser, insana güven diye bir şey kalmaz. Özcesi insan yaşamak istemez.
Bu laboratuvarda hayatın özü işkencedir. Amed zindanında yaşam ve işkence aynı anlama gelir. Çünkü öldükten sonra işkence yapamazlardı. Dolaysıyla işkence görenler açısından ölüm bir bakıma kurtuluş sayılır. Yani Diyarbakır zindanında sabah, öğlen, ikindi, akşam, yatsı yani günün her bir zaman dilimi işkence ile doludur. İşkence yöntemleri akla hayale sığmaz. En temel insani ihtiyaçlar işkence aracı haline getirilir. Bir düşünün hapşırmak, öksürmek, göz kapaklarını açıp kapatmak, hazır ol pozisyonunda uyumamak, işkence sebebidir. Yani özcesi nefes alıp verme insana işkence yapılmasının nedeni sayılır. Hapşırdı, öksürdü, göz kırptı, kaşındı, düzgün uyumadı diye tutsaklara her an işkenceler yapılır.
Türk subayları işkenceler eşliğinde tutsaklara: ‘Kendinizi inkar edeceksiniz. Mücadelenizden vazgeçeceksiniz. PKK’ye lanet okuyacaksınız. Ben Kürt değilim diyeceksiniz’ diyordu. Yani Amed zindanında ilk ders sen kimsin sorusu oluyordu. Türk’üm demeyen tutsaklar işkencelere maruz kalıyordu. Türk devleti tutsaklara: ‘Kürt olmaktan vazgeçeceksin’ diye dayatmada bulunuyordu. Kürd’üm diyen olursa herkes işkenceden geçiriliyordu. Yani önce insanların etnik varlığı kusturuluyordu. Bununla da yetinilmiyordu. İnsanlar zorla Türk yapılmak isteniliyor: ‘Türk’üm diyeceksiniz, Türk olacaksınız’ deniliyordu.
Tutsaklara dayatılan ulusal varlığın inkar edilmesiydi. İsteklerin ardı arkası kesilmiyordu: ‘Ben Kemalistim, ben Türkçüyüm’ diyeceksiniz. Yani ideolojilerinden vazgeçmelerini istiyorlardı. Akabinde: ‘Sizi kim örgütte kattı? Kim baştan çıkardı?’ Arkadaşınızdan vazgeçeceksiniz. Arkadaşınıza ihanet edeceksiniz. O kimdir? Örgütte bu görevi var bu eylemleri yaptı. O zaman örgütten vazgeçeceksiniz. Örgütte ihanet edeceksiniz. Amaçları insanları itirafçı yapmak, ihanetçi haline getirmekti.
Tutsakları ihanet batağına sürüklemek için Türk devleti aman vermeden saldırıyordu. Aynı yerde koğuşta hücrede yaşayan tutsakların birbiri ile konuşması yasaktı. İşkence konuşanlar ile sınırlı kalmazdı. Birinin konuşması herkesin işkence görmesi demekti. Merhaba demek yasaktı. İnsanların birbirine bakarak selamlaşması bile yasaktı. Göz göze bakmak da yasaktı. Aslında bütün bu işkencelerin ana nedeni bir örgütlülüğe karşı savaştı.
Amaçları örgütsüz bir toplum yaratmaktı. O zindan koşullarında örgütsüz insan denilemezdi. Çünkü insan insan olmaktan çıkarılmıştı. O yüzden örgütsüz varlık yaratmak denilmesi belki gerçeği daha da doğru ifade eder. Yemek, su, sigara, uyku hepsi birer işkence aleti, işkence için bir malzeme idi. En temel insani ihtiyaçlar bile tutsaklara çevrilen bir silahın namlusu ve işkence aracı haline getirilmişti.
Tutsakları açlıkla ıslah etmeye, iradelerini kırmaya çalışıyorlardı. İşkence ile sonuç alamadıkları yerde su vermiyorlar, onunla olmuyorsa başka bir yol deniyorlardı. Kerbelalardan Kerbela yaşatılarak tutsaklar teslim alınmaya ve mücadelelerine ihanet eder bir noktaya getirilmeye çalışılıyordu. Tutsaklar öyle bir hale getirilmişti ki tenlerinde göğüs kafesleri fırlayan Afrikalı çocuklar bile onların yanında daha besili kalırdı. Bir deri bir kemik kalan tutsakların gözleri yuvalarından dışarı çıkmış ve göz çukurlarına gömülmüştü. Tanınmaz bir hale getirilmişlerdi.
Tutsakların yakınları da işkencelerden payını alıyordu. Tutsaklara sahip çıkan yakınları, görüş ziyaretine gittiklerinde tutsakların gözlerinin önünde aileleri, ailelerin gözlerinin önünde tutsaklar işkence görürlerdi. Tutsaklara aşılanmak istenen duygu ise: ‘Sizin sahibiniz yok. Sizler kimsesizsiniz. Sizi savunacak, arkanızda duracak, sizin için sesini çıkaracak bir varlık yoktur’ demeye getiriyorlardı. Çünkü tutsaklara dayatılan tek tercih boyun eğmeleri, teslim olmaları, ihanet etmeleri idi. Abdullah Öcalan’a, PKK’ye, ulusunuza, tarihinize, kimliğinize ihanet edeceksiniz. Böyle bir vahşet insanlık tarihinde hiç görülmemişti. Ama Amed zindanında yaşandı. Bu vahşet karşısında kuşkusuz inancı, iradesi ve düşünce gücü zayıf olan kişiler düştüler. Öyle ki bu uygulamalar sonucu beş altı koğuşu dolduracak kadar itirafçı türemişti. Ama PKK’liler açık tavır alarak, ölüm orucuna girerek direndiler.
Nihayetinde mahkeme süreci gelip çattı. Bir deri bir kemik kalan ayakta duracak takatleri olmayan tutsaklar yerlerde sürüklenerek işkenceyle mahkemeye getiriliyordu. Mahkeme heyetinin gözleri önünde işkence edilen tutsaklar ayağa kaldırılıyor, coplarla dövülerek ayağa kaldırılıyor ve kimlik bilgilendirmelerini yapmaları isteniliyordu. Mahkemeler PKK hareketine yönelik adice yapılan saldırıların bir mekanı haline getirilmişti. Bu işkenceleri, akıl almaz insanlık dışı olayları yapanlar, PKK’yi terörist olmakla suçlayanlardı. Terörün, işkencenin alasını yapıyor ve PKK’yi terörist olmakla suçluyorlar. Şiddet üreten kimlerdi? Dünyada eşi benzeri olmayan vahşeti yapanların günümüzde PKK hareketini terörist diye suçlaması ironi değil de ne olabilirdi?
PKK’nin önder kadroları mahkemelerde hareketlerinin siyasi savunmasını yapmalarının zorunluluğuna inanıyordu. Çünkü insan sadece kendi zamanına ve mekanına ait bir varlık değildi. Gelecek nesillere karşıda sorumluluk sahibi idi. Bu yüzden PKK hareketine sahip çıkmaları elzemdi. Mahkemelerde siyasi savunma yapmayı esas aldılar. Mehmet Hayri Durmuş, Kemal Pir, Mazlum Doğan, Ferhat Kurtay, Ali Çiçek, Akif Yılmaz ve diğerleri.
Mazlum Doğan en başından beri bu meşum gidişatın durdurulması için ölümlü direnişlerin gerçekleşmesi gerektiğini dile getiriyordu. Direniş olmadığı sürece işkencelerin durdurulamayacağını, ihanetin önüne geçmenin başka yolunun olmadığını ifade ediyordu. Çünkü zayıf insanlar giderek düşüyor ve dökülüyordu. Mazlum Doğan: ‘Bu insanlarımızın düşmana yem olmasının önüne geçmeliyiz’ diyordu. PKK’nin önder kadrolarından Mehmet Hayri Durmuş ise onun bu düşüncelerine: ‘Mahkemelerde mücadelemizi savunmamız gerekir. Halkımızın çıkarlarının savunulması için siyasi savunma yapmamız elzemdir. Bu savunmalarımız gelecek nesiller için de oldukça önemli olduğundan ötürü biçimsel de olsa bazı kurallara uyabiliriz. Savunmalarımızı yaptıktan sonra yeniden ve daha güçlü direnişe geçeriz’ diye cevap veriyordu.
Mazlum Doğan ise ısrarla: ‘Teslim olursak, kurallara uyarsak, bugünleri de bulamayız’ diyordu. Bugünler dediği ise günün yirmi dört saatinin işkence dolu koşullarıydı. Israrında inat eden Mazlum Doğan: ‘Çünkü biz kendimize aitiz. Düşman ne yaparsa yapsın, biz hiçbir kurallarına uymuyoruz. Hiçbir dayatmasını kabul etmiyoruz. Birkaç aylık acemi askere komutanım demiyoruz. İstiklal marşını, yemek duasını okumuyoruz. Onların istediği askeri eğitimleri yapmıyoruz ve kendimiziz. Kendimizle barışığız işte. İşkence varsın olsun’ diye kanısını terk etmek istemiyordu. Arkadaşları ise bu ısrarına karşı: ‘Yeniden örgütlenir ve direnişe geçeriz’ diyordu. Mazlum Doğan ise: ‘Kim teslim olmuş bir komutanı dinler ve arkasından gider. Kurallara uyarsak bir daha bu yapıya haydi arkamızda gelin desek de kendimizi kabul ettiremeyiz’ diye cevap veriyordu.
Ama tarih Mazlum Doğan’ı haklı çıkaracaktı. Mahkemelerde siyasi savunma yapabilmek için kurallara uydular. Kaygılarının kokusunu alan düşmanları elbette daha acımasız olacaktı. Düşmanları bu durumlarından daha da güç aldı. Çünkü zayıflık göstermek despotların daima daha da ileri gitmelerine neden olmuştu. Türk devleti vahşetini daha da doruğa çıkardı. Bundan ötesi olunmaz denilen noktada tutsaklar ondan ötesinin de olduğuna tanık oldular. Vahşet kelimesine karşılık gelemeyecek kadar korkunç uygulamalar devam etti. İtirafçılık çığla büyümeye başladı.
Zorlu durumlarla başa çıkmanın tek gerçeği direnişti. Cesaret ateşten gömlekti ve bu gömleği en doğru ve en güzel ilikleyenlerin başında gelen Mazlum Doğan’dı. Direnişe sıratıl misteqim yoluna ibadet eder gibi iman eden ve direnişi kafasına koyan zihnini kim ve ne durdurabilirdi ki? O varlığını direnişin en büyük mekanını oluşturmak için imkan haline getirecekti.
Mazlum Doğan, Türk devletini oluşturduğu kendi ecel batağına gömmek için Newroz’u üç kibrit çöpü ile kutladı. Arkadaşlarına kendi içinde: ‘Hoşça kalın. Berxwedan Jiyane’ dedi. Kendi yaşamına imkansız denilen ortamda kendi boyundan kısa bir yerde 35 koğuşun dördüncü katının dokuzuncu hücresinde kravatıyla son verdi. Bu eylem herkesi direnişe çağırdı. Onu Dörtlerin eylemi izledi. Dört özge can: ‘Biz Mazlum Doğan’ın askerleriyiz. Kahrolsun sömürgecilik. Yaşasın halkların kardeşliği. Kahrolsun emperyalizm’ diye kendilerini diri diri yaktılar.
Türk devleti ne Mazlum Doğan’ın ne de Dörtlerin eylemlerinden ders almamıştı. İşkenceleri ile daha çok gemi azıya aldı. İşkenceler daha korkunç boyutlara ulaştı. Artık insanlara dışkı yediriliyor su diye lağım suyu içiriliyordu. Türk devletinin subayları, biricik yaşam vahası olan dünyada bu kadar adi, alçak, şerefsiz olunabileceğini dünya aleme gösteriyordu. Artık yapılanlara tanımlama bulamazdı insan dimağı.
PKK’li tutsaklar siyasi savunmaların yüzü suyu hürmetine tüm bu vahşetlere katlanalım diye karar almıştı. Ama artık bir sabır abidesi olan Mehmet Hayri Durmuş dahi: ‘Mazlum haklıydı. Biz onun kadar bugünleri göremedik. Geleceği göremedik’ dedi.
Mehmet Hayri Durmuş, 14 Temmuz 1982 tarihinde çıkarıldıkları mahkemede ısrarla söz hakkı istedi. Mahkeme yargıcı olan Emrullah Kaya hiçbir açıklama yapmasına izin vermek istemedi. Ama o ısrarla: ‘Önemli açıklamalarda bulanacağım’ diye söz hakkı aldı. Sadist mahkeme başkanı: ‘Acaba ne açıklayacak, Hayri’yi düşürdük mü’ diye düşündüğü için ona söz hakkı verdi. Mehmet Hayri Durmuş: ‘Bize siyasi savunma yapabileceğimizi söylediniz. Sonra yazılı savunma yapabileceğimizi söylediniz. İki savunma yazıp, size gönderdim ama size ulaşmadı. Cezaevindeki işkenceler korkunç boyutlara ulaştı. Arkadaşlarımızı onursuzluğa, inançsızlığa ve zorla itirafçılığa mecbur etmek için işkenceler yapılıyor. Eğer siyasi savunma yapamıyorsak. Benim açımdan artık durum netleşmiştir. Mahkemelerinize çıkmamızın bir manası yoktur. Bu mahkemeler birer formalitedir. Siyasi savunmalarımızı dinleyecek tahammüllünüz ve kudretiniz bile yoktur. Bu benim son mahkememdir. Şu andan itibaren ölüm orucuna başlıyorum. Tarih Mazlum Doğan’ı haklı çıkarmıştır. Bende mezar taşıma bu adam borçlu gitti diye yazılmasını vasiyet ediyorum’ dedi
Ondan sonra siyasi tutsaklar peş peşe ellerini kaldırıp söz hakkı istediler. Kemal Pir: ‘Ben Hayri Durmuş ve Ali Çiçek’e katılıyorum. Bu benim de son mahkememdir. PKK bize Ali Çiçek’in dediği gibi teslimiyeti değil, direnişi öğretti. Şu andan itibaren ölüm orucuna giriyorum.’
On Dört Temmuz ölüm orucuna altı kişi ile başlamışlardı. Onları zindanda işkencecilerin başı Esad Oktay Yıldıran karşılamıştı. Mehmet Hayri Durmuş’a bir yandan işkence ediyor diğer yandan da: ‘Siz ölmeseniz. Bu sefer sizi ben öldüreceğim’ diyordu. Ama hiçbir şey Mehmet Hayri Durmuş’un umurunda değildi. Bütün tutsaklara ‘Başardık, başardık altı kişi ile başardık’ diye haykırıyordu.
Ölüm orucuna katılanların sayısı artıyor ve direniş yaygınlaşıyordu. Tarih o günden sonra Amed zindanında Türk devleti açısından tersine dönmeye başladı. Generaller defalarca birinci ölüm orucunda olduğu gibi ikinci ölüm orucunda da zindana geliyor, eyleme katılanlara: ‘Eylemi bırakın. Size işkence yapmayacağız. Sizi aç bırakmayacağız. Size kötü muamele yapmayacağız’ diyordu. Tutsaklar bu vaatlere: ‘Size inanmıyoruz. Yaptıklarınız, yapacaklarınızın teminatı oldu. Verdiğiniz sözün nazarımızda hiçbir değeri yoktur’ diye yanıtlıyordu.
İşkencesi faşist Esat Oktay Yıldıran, Kemal Pir’e: ‘Sen hayattan bezmişsin. Yaşamak istemiyorsun. Yaşamı sevmiyorsun. Yaşamdan bıkmışsın’ dedi. Kemal Pir ona gülerek: ‘Sen ne diyorsun. Biz hayatı uğruna ölecek kadar çok seviyoruz. Sen yaşamdan ne anlarsın ki sizin yaşam dediğiniz olay işkencedir, insanlara zulüm yapmaktır. Adına yaşam dediğiniz şeyin özü ise kahırdır’ diye yanıt verdi.
Yaşamı uğruna ölecek kadar çok sevenlerin direnişi Mehmet Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz’ın öncülüğünde tüm dünyayı sarmış bir hale geldi. Bu büyük direnişin mayası gün geçtikçe insanlığa onurun, özgürlüğün, sevginin tadı olmaktadır. İşkence edenler ise tarihin çöp sepetinde yitip gittiler. Yani bu savaş yenenler gibi görünenlerin yenilgisi ile sonuçlanmıştır.
Bugün geriye dönüp baktığımızda ne görüyoruz? Masaya gelmem diyenler ta o zamanlar da masaya gelmiş, oturmuştur. Ben teröristlerle görüşmem diyen devlet o gün dize gelmiş ve görüşmeler yapmıştır. Hatta kendi ayaklarıyla gelmiştir kimse onu davet de etmemiştir. PKK hareketi 14 Temmuz ruhu ile 12 Eylül faşizmini yenilgiye uğratmıştır.
PKK, günümüzün AKP-MHP-DAİŞ-KDP-Ergenekon koalisyonundan oluşan faşizmin ağabeylerini ağababalarını dize getirmiş bir harekettir. Erdoğan liderliğinde AKP-MHP faşizmi de kendilerince 15 Temmuz tarihinde bir darbe yaptılar. 12 Eylül darbesine benzer şeyler yapmaya çalışıyorlar. Kürt siyasetçileri zindanlara dolduruyorlar. Ben Kürdüm diyenleri, gazetecileri içeri atıyorlar. Milyonlarca insanı işten attılar mal varlıklarına çöktüler. Kendilerinden olmayan herkesi terörist olmakla suçladılar. Toplumu bastırmak için polisi, orduyu, devlet gücünü sonuna kadar kullanıyorlar.
Kürtleri ve PKK hareketini çökertme amaçlı yola çıktılar ama kendileri çökme noktasına geldiler. Hatta artık çaldıkları bile yoksullaştırdıkları insanlar yüzünden boğazlarına inemez bir hale geldi. AKP-MHP-DAİŞ-KDP-Ergenekon koalisyonu her şeylerini Kürt halkının ve PKK’nin yenilgisi üzerine kurdu. Hatta bu çetenin şefi BOP eş başkanı Erdoğan iktidarını babadan oğula geçirecek bir saltanat kurmayı düşünecek kadar ileri gitti. Yeter ki PKK’yi yeneyim. Yeter ki PKK’yi tasfiye edeyim. Ben ve iktidarımın kurduğu rejim, kalıcı olacaktır. Böyle hayaller kurdu ve düşler gördü.
Bu yüzden işlemedikleri suç kalmadı. En adi hırsızlıktan tutalım da en korkunç cinayetlere kadar yapılmadık kötülük bırakmadılar. Nusaybin, Silopi, Cizre, Şırnak, Efrin, Serêkaniyê ve Sur kentleri yerle bir edildi. Erdoğan ve koalisyonu işlenen bu korkunç suçlardan sorumludur. Hatta kendisine bu görev için sınırsız destek veren devleti cız çıpıldak soydular ve sıfıra getirdiler. Kamuoyuna, topluma ait ne varsa her şeyi haraç mezat sattılar. Erdoğan ve şürekâsının beş kuruşu yoktu. Dünyanın sayılı zenginler listelerine girdiler.
Erdoğan ve şürekâsı düştükleri anda yaptıkları her şeyin hesabının tek tek kendilerinden sorulacağını biliyorlar. Ve bu korku onları an be an kemiriyor. Bu kirli rejim çöktüğü anda herkesin dili çözülecek, işledikleri suçlar kanıtlarıyla ortaya serilecek ve tarihe kepaze tipler olarak geçecekler. Erdoğan tarihe bir kepaze olarak geçeceğine bir kahraman olarak geçmenin yolunu PKK hareketini yenmek de görüyor. Bu yüzden her şeyini PKK üzerine endeksli bir savaşa sürmüş durumdadır. Ama bu umutsuz bir savaştır. Bu durum denize düşenin yılana sarılması gibi bir şeydir. Çünkü PKK insanlığın vicdanıdır, adaletidir ve merhamet damarıdır. PKK’yi tasfiye etmek bunları tasfiye etmektir. Bu değerlerin yok olması ise imkansızdır.
Kürtler açısından bu iktidarı, diktatörlüğü bir an önce yıkmak elzemdir. Kimin elinden ne geliyorsa yapmasının tam vaktidir. Elinden dua etmek gelen dua etmeli, taş atabilen taş atmalı, beddua edebilen beddua etmelidir. Eline silah alabilen ise silah almalıdır. Bu faşist diktatörlüğe yaşam hakkı tanımamalıdır. Çünkü bunlar insanlığın başına musallat olmuştur. İnsanlığa karşı yapmadıkları hırsızlık, terör, uyuşturucu işleri kalmadı.
PKK hareketinin yenilmez olduğu bir gerçektir. Ama bu gençliğe, kadına, topluma sabretmeyi değil isyan etmeyi emreder. Çünkü seyretmek de zulme ve zalime ortak olmak demektir. Onun ekmeğine yağ sürmektir ve ona cesaret vermektir. Bu nedenle örgütlenmeliyiz. Faşizm örgütlü toplumdan korkar. Önder Apo’nun ifade ettiği gibi örgütlü olmak her şeydir. Bu nedenle koşullar ne olursa olsun gençler, kadınlar örgütlenmelidir. Gerekirse gizli gerekirse açık nerede nasıl olursa olsun örgütlü olmak gerekiyor. Ancak örgütlü olunulursa toplum kendisini savunabilir.
Düşman evimize bir hırsız gibi girmiş durumdadır. Medya savunma alanlarında yaşanan savaş budur. Her şeyimizi yakıp, yıkıyor ve çalıyor. Bu hırsıza haddini bildirmek zorundayız. Yani onu yakalayıp cezasını vermeliyiz. Bu tecavüzcünün, caninin cezasını kesmeliyiz. Kepaze olarak tarihe geçmek istemiyor. Bu yüzden kepaze biri olarak tarihe geçmesi için herkes elinden geleni yapmalıdır.
Önder Apo bir sözü ile toplumu ayağa kaldıran bir insanlık önderidir. Önder Apo’nun bir sözünün bile topluma ulaşmasını engelliyorlar. Sözün, düşüncenin gücünden korkan bu rejime sözün ve düşüncenin gücüyle ama mutlaka eylem gücüyle cevap vermek gerekir. İnsanım diyebilmek için bu herkesin görevi ve hakkıdır. Bu rejim mutlaka bir biçimde tasfiye olacak ve yenilecektir. Çünkü tarih de matematik gibi hatasız işler. Türk devleti bu son umudumuzdur diyerek operasyon üzerine operasyon yapıyor, kilidi kapatacağını iddia ediyor. Özel de Kürtler ve tüm insanlık 14 Temmuz direnişinin ruhu ile onların üzerine kilidi kapatacak ve tabutlarının son çivisini mutlaka çakacaktır. Büyük bir direnişin anatomisi ve nirvanası olan 14 Temmuz direniş ruhuna sahip Kürt halkı ve PKK hareketi bunu yapacak kudrette sahiptir. “
Kaynak: Komalên Ciwan Sitesi