HABER MERKEZİ-
Aden bahçesinin en kadim sakinleri olarak biz Kürtler sahip çıkma, koruma ve işleme görevini yerine getirebildik mi? Bu soruya evet cevabını vermek mümkün değildi. Kürdistan ilk yurtlaştırılan topraktı; ilk mabedin dikildiği, ilk köyün kurulduğu, ilk evin yapıldığı, ilk tarlanın açıldığı, ilk tohumun ekildiği ve ilk bayramın kutlandığı yeryüzü parçasıydı.
ALİ HAYDAR KAYTAN…
1993 yılıydı; ana topraklardan uzakta cezaevindeydim. Kendisinden okunacak bir şeyler istediğim Türk bir tutuklunun verdiği Tevrat’ı okumaya başladığımda, bir Kürt olarak sevinci, acıyı ve utancı bir arada yaşamıştım. Kutsal Kitabın daha ilk sayfalarında kendi ülkemi bulmuştum. Bu ülkenin Tevrat’taki adı Aden’di. Dicle ile Fırat’ın doğup suladığı topraklara karşılık geliyordu. Birçok Batı diline ‘Eden’ olarak geçen Aden ‘cennet bahçesi’ demekti. Tevrat bu yeryüzü cennetinin Tanrı tarafından neden ve nasıl var edildiğini Adem’in yaratılış serüveni ile iç içe anlatıyordu.
“RAB Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık oldu. RAB Tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Adem’i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı. Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynaklarıolan Havila sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon’dur, Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat’tır.” Tanrının altı günü bulan yaratış eyleminde ‘öte dünya’ya ait bir cennet ve cehennemden hiç söz edilmiyordu. Cennet üzerinde yaşadığımız dünyadaydı ve Tanrı burayı kendi suretinde yarattığı insana bahşetmişti. Burası Adem’in öz yurduydu.
Sadece Kitabı Mukaddes değil, bilim insanları da Dicle ile Fırat’ın rahmetiyle beslenen toprakların insanlığın ve uygarlığın beşiği olduğunu söylüyordu. Ama ne yazık ki mevcut durumuyla ‘sömürge bile olamayan’ bu cennet topraklar yabancı fatihler tarafından adeta bir cehenneme çevrilmişti. Öyle ki artık adı bile yoktu, adı yasaklı ülkeydi. ‘RAB Tanrı’ Adem’i bu bahçeye koyarken, kendisine buraya iyi bakıp işlemesini tembih etmişti. Kutsal Kitap böyle söylüyordu. Aslında tembihe hiç gerek yoktu. Cennete sahip olup da kendisine bakmamak, onu kem gözlerin uğursuz emellerinden korumamak düşünülebilir mi? Mantıklı ve insani olan da bu değil midir? Cennet elbette korunur ve bereketinden yararlanmak üzere işlenir. Ancak Aden bahçesinin mevcut gerçekliği bunun tersini işaret ediyordu. Tanrı’nın uyarısı unutulmuş, tembihi bir yana bırakılmış, ‘bakma ve koruma’ görevine ihanet edilmişti.
Yukarıdaki satırları okuduğumda kendime sorduğum soru şuydu: Aden bahçesinin en kadim sakinleri olarak biz Kürtler bu sahip çıkma, koruma ve işleme görevini yerine getirebildik mi? Bu soruya evet cevabını vermek mümkün değildi. Kürdistan ilk yurtlaştırılan topraktı; ilk mabedin dikildiği, ilk köyün kurulduğu, ilk evin yapıldığı, ilk tarlanın açıldığı, ilk tohumun ekildiği ve ilk bayramın kutlandığı yeryüzü parçasıydı. İnsanlık için her bakımdan ilklerin yurduydu. Toprak ile emeğin buluşması mucizevi gelişmelere yol açmış, Kürt anaları ve ataları bu mekândaki yaratımlarıyla sadece kendilerini değil tüm insanlığı beslemişlerdi. Oysa aynı kavmin bugünkü soy sürdürücüleri ilk yurt tutulan bu topraklarda yurtsuzluğa mahkûm edilmişler, özü buğday devrimi olan neolitik devrime tanıklık etmiş ‘nanın ülkesinde nansızlığı’ yaşayacak kadar bu yeryüzü cennetinin gerçeğine yabancılaştırılmışlardı.
Girişte de söz ettim: Tevrat’ı okuduğumda duyduğum sevinç, İbrahimî dinin ilk kutsal kitabının yurdumu ‘cennet’ olarak adlandırdığını keşfetmiş olmamdan kaynaklanıyordu. Aynı zamanda acı duymuştum, çünkü yurdumun adı bile kabul edilmiyordu. Burada yaşayan halkım kimliksizdi ve bu haliyle insanlığın paryası durumundaydı. Utanç duyuyordum, çünkü şimdi üzerinde yaşayanlardan birçoğu cehennemden kaçarmışçasına arkalarına bile dönüp bakmadan bu topraklardan kaçmaya çalışıyordu. Avrupa ülkeleri elveda bile demeden Kürdistan’ı ebediyen terk etmek isteyen Kürt gençleriyle doluydu. Hatta mülteciliği seçenler içerisinde yaşı yetmişin üzerinde olan Kürtler bile vardı. İşlemek, bunun için bakmak ve aynı anlama gelmek üzere korumak, dıştan bir saldırı olasılığını ve fethedip ele geçirmeyi akla getirir. Bu durumda işleyecek ve bakacaksın demek, böylesi bir saldırı ve fetih hareketine karşı bu toprakları koruyacaksın demektir. Tanrısal istem ve buyruk bu olmuştur.
Güçlü bir dinsel inanca sahip olanın da, soruna bilimsel temelde bakanın da Kitabı Mukaddes’in cümlelerinden çıkaracağı yegane sonuç budur. Hiç kimse fatihlerin çok güçlü olduğunu söyleyip teslimiyetine ve ihanetine mazeret bularak yurtsuzluğa mahkum edilmesini haklı gösteremez. Haklı gösterirse lanetlenir, özgür insanlık nezdinde tiksinti ve nefretle anılan bir varlığa dönüşür. Faşist-sömürgeci başı Tayyip Erdoğan bıkıp usanmadan kurduğu o ‘tek’li cümlelerle Kürtlere sürekli gözdağı veriyor. “Sizin bir yurdunuz olamaz, biz onu fethederek kendimizin yaptık” demeye getiriyor. Bu ‘tek’li vurgularına şimdi bir de ‘tek din’i eklemiştir. Bununla Kürtleri ‘özgür yurt’ davasından vazgeçirebileceğini sanıyor. Türklerle Kürtler aynı dine mensuptur diyelim. Peki, aynı dinden olmak yurt davasından vazgeçmeyi ve ülkesini başka güçlere peşkeş çekmeyi mi gerektirir? Hangi kutsal kitapta böyle bir kural vardır? Yurdunu yitirenin ve bunu kendisi için sorun olarak görmeyenin dindarlığı kaç para eder?
Paçavraya dönüşmüş bir elbiseyi çıkarıp atar gibi yurdundan vazgeçmek de, bir başka halkın yurdunu işgal edip egemenlik altında tutmak da dinden imandan çıkmak değil midir? Aslında Kürtler için Erdoğan’ı ve onun faşist- sömürgeci yönetimini eleştirmek ciddi bir anlam ifade etmiyor. Eleştiri bir düzeltme silahıdır ve dostlar arasında geçerlidir. Eleştiriyle bir işgal yönetiminin nesini veya neresini düzelteceksiniz? Kürdistan’a hükmeden işgal rejimi düzeltilemeyecek kadar insanlık dışıdır ve tasfiye edilmeyi gerektirir.
Asıl eleştirilmesi ve şiddetle mahkûm edilmesi gereken tutum, ana ve ata topraklarını koruyup savunmasını bilmemektir. En ağır günah budur. Kürt bu vebalin altından kalkmak zorundadır. Çünkü bir kapatma gibi gördükleri ülkesini sürekli tecavüz altında tutanlar karşısında suskun kalanların insanlığından da, dindarlığından da söz edilemez.
Soruyorum: Biz Kürtler Kitabı Mukaddes’in diliyle işleyelim ve bakıp koruyalım diye ‘Aden Bahçesi’ni bize bağışlayan Tanrı’nın hâşâ yanlış yaptığını mı söyleyeceğiz? Böyle değilse, o zaman görevimiz nedir?”