HABER MERKEZİ- İskan Amed’in Kaleminden
ANDA YARATILAN GELECEK: İLK KURŞUN
Çırav’ın granit kayalarının bağrında meşe türü olup da yeşeren, soğuk iklime göre biçim alan, Deyndar ağacının yeşil yapraklarına vuran güneşin hüzmeleri, sayısız bölünen ışınlarla göz kamaştırıyordu. Daldan dala, kayadan kayaya seken Çırav dağının kızıl, siyah minik sincapları telaşla çevrelerinde fır dönüyorlardı. Su kuyusunun çevresinde kekliklerin ötüşleri doğadaki ezginin tılsımını en yalın haliyle ortaya seriyordu. Otlarda soğuk gecenin biriktirdiği çiğ tanecikleri hiçbir mücevherin sunamayacağı parlaklığı gözlere sunuyordu.
Bin dokuz yüz seksen dört yılının On Beş Ağustos’unda haritalarda yok sayılan bir ülke hayata ve özgürlüğe durmanın aydınlık zamanına duracak mıydı? Toprağa tohum atılmıştı. Ama filiz verip vermeyeceği o gün belli olacaktı. O gün, Kürtler için kader anıydı. Böyle bir zaman dilimini içinde barındırıyordu.
Tarihi çıkışa tanıklık edilecek miydi? Sömürgecilikten hesap sorulacak mıydı? Zulmün kanlı pençesinden kurtulmaya durulacak mıydı? O gün bir halk yeniden kendi kökleri üzerine eski çağlarda olduğu gibi doğrulacak mıydı? İnsanlığın özgürlük tarihinde hak ettikleri yeri alacaklar mıydı? O gün bu yasaklarla örülen ölüme dur diyebilecekler miydi? Sorular uzadıkça uzuyordu. Tıpkı dağ silsilelerinin zirvelerinde beliren ufuk çizgisi gibi. Sonsuzcasına zihinlerde…
Kürt halkının ne coğrafyası ne de dili tanınıyordu. Yasaklarla her gün, her saat, her geçen saniye katlediliyorlardı. Ve cennet özlemi… Köle bir halkın evlatları olarak cennette yer alamazlardı. Çünkü onların dilinde Tanrı, Xweda idi. Xweda; kendisini yaratan, kendisi olan, özgür olan demekti. Tanrının mekanı cennete köleler değil, ancak özgür insanlar girebilirdi. Özgürlüğe yürüyüş, cennette yürüyüştü. Cennet uzaklarda değil hemen yanı başlarında her gün ayak bastıkları topraklarda gizliydi. Bu hazineyi, ancak özgür düşünenler, özgür bakabilenler görebilirdi. O korunması gereken cevherdi. Şimdi o kutsal cevher için savaşma vaktiydi. O gün özgür bir toplum yaratma yolunda aşkla, bilinçle bir adım atmaya çalışacaklardı.
Friedrich Nietzsche: “Derisini değiştirmeyen yılanlar ölmeye mahkumdur. Bu durum fikirlerini değiştirmeyen zihinler için de geçerlidir” der.
Zulmünden zerre-i miskal taviz vermeyen, zihnine Kürtleri inkar etme dışında hiçbir şey koymayan faşist Türk devletinin ölümü erken yaşaması, direnişlerine bağlıydı. Kürtler ölmemek için direnmek ve savaşmak zorundalardı. Bu savaşa öncülük yapanlar için yol görünmüştü. Yolcular yola çıktı. Yolda bin bir hile ve tuzak gizliydi. Ama aşkın bilinci korku bilmez, engel tanımazdı. Onlarca engel gün ışığı altındaki buz kalıpları gibi birer birer eriyecekti. Böylesi haklı bir davanın kutsanmış neferlerinin yürüyüşünü kim durdurabilirdi ki?
Bu yürüyüş ders yüklü, saygı doluydu. O gün; ölüm tacirlerini topraklarından söküp atma aşkıyla yanan özgür yüreklilerin tetik çekecekleri gündü. Kalaşnikoflarında sakladıkları öfke kurşun olup sömürgecilere savrulacaktı. O gün; zaman insan diliyle ifade edilemez zulmü, savaşarak yok etmenin miladına duracaktı. O gün; uğradıkları zulüm, çektikleri acı, en büyük intikam silahları olacaktı.
Karanlık çökene dek durdukları halayın ardından eyleme gidecekleri noktaya doğru uzanan patikadan öncüleri Selim’in peşinden yola düştüler. Eruh’un tam karşısına düşen Kêver köyünün kapısındaki uçurumlarla çevrili noktaya gece yarısı ulaşır ulaşmaz mevzi düzeni aldılar.
Gece boyunca yaşadığı bin bir duygu ve soğuk hava uykusuna mani olmuştu. Bu durumu dağıtmak isteyen Egîd, şafak aralanırken Eruh’u işaret parmağının ucuyla gösterdi:
“İşte hedefimiz”.
Kürtler son iki asırdı, kimi istisnalar hariç ilk defa zulme karşı direnmeyecek, bu defa zulme saldıracaklardı. Son iki asırdır isyanları, düşmanlarının zalimane saldırıları sonucu başlamıştı. Ve onlar bu defa zalimin zorbalığına saldırarak savaş başlatacaktı.
PKK’nin önder kadrolarından Mehmet Hayri Durmuş, On Dört Temmuz günü ölüm orucu eylemini açıkladıkları mahkemede son sözlerinde izleyecekleri rotayı göstermişti:
“Bu halk için mücadele edeceğini söyleyenler, silahlı mücadeleyi esas almalıdırlar. Silahlı bir mücadele olmadan sömürgecilik asla yenilgiye uğratılamaz”.
Silaha sarıldıklarında onlara: ‘Deli’ diyenler az olmamıştı. İçlerinde ve dışlarında ellerine aldıkları silahı bırakmalarını isteyenler oldukça fazlaydı. Onların düşmanlarının ellerinde her türlü silahlar mevcuttu. Ve her gün Kürtleri katlediyorlardı. Silaha karşı çıkanlar, Kürtlerin ülkelerini her nedense nasıl kurtaracaklarını ağızlarına dahi almak istemiyordu. Kaldı ki silahlı mücadeleye karşı çıkanlar, asla canlarını savaş meydanında ortaya koymazdı. Kürtlerin elinde silah olmasını istemeyenler düşmanlarıydı. Çünkü silahı olmayan Kürtleri daha da kolay öldüreceklerdi. Tıpkı Dersim, Amed, Agiri, Gelîyê Zîlan ve daha birçok yer, zaman ve mekanda olduğu gibi Kürtler dağlarda derelerde kentlerde kurşuna dizilecek, darağaçlarına çekilecek, mağaralarda kimyasal gazlarla yok edilecekti.
Egîd, düşmanlarına karşı bakışlarında biriken intikam ve yüzünde yoğunlaşan kin duygusuyla Eruh’u: ‘İşte hedefimiz’ diye gösterirken sanki o güne dek yaşadıkları tüm acıları, zorlukları, özlemleri o iki kelimeye sığdırmıştı. Bu hedefi belirleyen ise sonsuz öfkeleriydi. Sömürüye, zulme, aşağılanmaya, açgözlülüğe, gaspçılığa, işkenceye duyulan öfke. O öfke onu büyük bir cesarete, büyük bir hamlenin öncülüğüne ve komutanlığına götürecek miydi? Kahraman olmayı aklının ucundan dahi geçirmemişti. Bunun için de yola çıkmamıştı. Kim sonunu bilebilirdi ki? Amel dışında. Çünkü insanın ameli sonunu da belirlerdi.
Egîd eyleme katılmaya hazır, yirmi sekiz savaşçının karşısına geçti. Tek tek onları süzdü. Ordu ve askerden ziyade halktan bir avuç kimselerdi. İçlerinde Türk ordusunda askerlik yapmış birkaç kişi dışında askeri deneyimleri gördükleri eğitimlerle sınırlıydı. Ama her şeye rağmen gözler bulutsuz gök kadar berraktı. Ya da öyle görünüyordu.
Egîd gözlerini bir noktaya sabitledi. Gördüğü, duyduğu, tattığı, dokunduğu, kokladığı özcesi tüm duyularının kendisine kazandırdığı tecrübenin ve bilginin ışığında söze başladı:
“Yapacağımız ilk baskın eyleminin sonucu ne olursa olsun bugüne kadar Kürt halkından bahsetmeyenler bundan sonra adımızı anmaktan kaçamayacaklardır. PKK ve Kürtler kesin olarak artık tarihte yerlerini alacaklardır. Kimse Kürtleri tarih dışı bir topluluk ve halk olarak göremeyecektir. Diliyle, kültürüyle, toprağı ve yönetimiyle birleşik, bağımsız, müreffeh Kürdistan’ın tohumları başlatacağımız savaşla atılacaktır. Biz, böylesi haklı ve kutsal bir davanın neferleriyiz”.
O bahsettiği ülke sanki gözlerinde canlanmıştı. Işıl ışıl parlayan gözlerine o gelecek konmuş gibi o güzel ülkenin sevgili inşacıları olan arkadaşlarının üzerinde göz gezdirdi. Sonra kelimeler ard arda dilinden döküldü:
“Şunu unutmamalıyız; kutsanma, kutsallaşma daima çekilen büyük acıların sonucunda oluşur. Bu merhaleye ulaşana kadar çok büyük acılar yaşadık, ağır bedeller ödedik ve bundan sonra da ödemeye devam edeceğiz. Ta ki özgürlüğümüzü kazanana dek bedel ödemekten çekinmeyeceğiz. Yarın düşmana sıkılacak kurşun aynı zamanda Kürd’ün makus talihine de sıkılmış olacaktır. Herkes bu bilinçle yoğunlaşmalı ve öyle hazırlanmalıdır”.
Bir süre durdu. Boğazı kurumuştu. Suyu soğuk tutan matarasını raxtının sol yanından aldı. Arkadaşlarına yüzünü çevirip birkaç yudum su içti. Söz beklememeliydi. Kelimeler dudaklarının arasında berrak bir akarsu gibi akmaya başladı:
“Mazlum, Kemal ve Hayri’lerin intikamını alma zamanı gelip, çatmıştır. Baş aşağı giden tarihimizin bu lanetli akışını, Abdullah Öcalan arkadaşın öncülüğünde durduracağız. Ve tekrardan halkımızı; tarihinin kutsallarına kavuşturacağız. Eğer bunu yapamazsak Kürdistan halkı, tarih sahnesinden silinecektir. Bu amaçla partimiz tarafından oluşturulan silahlı kuvvetlerimizin örgütü HRK’nin kuruluşunu ve amaçlarını Eruh’ta yapacağımız eylemle halkımıza ve dünya kamuoyuna güçlü bir ses ile duyuracağız. Bu nedenle ilçe merkezini geçici bir süre denetimimize alacağız. Bu eylemle düşmanın askeri ve idari kurumlarına darbe indireceğiz. Ve kölelikten kurtuluşun savaş ilanını yapacağız”.
Tarihi bir andı. Zulme karşı direnenlerin savaşı başlayacaktı. Kürt halkını kölelikten kurtarmaları, dökecekleri kanla mümkün olabilirdi. Köleliğin pençesinden, özgürlüğün dirilişine ancak savaşarak ulaşabilirlerdi. Herkes pür dikkat Egîd’in dudaklarından dökülen kelimeleri ölçüp, biçip anlamaya çalışıyordu.
Egîd bir an sustu. Kulaklar pür dikkat ağzından dökülecek sözlere tekrar odaklandı. Ağustos sıcağı bütün sesleri içine almıştı. Tekrar sesi yankılandı:
“Son olarak değinmek istediğim bir konu daha var. Yaptığımız bu iş, bir kadın kaçırma veya bir adam öldürme meselesi değildir. Bu iş, bir halkın var olma yok olma mücadelesi ve davasıdır. Biz bu eylemle Türk devletine karşı Kürdistan halkının ulusal kurtuluş mücadelesini başlatacağız. Bu basit ve kolay bir uğraş değildir. Bir avuç diyebileceğimiz sayımız ve oldukça kısıtlı imkanlarımızla halkımızın düşmanına savaş ilan edeceğiz. Bu bir halk savaşıdır. Halk savaşları da daima acılı, zorlu ve uzun olmuştur. Bu eylemden sonra ölüm, tutuklanma, operasyon ve yıkım hayatımızın gündelik bir parçası olacaktır. Eğer içinizde bu işe hazır olmayan ya da kendisine güvenmeyen varsa eyleme katılmayabilir. Ben bunu çok iyi biliyorum. Bir avuç olan sayımızla Türk devletine başkaldırmak ve ilk kurşunu sıkmak kolay bir iş değildir. Ama ne olursa olsun Kürd’ün alnına kara bir leke gibi kazınan yenilgi mantığını kökünden söküp atacağız”.
Hareket etmeden önce iştima düzeni aldılar. Egîd silahını omzundan indirdi. Sağ eliyle tuttuğu namlunun ucundan silahının kundağını yere değdirmeden hizasına aldı. Aynı düzeni alan On Dört Temmuz takım gücünün karşısına hazır ol pozisyonunda geçti. Ardından sözler Çirav’ın o akşamına esen rüzgar gibi dudaklarından döküldü:
“Uzun bir konuşma yapacak değilim. Bir süredir hazırlanıyoruz. Gün boyunca dürbünle baktığımız Eruh’a doğru hareket edeceğiz. Burada daha önce belirlediğimiz planlama temelinde hedeflerimize yöneleceğiz. Yapacağımız ilk baskın eyleminin sonucu ne olursa olsun tarihte yerini alacağı kesindir. İstilacı Türk devletinin halkımıza yaptıklarının hesabını bu eylemle soracağız ve yeri geldiğinde bu toprakların iyi bir evladı olarak ölmekten de çekinmeyeceğiz. Gün Türk sömürgeciliği tarafından her türden katliama uğrayan halkımızın intikamını alma ve hesabını sorma günüdür”.
Egîd’in yüzüne yine de bir hüzün çöktü. Bu hüzün o anı göremeyen, davalarına yaşamlarını adayan yoldaşlarına dairdi. Hepsi o an uğruna yaşamlarını feda etmişti.
On Beş Ağustos gecesi, o güne kadar sömürgeci devletlere doğru olan felek ivmesi, yönünü kabire gömüldüğü söylenen bir ülkenin diriliş savaşçılarına doğrultacak mıydı? Görülmeden hiçbir şey bilinemezdi…
On Beş Ağustos Çarşamba akşamı güneş tıpkı bir mum gibi ufuktan kaybolup yerini mehtabın ve yıldızların lacivert, ipekten atlas zeminine bırakınca saatin akrep ve yelkovanı altı buçuğa geliyordu. Silahlarını Kürt halkının kötü yazgısını dize getirmek için çekmişlerdi. On Dört Temmuz takım gücü kendilerine çok uzun gelen günün ardından Eruh’a doğru yola çıkmaya hazırdı.
Önce yolları ve telefon hatlarını kesecek pusu grupları, belirlenen yerlere doğru yola çıktı. Karanlık çökünce takımın ana gövdesi görev kollarına göre yürüyüş düzeni aldı. Çirav’ın sarp kayalıklarından tıpkı bir şelale gibi Gelîyê Aş’a doğru usul usul akmaya başladılar.
Takım gücü caddeye ulaştı. Caddenin kıyısında kente doğru yol aldılar. Farlarından askeri bir aracın kendilerine doğru geldiğini görmeleri ve aynı refleksle yolun kenarında gizlenmeleri bir oldu.
Neyse ki önünü aydınlatan arkasını karanlıkta bırakan araç onları teğet geçip, gözden kaybolunca hepsi tekrar ayaklandı. Sessizlik ve gece saldıranın dostlarıydı. Kalp atışları dışında dünyada tık yoktu. Saat sekizi elli dakika geçiyordu. Şehir merkezine hayalet gibi giren On Dört Temmuz takım gücü, gruplar halinde hedeflerine doğru mevzi alıyordu. Yok edilmek istenen Kürt halkının var olma savaşının başlamasına ramak kalmıştı.
Sokaklarda tek tük insanların sesleri duyuluyordu. Nefesler tutulu, gözler hedefte, eller tetikteydi. Herkes ilk kurşunun sesini bekliyordu. Saniyeler birbirini kovalıyordu. Baskın grubunun komutanı Erdal ve yardımcısı Selim, nizamiyenin önüne ulaştılar. Nöbet tutan asker bir şeyler mırıldanıyordu. Kim bilir neye ve kime kızmıştı.
Erdal, ilk kurşunu sıkmak için nişan aldı. Nefesinde düzensizlik yaşanınca bir süre daha kıpırdamadan durdu. Yaşadıkları tüm zorluklara o an için katlanmışlardı. Açlık, soğuk, ölüm, ihanet, yorgunluk, uykusuzluk, yokluk, dışlanma, yani çektikleri, yaşadıkları ve karşılaştıkları her şey ama her şey gözlerinin önüne olduğu gibi saniyeler içinde geldi.
Gezden arpacığı gördü. Askerin kafasına nişan aldı. Tetiği okşadı. İçinden: ‘Yok hayır’ dedi. Ya ilk kurşun sekerse? Namluyu az indirdi. Göğsü genişti ve çekirdek mutlaka bir yerini delerdi. Kalp hizasını esas aldı. Bu kez kurtulması imkansızdı. Ay ışığından faydalanıp namluyu sabitledi. Parmağı ikinci kez tetiği okşadı. Nefesini tutmuşken tetik boşluğunu aldı. İçinde bin bir heyecan, sevinç, haykırış, ölüm, zulüm, başarı ve korku vardı. Hepsiyle cebelleşti. Orduya, jandarmaya, devlete kurşun sıkmanın ne demek olduğunu biliyordu. Biliyordu bilmesine de bilme uygulama anında farklı olurdu. Korkunun, sıcaklığın, terin bu kadar basmasının nedeni oydu.
Kulübede görünen bir insan olabilirdi. Ama vasfı, ismi, cismi korku imparatorluğunu kurmuştu. İnsanın ödü ve yüreği ondan kopuyordu. İki jandarma bir köye gitse hepsini anadan üryan bırakıp, yaşlıların, gençlerin sırtına binip köyün ortasında dolaştırıyordu. Jandarmaya göre onlar kölelerdi. Ve kölelere yapılan her şey mübahtı.
Bu güce kurşun sıkmak öyle kolay değildi. Elini tetikten çekti. Korkuyor muydu? Kendisi de bilemedi. Bunun ardı arkası da vardı. O zamana ulaşmak için türlü türlü, insanın aklına gelmez zorluklarla karşılaşmışlardı. Ama o mermiden sonra bin kat fazlası da olabilirdi. Öfkelendi. Gözlerinden adeta ateş kıvılcımları geceye yayıldı. Öfkeleri her zorluğa karşı ayakta kalmalarına olanak vermişti. Ama o an öfkesi kendisine karşı gelişti. Sonuçta hasmı da onun gibi bir insandı. Ordu elbise ve insandan ibaretti. Bu denli abartmaya, büyütmeye ve tanrısal bir güce büründürmeye ne hacet vardı.
O an anladı ki ilk mermiyi içindeki düşmana sıkması gerekirdi. Bu yüzden savaşta patlatılan ilk kurşun: ‘İçimize sinmiş, düşman gerçekliğine vurulur’ denmesi bu andan kalma olabilirdi. Burnundan nefesini üfledi. Tetiğe elleri titremeden çöktü. Göğsünün en derininden bir rahatlama soluğu:
“Oxx” diyen sesine karıştı.
Namlunun ağzından sarı, kırmızı cehennem ateşi fışkırdı. Devlet adamı olan anlı şanlı kepli asker kulübede yere yığıldı. Ah demeye inlemeye bağırıp, çağırmaya vakti bile olmadı.
Dr. Baran Bisiving güllesini takmış hazırdı. Silahı omuzuna aldı. Tecrübesi olmadığından basınçtan kulağı etkilenmesin diye ağzını açık bırakacağı yerde iki yanağı kerpetenle açılmaya çalışılsa bile başarılı olunamazdı. Roket önünde ateş arkasında sağında solunda korkunç bir sesle duvarı delip karakolun ikinci katında patladı. Ardından öfkeyle köpüren volkanların kıvılcımları gibi kurşunlar, el bombaları karakolu bir anda cehennem yerine çevirdi.
Askerler uzandı. Bu hayal, rüya veya kabusa benzemiyordu. Ama nasıl da bu kadar çok üst üste hem de devlet adamlarına, jandarmaya saldırmaya cesaret ediyorlardı. Ağrı dağına gömülüp üstleri betonla örtülmemiş miydi? Çoğu sürgün de aç, sefil, rezil ve perişan olmamışlar mıydı? Devletin her türlü tecavüzüne uğramış, dilleri yasaklanmış bu yabani yaratıklar nasıl da bu kadar cüretkar davranıyordu. Askerlerden kimisi silahını kapmış, kimisi fırsat bulamadan duvarın dibinde başını tutmuş, yüce Allah’tan medet umuyordu.
Savaşın bir kanunuydu. Baskın basanındı. Karakolun içinde vurulan onlarca askerin feryat, figanı şehrin ıssız sokaklarında yankılanıyordu. O güne kadar halka yaptıkları zulmü, baskıyı, işkenceyi, sırıtarak, zevk alarak yapmışlardı. O an bedenlerine isabet eden kurşunlar yaptıklarının milyarda birinin dahi kefareti sayılmazdı.
Erdal, askerlerin bu şok ve panik halini fırsat bilerek karakolun kapısına doğru koştu. Kanatları olmadan uçuyor gibiydi. Yardımcısı Selim ise gölgesi gibi onu takip ediyordu. Selim iri yarı, cüsseli, otuz beş yaşlarında ağır biriydi. Mermi namludan çıktıktan sonra on sekizinde bir genç, zapt edilemez bir tay gibiydi. Üniformalıları namlunun ucuyla öldürmek dışında aklında, ruhunda, duygusunda ve düşüncesinde başka da bir şey olmadığından kurşun gibi hızlıydı.
Şiyar’ın komutanı olduğu grup da Erdal’ın ve Selim’in ardından yıldırım gibi karakola daldı. Her mermi yılların intikamıydı. Şiyar, önündeki odaya girmek için kapıyı öfkeyle tekmeledi. Pencereden atlamak isterken son bir umutla bakışan askerleri yere serdi. Bir iki dakika içinde karakolun ilk kattı temizlendi.
Gazinodan çıkan subay, karakola en son giren Ferhan’ı gördü. Tabancasını çekip ona doğrulttu. Baldırı çıplaklar da kim oluyordu? İlk kurşunda nişan aldı ve tetiğe çöktü. Ferhan kaçmak istese de devletin şerrinden kurtulamazdı. Hele atışı yapan subaysa buna imkan yoktu.
Ferhan oturmuş, kanı yerleri suluyordu. Sağ elinin baş parmağı parçalandığından silahını sol eliyle ateşliyordu. Eğitimli, bilgili ve yetkin bir subay karşısında daha yeni eline silah alan bir gencin başarı şansı ne olabilirdi ki? Gel gör ki Ferhan bunu düşünmüyor, subayı öldürmek istiyordu. İstedi, istemesine de bu defa da eskidikçe eskimiş, silahı birkaç kurşun atışının akabinde tutukluk yaptı. Tetiğe çöküyor ama barut kıvılcım alıp, çekirdeği itemiyordu.
Subay şimdi üstüne gelip, alnının ortasından vuracaktı. Ferhan’ın bir bombası vardı. Subayı vurmak için atsa savunmasız kalacaktı. Atmasa belki de vurulacaktı. Bombanın pimini düzeltti. Üstüne gelen ayak seslerini işitti. Az daha beklemesi gerekirdi ki geleni de kendisiyle öte dünyaya, bilinmeze götürsündü.
Karanlıktan dolayı hiç bir şey görünmüyordu. Ama kan kokusunu alıyordu. Hasmının üstüne gidip icabına bakabilirdi. Nasılsa hasmının silahı çalışmamıştı. Tetik horozunun mermi kapsüle değerken ki sesi hala kulaklarında çınlıyordu. Ya mermisi bitmiş ya da silahı çalışmıyordu. Subay, bir pencereye bir Ferhan’a taraf baktı. Devletin şanını kurtarmak zor zamanda ona düşmemişti. Aşağıya atlarken ki sesi duyuldu. Ferhan, yalnız kaldığını anlayınca bombasının pimini eski haline getirdi. Bıçağını cebinden çıkarttı. Bir parça şûtik kesti. Baş parmağını kanı akmasın diye sıkıca bağladı. Kalkıp karakolun içine daldı.
Başka bir subay, lojmanın camından onlara ateş açmaya başladı. Namluya kısacık bir nefes aldırıp, karakola ateş açanlara seslendi:
“Eşkiyalar teslim olun. Devletin elinden kurtulamazsınız. Türk devleti büyüktür”.
Karakolu savunan grup, namlularını subayın ateş açtığı lojmana doğrulttu. Kurşunların yağmur gibi üstüne yağdığını görünce kendini yan tarafa attı. Bu devleti ala neredeydi? Bir daha da sesi soluğu duyulmadı.
Ana saldırı grubu karakolun ilk katını tamamen kontrolüne aldı. İlk katta çok sayıda yaralı asker vardı. Peşlerinden en son grup da içeri girdi. Şiyar, Musa ve Azad teslim olan askerleri namluların gölgesi altında karakolun avlusuna götürüyorlardı. İkinci etapta karakolun üst katına çıkacaklardı.
Selim, mermisi biten şarjörlerini merdivenlere bıraktı. Erdal, basamakları çıkarken gözüne iki adet boş şarjör takıldı:
“Bunlar kime ait? Neden buraya atıldı? Kim bıraktı?”.
Selim:
“Şarjörleri ben bıraktım. Karakolu ele geçirdik sayılır. Aşağı inince alırım”.
Daha her şey bitmemişti. Selim karakolun ikinci katına isabet eden Bisiving silahının güllesine güvenerek böyle bir yargıya gitmişti. Fakat ikinci katta karşılarına neyin çıkacağı belirsizliğini koruyordu. Onca zahmetten damıttıkları askeri malzemenin merdivenlerin basamağında bırakılmasına içerleyen Erdal:
“Hemen şarjörlerini kılıfına yerleştir. Askeri malzemelerini rastgele öyle sağa sola atamazsın” dedi.
Elindekini koruma ilkesine riayet etmesini istemişti Selim’den. O da birkaç basamak geri inip, merdivene bıraktığı boş şarjörleri aldı, kılıfına yerleştirdi ve tekrar hedefine odaklandı.
İkinci katta da seri atışlar yapa yapa ilerlediler. Toz, barut ve kan kokusu ikinci katta da burun deliklerini yakıyordu. Haydar ve Azad da onlara ulaştılar. Çatışan askerler vurulurken, teslim olanların silahlarını alıyor, esir askerleri koordine yerine götürüyorlardı.
Selim kapının şatafatından karakol komutanının odasının önünde olduğunu anladı. Kapıya var gücüyle bir tekme savurdu. O an ölse gam yemezdi. İnsan yerine konulmadıkları kapıların birine tekme vurmuştu. Oda boş görünüyordu. Tam odadan dışarı çıkacaktı ki masanın altındaki karartıyı, duyduğu hıçkırıktan fark etti. Dikkatli bir şekilde bakınca bunun bir asker olduğunu anladı. Selim namlunun ucunu artık daha iyi gördüğü karaltıya doğrulttu:
“Çık oradan”.
Saklandığı masanın dibinden ayağa kalkan askerin korkudan beti benzi atmış, titriyordu. İri yapılı bir fiziğe sahip olan Selim, hışımla karşısında dikilen askere:
“Burada ne yapıyorsun ulan? Çabuk silahını ver” diye bağırdı.
Askerin yükselen adrenalinin paçasından döktüğü idrar ayaklarının dibini köpüklü küçük bir gölete döndürdü. Vücudundaki tüm kemikler kontrol edemediği korkusu yüzünden neredeyse çatlayacaktı.
Selim, korkusundan altını pisleyen askeri görünce hayıflandı. O an utancın en derin hücrelerine dahi nüfuz ettiğini hissetti. Kendi kendine: ‘Yazıklar olsun bize. Sizin gibi korkak kişilerin bize bu kadar zulüm yapmalarına sessiz kaldık. Allah bu zamana kadar belamızı versin’ diye söylendi.
Asker rahatlıkla vurabileceği Selim’e silahını uzatırken kekeledi:
“Ağabey bir şey yapmıyorum”.
“Nerelisin? Rütben nedir?”.
“Ankara’lıyım. Orduda çavuşum”.
Birazcık olsun rahatlayan asker sözlerini sürdürdü:
“Ne olur abi beni öldürme. Elini ayağını öpeyim. Ben bir şey yapmamışım”.
Türk ordusu, Kürt halkında: ‘Mehmetçiğe kurşun işlemez. Mehmetçik korkmaz, acıkmaz, üşümez, uyumaz, ölmez vb.’ teranelerle algı oluşturmuştu. Kürt halkı bu algıya inanmanın da ötesinde bu algıyı kanıksamıştı. Selim, korkudan şalına pisleyen askere:
“Korkma seni öldürmeyeceğim. Biz, esirlere sizin gibi kötü muamele ve işkence yapmıyoruz. Düş önüme” dedi.
O esnada komutanı Erdal ile karşılaştı. Erdal ona gülerek:
“Bunu nerde buldun” diye sordu.
Selim, göğsünü şevkle kabartan bir gururla:
“Komutanın odasında saklanıyordu” dedi.
İkinci katta askerlerden temizlendi. Alt kata indiler. Karakol beş dakika kadar kısa bir süre zarfında düşmüş, ellerine geçmişti. Silah sesleri de kesildi. Egîd, avluya getirilen yirminin üzerinde içlerinde yaralıların da olduğu esir askerlerin önüne geçti. Askerler sonlarının ne olacağını bilememenin korkusu ile ağzından dökülecek kelimelere odaklanmıştı. Duvar dibinde kurşuna mı dizileceklerdi? Belki de onları dağa kaldıracaklardı? Bakışları ölüm kadar durgun ve donuktu. Hepsi kararın komutanda bittiğini biliyordu.
Diktiryof silahının gölgesinde elleri enselerinde diz çöktürülen askerlerin yaşadığı tarifsiz korku, Egîd’in kendisine öfkelenmesine neden oldu. İçinden: ‘Arkadaşı ne zaman anlayacağız. O bize ısrarla bir yıl önce savaş başlatın diyordu. Biz neden onu yeterince anlamıyoruz. Ona iyi bir arkadaş olamıyoruz. Bize savaşın dediği orduyu neden gözümüzde o kadar büyüttük. Kendisini bu kadar güçlü gösteren ordunun hali meğer buymuş’ dedi.
Eylemi koordine ettiğinden ötürü aralıksız bir şekilde sağa sola bağırarak talimatlar yağdırmıştı. Sesinin yorgunluğunu gidermek için birkaç defa üst üste öksürdü. Ardından askerlere bakışlarını doğrulttu:
“Sizin için ordu bir ıslah evidir. Devlet için siz istendiğiniz gibi kullanılan birer malzemesiniz. Beyni çıkarılıp, robotlaştırılan birer kobaysınız. Subaylar dışında siz askerler yoksul, köylü ve emekçi halktan zorla koparılan kimselersiniz. Subaylar, bu ıslah evinde en çok değer verdiğiniz ve kutsal saydığınız annelerinize ve kız kardeşlerinize en ağır küfürleri ve hakaretleri yağdırıyor. Bunları bizden daha iyi biliyorsunuz. Artık bu devlete askerlik yapmayın. Siz bu subaylara eğer asker olmazsanız. O kadar ağır küfür ve hakaretlere maruz kalmazsınız. Bu topraklarda sizi bekleyen kaçınamayacağınız akıbeti de artık çok iyi biliyorsunuz. Buna rağmen sizi serbest bırakacağız”.
Egîd’in her sözünü uğradıkları şok baskından dolayı korkudan titreyerek dinleyen esir askerlerden biri o şok halini üzerinden atmayı becerdi:
“Ağabey böyle bir yerde ailemizden uzakta yaşamayı biz de istemiyoruz. Bu söylediğiniz şeyleri komutanlar her gün fazlasıyla bize yaşatıyorlar. Büyüklerimiz bize: ‘Askere gitmeyen adam olmaz’ diyordu. Aksine orduda nasıl beş paralık adamlar haline getirildiğimizi gördük. Sağol komutan ağabey”.
Diğerleri de benzer sözler sarf etti. Esir askerlerden yüzbaşının izinde olduğunu onun yerine geçici görev yürüten Başçavuşun ise gazinoda bulunduğunu ve eylemin başlamasıyla kaçtığını öğrendi. Bedran ve grubu, mevzi alacakları yeri karıştırmayıp, vaktinde orada olmuş olsalardı o başçavuş vurulacaktı. Karakolun düşmesi ile Eruh ilçe merkezi artık tamamen ellerine geçmişti. Erdal’ın grubu da cephane deposunu boşaltmaya başladı. Saydıkları tam tamına yüz üç silahın ve çok sayıda askeri mühimattın kamulaştırılması zaman alacağa benziyordu.
En sonunda YSE kurumuna ait bir kamyon buldular. Şoför mermi sesini duyar duymaz anahtarı aracın kontağında bırakıp kaçmış olmalıydı. Haydar zaman kaybetmeden aracı karakolun avlusuna getirdi.
Cephaneyi yüklemeye başladılar. Ellerini çabuk tutmaları gerekirdi. Şehirde çok kalmışlardı. Üstelik karşılaştıkları aksilikler onlara hayli zaman kaybettirmişti. Planlamalarına göre bir an önce şehir merkezinden çıkmaları elzemdi.
Karakoldan çıkardıkları cephane kamyona yüklenince Egîd, geri çekilme işaretini verdi. Bütün eylem grupları karakolun avlusunda toplandı. Hepsi kamyonun kasasına atladı. Haydar, gaz pedalına bastı.
Karakolu, hükümet konağını, bankayı, postahaneyi, karakol komutanının otomobilini ve bir askeri jipi, molotof kokteyleriyle ateşe vermişlerdi. Şehrin dışına çıktıklarında hedeflerinin istedikleri gibi tutuşmadığı görülüyordu. Yine de o devasa yapılar, ufalanan dayanıksız dokularının içine gömülmüştü. Şehir ise hayaletlerin istilasına uğramış gibi ıpıssızdı.
İnsan zihninin tanımlama çabasında olduğu ay, yıldızlar ve doğanın bir cümle canlılığı kendi bilinmez hakikatinin devinimindelerdi. Ama ay ışığı ve yıldızlar kentlerin aksine Botan dağlarının gök kubbesinde daha bir parlak görünüyorlardı.
Eruh’tan çıkan gerillaların önünde de bilinmezlik vardı. Savaş ilan ettikleri düşmanlarının peşlerine düşeceğini biliyorlardı. Eylem esnasında planlama dışına çıkan kimi gruplar yüzünden hayli zaman kaybetmişlerdi. Oradan hemen uzaklaşmaları gerekiyordu.
Haydar araç kullanırken yolu karıştırmış ve üstüne üstlük kaza yapmıştı. Bundan ötürü de oldukça ihtiyaç duydukları zamana yirmi dakika kadar bir zaman kaybı daha eklenmişti. Köprünün üstüne ulaşır ulaşmaz el koydukları cephaneyi araçtan indirmeye başladılar.
Haydar, aracı istikametlerinin tersine şarampole yuvarlayıp dönene kadar köprünün demirliklerine bağladıkları her üç katıra el koydukları askeri malzemeleri yüklemişlerdi. Katırların yükleri ağırdı. Fakat sert Kürdistan coğrafyasının kadim emektarı olan katırlar, kendi coğrafyaları gibi kaimdiler. O katırları yüklemelerine, her biri, iki-üç silah yanlarına almalarına rağmen cephanenin bir kısmı hala yerde kalmıştı. Egîd, kaldıramadıkları askeri malzemelerin oraya yakın çalılıkların içinde saklanmasını istedi. Öteberi ve çok da ihtiyaçlarının olmadığı şeylerdi. Egîd o esnada takım gücüne döndü:
“Kenan Evren: ‘Bir askerimin düğmesi kopsa ben o gece uyumam’ diyor. Şimdi ona meydan okuyoruz. İşte bir düğme değil, onlarca silahına, binlerce mermisine el koyduk. Buyursun gelsin zulüm kalesinin paşası. Ona meydan okuyoruz. Biz Mazlum Doğan’ın öğrencileri, Kemal Pir’in savaşçılarıyız”.
On Dört Temmuz takım gücü Çirav dağının dibindeki Memîra ve Torik köylerinin tam karşısına düşen yüksek ve dik Girê Niskê dağına doğru tırmanışa geçti. Yük, yorgunluk ve susuzluk tırmanışa eklenince yol almaları iyice zorlaştı. Eylemin başarılı olmasından aldıkları güç ve moralle yürüyüşlerine ara vermiyorlardı. Rastlantı sonucu küçük bir akıntının oluşturduğu pınar başına ulaştılar. Egîd:
“Mola veriyoruz. Arkadaşlar dinlensin, su içsin” dedi.
Sonra takım komutanlarından Erdal, Şiyar ve Bedran’la bir köşeye çekildiler. Egîd; ayaküstü yaptıkları durum değerlendirmesinde son olarak:
“Bundan sonra kayıp vermemek gerekir. Bu çok önemli bir noktadır. Denetim sıkı tutulmalı” dedi.
Toplantıları kısa sürdü. Herkes suya sarılmış, elini yüzünü yıkıyor, kana kana su içiyordu. Egîd o an Eruh’un ışıklarına baktı. İçinden: ‘Birçok kimsenin varlığından bile haberdar olmadığı Eruh kasabası, artık herkesin yakından tanıyacağı bir yer olacak. Ve bu vesileyle Kürd’ün adı da artık dünyada konuşulacak’.
O an birden yüzünden kan çekilmiş, Ferhan’la göz göze geldi:
“Aslında aracın içindeyken dikkatimi çekti. Sana soracaktım. Ama o hengamede buna fırsat bulamadım. Yüzün bembeyaz kesilmiş, neyin var?”.
Ferhan bir an durdu. Söyleyip söylememe arasında tereddüt yaşadı. Yaralandığından kimsenin haberi yoktu. Bunu kimseye söylememiş, herkesten sır gibi saklamıştı. Artık çok fazla bir tehlike de kalmamıştı. Yarasına müdahale edilmez ise belki başlarına daha fazla iş açabilir, yürüyüşü aksatabilirdi. Yaranın sızısı ses tonuna yansıdı:
“Yaralandım”.
Egîd:
“Nerede? Nasıl yaralandın? Neden bundan haberim olmadı” diye üst üste sorular sordu.
Ferhan:
“Gazinoda tabanca ile ateş açan subayın kurşunuydu. Parmağım koptu. Geride kalmak istemedim. Ayrıca arkadaşlar o hengamenin ortasında bir de benimle uğraşacaktı. Buna da gönlüm razı olmadı”.
Egîd, herkesten gizlediği kopan parmağına sardığı bezi özenerek açtı. O an sinirin, damarın, kemiğin, etin, bez parçasına yapış yapış tutunduğu acısına dayanılması çok zor yara karşısında yüzünde beliren burukluğun yerini alan zafer gülüşü ile:
“Bu güç ve iradenin önünde hiçbir düşman gücü duramaz. Bu inanç ve irade kesinlikle zafer kazanacaktır” dedi.
Kaynak: Komalên Ciwan – Me bi ciwantî destpê kir, em ê bi ciwantî biser bikevin (komalen-ciwan.com)