HABER MERKEZİ- Numan Amed’in kaleminden
“Michel Foucault Ortaçağ yönetiminden modern yönetime geçerken Avrupa’da çatışma ve savaş kavramlarını öne çıkaran yeni bir tarihyazımının doğduğunu öne sürer. Bu “karşı-tarih” Antik Yunan felsefesi ve Roma tarihçiliğinden beri süregelen felsefî-hukukî söyleme tarihî-siyasî bir söylemle meydan okur. Foucault, Marx’ın sınıf savaşı kavramının öncülünü oluşturduğunu iddia ettiği bu karşı-tarihin İngiltere ve Fransa’da mutlakiyetçiliğe karşı mücadelelerin söylemi olarak Ortaçağ egemenlik anlayışını yıkan önemli bir işlev gördüğünü iddia eder. Ancak düşünüre göre Hegel diyalektiği bu karşı-tarihi yine egemen merkezli bir felsefî söylemle sömürgeleştirmiş ve nihayetinde Sovyet devleti aile, tıp, eğitim gibi burjuva tahakküm kurumlarını olduğu gibi devralmıştır. Böylece Foucault’nun 1976 seminerlerinin başlangıcında siyaseti bir savaş olarak tarif eden yaklaşımların da terk edilmesi gerektiğine ilişkin uyarısı anlam kazanır: Sosyalizm biyo-iktidarın eleştirisini yapmamıştır, iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen bir sınıf savaşı kavramı eninde sonunda burjuva kurumlarını yeniden ihya etmiş, hatta Nazizm’e paralel bir “devlet ırkçılığına” yol vermiştir.
Foucault bu soruya cevap aramaya öncelikle sorunun kökeninden başlar. Siyaseti ve medenî (sivil) toplumu bir savaş düzeni olarak ilk kim tanımlamıştır? Foucault, akla gelen ilk isim olan Carl von Clausewitz’in meşhur “Savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır” tanımının aslında çok daha eskiye giden bir yaklaşımın ters yüz edilmiş hali olduğunu öne sürer. Düşünüre göre Clausewitz’in ilham aldığı yaklaşım siyaseti savaşın başka araçlarla devamı olarak tarif eder. Bu tarihî-siyasî söylem Avrupa’daki on altıncı yüzyılın din savaşlarının sonuna doğru, şiddet araçlarının tekelini eline alan devlet aygıtının merkezî bir ordu kurduğu bir dönemde ortaya çıkmıştır. Yani Foucault’ya göre, bu yeni siyasî söylem savaşın devletin çeperine, sınırlarına, kenarlarına ötelendiği bir dönemde, devlet düzeninin aslında sürekli bir savaş olduğunu öne sürmüş ve böylece Ortaçağ’ın felsefî-hukukî söylemine karşı çıkmaya başlamıştır.
Olayı bir adım daha ileriye götürüp Foucault’un Oraçağ felsefesi ve hukuku dediği söylemin de altında bir şiddetin varlığını şiddetle yorumlayan Derrida, Metafizik şiddet dediği Avrupa Tarihinin savaşın ne kadar yaygın bir söylem ile beslendiğine işaret eder. Sınıf savaşı, ulus savaşı ve bir bütün savaşlar dilde kodlandığını ısrarla vurgular. “Toplumsal gerçeklik inşa edilmiş gerçekliktir,” tabirinden hareketle inşa edilen şey yıkılabilinir biçiminde yapı söküm yöntemini geliştiren Derrida, Avrupa Akademisi tarafından çok sevilmedi. Dolayısıyla politikanın savaşın bir uzantısı olduğu gerçeği ile meşhur Nietzsche’nin, “savaşçı barış zamından kendine saldırır” tabirleri Uygarlık tarihini anlamak için veciz durumunda olan belirlemeler olmaktadır. 5000 yıllık yazılı tarihi olan insanoğlu bu süre içersinde sadece 236 yıl vuruşmadan, çarpışmadan, savaşmadan durmayı becerebilmiş! 236 yıl politika yapabilmeyi başarabilmiş Uygarlık için, savaş tanımı olan politikanın devamı belirlemesi ne kadar da havada kalmaktadır. Evet savaş; tersinden savaşın başka araçlar ile yürütülmesidir. Felsefe ve politikada mekan ve merkez seçimi olarak iki odalı bir evin damında yaşayan babanın yerine geçmek için verdikleri miras kavgası, bütün Avrupa entellektüelizminin temelidir. Bu ikili oda tasavvuru, haklı olarak Nietzsche’nin iyinin ve kötünün ötesinde karşıt tezi ile alınırken, iyi ve kötü tabirlerine katkı düzeyinde Derrida’da metafizik şiddet biçiminde daha da derinleştirilmişti. Her efendi kelimenin bir köle kelimesi vardı. Bu hengameli metafiziğin altını deşen Nietszche, soluğu Zerdüşt peygamberde almıştı. Bu yapının mimarı Zerdüşttü. Bu yapı üzerine inşa edilen katlı binanın tarih ve toplum ifadesi gerek sağ ve gerek sol aydınlarda müşterektir. Fredy Perlman’ın Er-Tarihe karşı, Leviathan’a karşı kitabında şöyle yazar;
Morgan ırkçılığını her basamağı ırkçı bir cilayla parıldayan bir merdivenle ortaya koydu. Küçümsemesini gizlemek için hiçbir çaba sarf etmedi; tam tersine bununla caka sattı; böylesi bir küçümseme Amerika’da bir nezaket işaretiydi (ve hala da öyledir). En alt basamağı, bebeklik safhasını, Vahşilik olarak adlandırdı. Bir sonraki basamağı, çocukluk safhasını, Barbarlık olarak adlandirdı. Ve elbette üst basamaklara Uygarlık adım verdi, en üsttekine de Amerikan Uygarlığı. Büyük Beyaz Irkla birlikte Morgan’da bu zirvede yerini alıyordu. Amerikan profesörleri öylesine memnun olmuşlardı ki Morgan’ı Amerikan Bilimsel Gelişme Derneği’nin başkanı seçtiler.
Belki de Avrupa aydınlanmasının son zirvesi olan ve teorik olarak anarşizm ile çakışan postmodern teori; Evrensel ruh”, “doğanın yaratıcı gücü”, “fikirlerin tecessüm etmesi”, “Doğanın amacı ve anlamı”, “bilinemez olan”, “ruhun esintisiyle hayat bulan varlık anlamında insanlık” vb. gibi metafizik kavramların yapı olarak sökülmesi nasıl yaşanılması gerekir konusunda çok ciddi bir fikir verdiği söylenemez. Merdivenin son basamağında olmak, merdivenin tüm yorucu yolculuğunu ve anılarını yaşamak demektir. Belki de Avrupa metafiziğinin en güzel metaforu Sisyphos’dur. Tanrılar merdivensiz yaşar. Merdiven insanlar içindir ve tanrıların onlara biçtiği kader Sisyphos’un kaderidir. Marks’ın kısa yoldan zirveye merdiven dayaması aynı kaderin değişik bir şekilde yaşanması anlamına gelir. Fredy’in değişiyle;
Morgan’ın ırkçı merdiveni ajitatör Karl Marx ve devrimci işadamı Friedrich Engels tarafından ödünç alınmıştı. Marx merdiveni yamamaya niyetlenmişti ama buna hiç zamanı olmadı. Morgan’ın merdivenini yamayan Engels oldu. Çok fazla da değişiklik yapmadı. Merdiveni aynen aldı, Morgan’ın tüm ırkçı terminolojisiyle birlikte: Vahşilik, Barbarlık vs …Marx ve Engels, ve tabii Morgan da maddi koşulların, daha genel bir söyleyişle zeminin eski yöneticilerin, nefret edilen baronların ve piskoposların ayağının altından kaydığı bir zamanda yaşamışlardı: Marx ve Engels, zeminin kapitalistlerin ayağının altından da aynı şekilde kayabileceğini tahmin ederek dünyayı böyle tasavvur etme işini şafağın ilk doğduğu güne kadar vardırdılar.
Geçen Yüzyılın en zeki ve en iyi niyetli insanı Marks, bu dehşet verici metafiziğin tuzağına düşmekten kurtulamadı. Rêber APO, “uygarlık tarafından söylenmiş her şeyin tersinin doğru olma ihtimali daha yüksektir” belirlemesi aslında ilk adım için muhteşem bir belirleme olmaktadır. Hemen sonrasında yaşam konusunu gündeme getirmektedir. “Hâlbuki yaşam sosyal bağlamında tanımlanmadıkça, sosyal bilimden bahsedilemez. Tanımı yapılmayan bir şeyin bilimi geliştirilemez… Bana göre kapitalizmin en büyük tahribatı yaşamın tanımını yok etmesidir. Daha doğrusu, yaşamın toplum ve çevresiyle olan ilişkisine en büyük ihaneti gerçekleştirmiş olmasıdır. Tâbii bunda arkasındaki uygarlık sistemi de kendisi kadar sorumludur. Bilim ve iletişimin en güçlü çağında yaşadığımız söylenir. Fakat bilimin bu olağanüstü gelişmesine rağmen, halen yaşamı ve toplumsal bağlamını tanımlamaması oldukça tuhaf gelmektedir. O zaman sormak gerekir: Neyin bilimi ve kimler için bilim? Bu soruların yanıtı verildikçe, neden en temel soruya, yani “Yaşam nedir ve toplumla bağı nasıldır?” sorularına yanıt vermedikleri anlaşılacaktır. Belki çok basit gelebilir bu sorular, ama insan denilen varlık, yaşamı kadar anlamlıdır.”
Dünyayı ve yaşamı, ahlâki ve erdemsel biçimleriyle sürekli yorumlayan, ama buna bağlı olarak yaşamayı beceremeyenlerin (göze almayanların) çoğunluk olduğu modern çağda her şeyi kemirip, öylece(iziyle) bırakmaktadır. Bu durumda ilgi, bilgi, eğitim, politik kimlik, manifestolar, sağlanılan şeyler yaşamaya evirilmiyorsa; öğrenmedik, anlamadık ve de bilemedik demek oluyor. Elde ettiklerimiz ve yıllar boyu içimizle ve zihnimizle edindiklerimiz gerçek bir sevgiyi, anlayışı, dönüşümü, aktivizmi ve bütünlüğü tayin etmiyorsa ne anlamı var bu emeğin ne önemi var koca analizlerin. Harari, güç oluştukça ihtiyaçlarımıza pek de uygun olmayan duygusuz ve mekanik bir dünyanın oluşumuna vurgu yapar. Çünkü güç yozlaştırır, güç eşitsizliktir, umutların baskılanmasıdır, cepheleşmedir. Adalet, eşitlik, özgürlük, barış, demokratik değerler adına bile yola koyulan oluşum, yapı, devrim veya bireyler bile güç ve iktidar obezliğine kapıldıkça mücadelenin artık romantik ilgiyi aşamadığı bilinir, vaat ettikleri “cennet bahçesi” ile mesafeleri ise hızla genişler.
Harari’nin söylemiyle Avrupalılar ve erkeklerin mutluluğunu temel alıyoruz, böylece aldatmış oluyoruz tüm evreni; eril ve sınıfsal mitolojiyi günceleyip formüle etmiş oluyoruz. Oysa mutluluk ve güvenli koşulları tüm doğa varlıkları için talep etmek geçerli yaklaşımdır. Doğayı ve doğal akışı atlayarak, önemsizleştirerek mevcut yozlaşma ve kibirden, kısıtlayıcı döngüden çıkılmaz. Rêber APO bu mevcut durumun nedenlerini şöyle ifade eder: “Çok iyi bilmek durumundayız ki, Avrupa merkezî uygarlık sistemini Ortadoğu’dan kaydırırken, ahlâkî unsurun önceliğine önem vermemişti. Tersine, ahlâksız bir kaydırma peşindeydi. F. Nietzsche’nin büyük bir hınçla ‘Zerdüşt Böyle Buyurdu’ adlı eserini kaleme alması, bu derin ihaneti çok iyi tespit etmesinden ötürüdür. Nietzsche bu konuda o denli öfkelidir ki, âdeta şöyle haykırır: “Modernite adına yuttuğunuz her şeyi kusun.” Tâbii bunu derken, kapitalist modernitenin, insanın beynine ve yüreğine doluşturulanın kusulmasından bahsediyordu. Çıldırmasında bu eğilimin payı küçümsenemez, ama bir çiçekle bahar gelmeyeceği gibi, bir filozofla da modernite kusmuğunun beyinler ve yürekleri işgal etmesi önlenemezdi.”
Savaş tam da bu minvalde kazanılır, ya da kaybedilir. Gönül isterdi ki savaş stratejisi ve taktikleri ile ilgili savaş sanatını anlatan bir yazı kaleme alınsındı. Ancak önderliğin defalarca kusmuk ve kusma dediği uygarlık sofrasında bu savaş gerçeği de yer almaktadır. Clausewitz’ten Sun Tzu’ya derinleşen ve yayılan bu sanatın oyuncularını ayırt etmek zorundayız. Osman Pamukoğlu “savaş sanatı” diye Sun Tzu’yu derleyen bir kitap yazmış. Kendini Hakkari fatihi diye tanıtan bu şahıs, siyasi parti kurduğu zaman kendisiyle birlikte savaşan askerler bile kendisine oy vermemişti. Napolyon ve Clausewitz hayranı olan bu uygarlık subayıyla dilimiz ve referansımız asla bir olamaz. Mayamız, ahlakımız ve kültürel dokumuzun derinliğinden gelen kimi kavramlaştırmalar, tıpkı işgal, sömürü ve talan gibi dıştan gelen negatif kelimeler olmaktadır. Hêr ve wêr- war köklerinden gelen İngilizce “war” ve güya Arapça olan harp kelimeleri yaşam ve yaşam yerini bozan biçimlerinin bu dillere geçmiş halleri olmaktadır. Kürtçede war yaşam yeri demektir, ama “wêran” bu yaşam yerinin tarumar edilmesidir. Bu nasıl bir hırsızlık sanatıdır? Çarpıtma ve kelimerin dokusunu bozma sadece bu kelimeler ile sınırlı değildir. Jîr ve zîrek kelimlerimiz de aynı akibete uğrayıp “zero” şeklinde kahramanlık olarak başka dillere geçmiştir. Oysa “jîr” kelimesinin kökeni yaşam ile ilgilidir. Rêber APO’nun F. Nietzsche için söylediği ve ciddi sonuçlar çıkardığı; “ama bir çiçekle bahar gelmeyeceği gibi, bir filozofla da modernite kusmuğunun beyinler ve yürekleri işgal etmesi önlenemezdi.” Tabirine karşılık sanırım İskan Amed’in Ş. Axin makalesindeki şu belirlemeleri Rêber APO’nun bu gerçeğe nasıl cevap verdiğini iyi anlatır.
“Değişmeyen, kendinde olan şey ve öz gerçeklik bilge Rêber Apo’nun değişiyle “sizleri Zagros buzlarında dondurdum, yeryüzü güvenlikli bir yer haline gelene kadar, sizi öyle bırakacağım” demesi konuya daha derin bir anlam katmaktadır. Bir kültür, mitoloji ve destan ile mücadele ettiklerini çözemeyen düşmanları bu buzlu dağlarda onların avına çıktıklarını sanmaktadır. Oysa o asi dağlarda yeşeren ve oluşan şey derin bir kültür ve anlamlı bir hakikat olmaktadır. İşe öyle bakanlar Kürtçe dilinde estetik harikası olan “bûka berfê” gerçeğinin hayat kazanmış hali olduğunu anlar. Kışta bûka berfê olan ve baharda ise Zap güllerine dönüşen bu insanları yenmek mümkün değildir. Onlar doğadır, tarihtir ve ikisinin toplamı olan hakikattirler. Bu hakikat aşk ile buluştuğunda özgürlüğün oluş ile olan ilişkisi, Kürtçe dilinde özgürlük ve oluş manasında “azadî” ve “zayîn” biçiminde aynı köke dayanır. Oluşun ilk basamağına yerleştirdikleri “xo” ve “xoş-xweşik” kelimelerini de eklemlediğimizde resim tümüyle tamamlanmaktadır.
Rêber Apo’nun hebûn ve xwebûn kavramlarına eklediği etik ve estetik gerçeği tam da bunu anlatır. Kürtçe’de harlanmış duygular olan “hest” ve savaş anlamına gelen “har”aynı düzeyin duyguları olmaktadır. “Hest” alevlenmiş duygu anlamına gelirki savaş da aynı kategoride ele alınır. Bir güzellik bilimi olan estetik kavramı ekseninde meşhur filozof olan Platon’un güzelliği anlatırken; “kendinde güzel olan şey” demesi yukarıda ifade edilen şeyin kısacık hatırlatılmasıdır. Örgü Kürtçededir. “Xo” kavramı nasılki kendine olan şey ise; “xweşik” de onun ifadesi olmaktadır. Hebûn, xwebûn ve harbûn üçlüsü Kürtlerin ve belki de ilk insanların hayata verdiği anlamın ilk halidir. Bu doku, Kürler’de bozulmuş ve özgürlük hareketi ile birlikte tekrar bir çorap gibi ilmik ilmik örülmüştür. Bu realite Tarihi Akat ve Asur imparatorluklarını yerlebir etmişti. İşte ZAP diyarında neler oluyor denilirse verilecek cevap bunun ta kendisidir. Güzellik ve çirkinlik savaşmaktadır. Bilge Erasmus’un dediği gibi: “Kalbimde bulunmayan bir hissin görüntüsü hiçbir zaman alnımda görülmez.” Zap suyunda vaftiz olan özgürlük savaşçıları gerçekten de nurani bir ışığa sahipler.
Biçimden anlayan bir resam ile ruhu hisseden bir bilgenin bu fotolarda hissettiği ilk gerçeklik melekliktir. Her hücrelerinin gülmelerine yansıdığı, iç dünya ile dış dünyayı bir aura gibi yansıtmalarının arkasında nasıl bir yaşam gizlidir? Rêber APO’nun; “her şeyden önce yaşam demeliydik” dediği felsefenin somut hali olan bu yoldaşlar, onun en büyük eseridirler. Onların yaşam ve anıları dışında bu dünyanın bir anlamı var mıdır? Amaçtan bin kat daha değerli olan bu yaşam örnekleri analarımızın bin yürek sevgisini birleştiren Rêber APO’nun eseridir. Her mimiklerinde yaşam, özgürlük, sevgi ve aşk okuduğumuz bu yoldaşları minetle anıyoruz. Evet. Kalbimde bulunmayan bir hissin görüntüsü hiçbir zaman alnımda görülmez. Anlam ve hissin yarattığı insan en büyük insandır belirlemesiyle Rêber APO, evrenin yüzünü gülümseterek kalplerini avuçlarına koyan bu yoldaşlar ile yaşamın ne olduğunu bize hatırlatmaktadır. Bu yüzler bizim yaşam haritamızdır. Yüzlerine bakarak yol alıyoruz yaşamın merdivenlerinde. Kalplerimize baharı getiren ZAP gülleri, hayatımızın en nadide mevsimidirler.
Şu günlerde faşist tc devleti tarafından Daiş artıkları Zap sınırına konumlandırılmaktadır. Bu realitenin çok farkında olmadığımızı ve çok derin hissetmedimizi belirtmekte fayda vardır. Her koparılan bir gül insanlık baharından bir şey eksiltmektedir. Bu savaş hepimizin savaşıdır. Bu güzel resime püskürtülen mürekkep ve ya yağ damlası dedikleri savaş taktiği kışta donar. Abdülkadir Selvi güya bunu savaş baronlarından dinlemiş ve ZAP’ta mürekkep damlası taktiğinin uygulandığını söylemiş. Sıçrayan mürekkep damlası ve ya yağ lekesi, cehenemi andıran Fas, İspanya ve en son Fransa savaşının ironik bir taktiğidir. Selvi farkında olmadan Türk ordusu ve generallerinin bilinç altını da deşifre etmektedir. Selvi’nin bahsettiği savaşın ismi Rif savaşıdır. İspanya Fez Antlaşması (30 Mart 1912) ve İspanyol-Fransız Antlaşması’yla (27 Kasım 1912) Fas’ın Melilla ve Septe kentleri çevresindeki dağlık bölgeleri elde etmişti. Elde ettiği İspanya-Fas Protektora’sında hakimiyetini pekiştirmek ve himaye ettiği bölgeyi büyütmek istedi. Alhucemas Körfezi’yle birbirinden ayrılan iki bölgenin ulaşım bağlantısı zayıftı. İspanyol vali General Dámaso Berenguer 1920’de doğudaki Cibela topraklarını ele geçirmeye çalışırken, Manuel Fernández Silvestre’ye, batıdaki Rif kabilesine ve bu kabilenin önderi Abdülkerim Hattabi’ye saldırma emrini verdi. Aralıklarla beş yıl süren çarpışmalarda İspanyollar ağır kayıplar verdi. 22 Temmuz 1921 ile 9 Ağustos 1921 arası Annual’da 25.700 kişilik İspanyol ordusu ile 4.000 kadar Rif gerillası çarpıştı. Annual muharebesi sonunda İspanyol zayiatı 13.000 üzerindeydi (bunun 8.000’i ölü) başka kaynaklara göre 20.000 zayiat vardı İspanyol tarafında. Ayrıca 20.000 tüfek, 400 Makineli tüfek ve 129 savaş topu Rif gerillalarının eline geçti. Rif gerillaları tarafında ise bu muharebede 1,000 kadar ölü vardı. Annual Muharebesi İspanya’da Annual felâketi olarak anılır. Tarihe not etmek gerekir ki savaşta ilk kimyasalın da kullanıldığı savaş bu savaş olmaktadır. İşin diğer cilvesi de bu savaşı koordine eden kişinin Franko olmasıdır. Garip bir ironi ve garip bir benzeşim. Bu garip savaş taktiği ve makalesiyle bize bu savaşı bize hatırlatan Selvi cevaben;
ZAP savaşçıları da bu mürekkep kışta donar diye cevap vermiştir.”
Bu yazıyı Ş. Jiyan Rêdûr, Dijwar Keleş, Newal Mêrdîn ve çocukluğundan beri tanıdığım Çiya Rûbar yoldaşların şahsında tüm ZAP şehitleri ve savaşçılarına ithaf ediyorum.