HABER MERKEZİ- Gerilla’nın Kaleminden
“Yok abey, sizi tanıyoz, kimseye söylemeyiz”
15 günlük bir yürüyüşten sonra Samandağ’ının yakın bir çevresine ulaşmıştık. Ama yürüyüş boyunca hem yeni savaşçıların yürüyüşte zorlanmaları, hem de erzakımızın olmaması hepimizi zorlamıştı. Gün boyunca kısa, bodur çalılıklar arasında çobanlardan saklanmış, havanın kararmasını bekliyorduk. Her hangi bir köylünün bizi görmesi, önümüzdeki bir günlük ova yürüyüşünü tehlikeye atabilirdi. Ovada çıkacak olan herhangi bir olumsuzlukta düşman, 13 kişilik grubu rahatlıkla imha edebilir. Geri çekilme süreci olduğundan düşman, olası geçiş yerlerini pusulamıştı. Gruba verilen talimata göre, görüntü vermeyecek, bizi gören köylüler olursa, onları diğer köylülerin bulacağı bir biçimde bağlayacaktık. Her ne kadar yerliler Arap olsa da, bu tedbiri almak zorundaydık. Aksi halde ihbar çıkabilirdi. Diğer önemli bir geçiş yerimiz de Asi nehriydi. Geçen arkadaşların söylediğine göre hırçın bir suymuş. Kapılan oldu mu kurtulması imkânsızmış.
Aydınlığın içini kemiren tuhaf bir koyuluk havayı karartmıştı. Bu koyuluk aydınlığın içine düşen kocaman bir mürekkep damlası gibi yavaş yavaş kendi rengine boğdu. Yeryüzü bu ağırlığa dayanamayarak tümüyle karanlığa teslim olmaya başladığında hareket ettik.
Suyu çekilmiş, kuru bir dere yatağından aşağıya inmeye başladık. Dere yatağında serin, ferahlatıcı bir meltem esiyordu. Gün boyunca tenimize işleyen ağustosun kuru sıcağından sonra terli yüzümüzü yalayıp geçen serin meltem iyi gelmişti. Bu meltemin akşamın neresinden sıyrılıp dereye düştüğünü bilmiyorduk. Bir vadi meltemiydi sanıyorum. Biraz sonra öncülerimiz bir su birikintisini bulmanın sevinciyle; “Heval burada su var. Ama arkadaşlar fazla içmemeye dikkat etsinler” diye uyardılar.
Öncülerimiz haklıydı. Bir yürüyüş öncesi gereğinden fazla su içildi mi, yürüyeni rahatsız ediyordu. Ama yeni savaşçı adayları bunu pek yaşamamış olduğundan kana kana su içtiler. İlk defa bütün gün sıcak altında bekleyen yeni savaşçılara hak vermemek elde değildi. Çünkü daha önceki günler boyunca doğru dürüst su içmemiştik. Nedeni ise Samandağ’ı arazisinin bol maden yataklarına sahip olmasıydı. Dağın vücudundan süzülen sular sarımsı bir renkteydi. Yani maden rengini almıştı. Acımtırak bir tadı vardı bu suların.
Alt tarafımızda, dağı yarıp, Samandağ’ına kıvrılarak uzanan stabilize yola indik. Yol çok kullanılmış olduğundan yüzeyindeki kabuklar kırılmış, toz halini almıştı. Yürürken bir un tortusuna bastığımız hissini uyandırıyordu; yumuşacık ve eriyen bir sünger gibiydi. Bizi izleyenleri sevindirecek bir belirti bırakmamak için öncülerimiz taşlara, ot birikintilerine basarak yürümemizi söylediler. Bütün talimatlar öncülerden bir fısıltı halinde yayılıp, artçıyı buluyordu. Önümde yürüyen ve grupta tek bayan arkadaş olan Tekoşin, nedense kısık sesle konuşmaya alışamamıştı. Belki de bu davranışı onun konuşkan oluşundan kaynaklanıyordu. Hafif sesini yükselterek talimatı iletiyordu.
Akşam karanlığı bütün çabukluğuyla yolumuza birikiyordu. Ardımızda bıraktığımız Türk-Arap halkının ve Amanos dağlarının buruk hüznü içimizde depreşirken, önümüzde kalabalık gerilla birliklerimize ve ülkeye ulaşmanın dayanılmaz heyecanı tırmanıyordu.
Yol belirsiz uzanırken ansızın karşı tarafta iki atlı, öndeki arkadaşlara ulaştı. Her şey bir anda olup-bitmişti. Köylüler bizi görmüşlerdi! Yaklaştığımda iki gencin atlarını zaptetmek için dizginlere asılmış olduklarını gördüm. Öncülerden biri gayet doğal bir sesle:
“İyi akşamlar” dedi.
“İyi akşamlar” diye karşılık verdi öndeki genç. Delil arkadaş devamla:
“Nereye gidiyorsunuz böyle?” diye sordu. Aynı genç köylü bozuk Türkçesiyle;
“Garşiki köye gidiyoz” dedi. Delil arkadaş hiç istifini bozmadan;
“Bizi gördüğünüzü kimseye söylemeyin, yoksa iyi olmaz” dedi, yarı şaka, yarı tehdit eder bir sesle. Yine öndeki genç:
“Yok abey, sizi tanıyoz, kimseye söylemeyiz” diye cevapladı. Atlarından keskin bir ter kokusu yükseliyor. Hızlı hızlı soluk alıp-veriyorlardı. Yolda koşturmuş olmalıydılar. Ama ikisi de bakımlı, toramandı. Arkadaki at hızını kestiğimizden dolayı bize öfkelenmiş gibi toynaklarıyla toprağı eşeliyordu. Delil arkadaşın kısa konuşmasından sonra, her iki köylüyü serbest bırakmasını, yanımızdan geçip karanlıkta kaybolmalarını şaşkınlıkla izledik. Ama mutlaka geçerli bir nedeni vardı. Bunu tartışacak zamanımız yoktu. Bütün arkadaşlarda sezilebilir bir tedirginlik başlamıştı. Küçük Güney sınırını keseceğimiz zamana kadar geçicide olsa sürdürmemiz gereken gizlilik kuralını ihlal etmiştik. Duyulan tedirginlik bundandı. Ovaya inmeden iki köylüyle karşılaşmamız büyük şanssızlıktı. Ya köylüler ihbar ederse ne yapacaktık? Hepimizin düşüncelerinde dolaşan bu soruydu. Daha önce Güneye çekilmek üzere giden bir grubun pusuya düşmesi üzerine, gruptan kopan bir-iki arkadaşın günlerce süren operasyon içinde pamuk tarlasında saklandıklarını, sonradan arkadaşlara ulaştıklarını duymuştum. Ama onlar yıllarca savaşta kalmış ve muazzam savaş tecrübeleri olan arkadaşlardı. Gelgelelim bu bizim grup için geçerli değildi. Çünkü her hangi bir olumsuzlukta gruptan kopacak olan yeni arkadaşların kendini koruyacak tecrübeleri yoktu. Üzerlerinde hala ilk katıldıklarındaki sivil elbiseler vardı.
Yarım saat kadar süren bir yürüyüşten sonra aşağıda bir köyün tedirgin ışıkları göründü. Daha da ötede sanki gökyüzünden düşmüş gibi görünen yıldızların sönmekte olan ışıkları yansıyordu. Bazen bu cılız ışıkları sert bir rüzgâr süpürüyor ya da soluğu kesiliyormuşçasına sönüyor, kısa bir süre sonra yine eski haline dönüyordu. Hedefimiz orası olmalıydı. Bayır aşağıya inmeye başladık. Yürüyerek izleyeceğimiz bir patikanın olmayışı yeni arkadaşları zorluyordu. Bir taşa ya da, kurumuş bir ağaç köküne takılıp düştüklerinde mahcup bir halde kalıp tekrar sıralarına giriyorlardı. Bayır bitimini kesin olarak gösteren bir dereye vardık. Minik kum tepeleri kıyıya vurmuştu; birileri özenle elekten geçirmiş gibi inceydi. Öyle ki bu inceliğin yüzeyinde tek bir çakıl taşı bulmak bile imkânsız görünüyordu. Derenin genişliğine uzanan kocaman kayaların akşamın karanlığına yapışık kalan beyazlığı, suda tünemişti ve esrarlı bir görünümleri vardı. Biraz daha yaklaştığımızda bu muhteşem beyazlığa ulaşmanın merakıyla inceledik. Öteki birkaç köy evinin ışıkları bu tarafa vurdukça, cömert davranıp ışığa daha bir güzellik katarak yansıtıyorlardı. Üzeri verniklenmiş gibi parlak görünüyorlardı. İkişerli el ele tutuşarak, karşı kıyıya geçtik. Bundan sonraki kısmını hiç dinlenmeden geçmemiz gerekiyordu. Önümüzde sağa sola dağılmış evler görünüyordu. Öncülerimiz kısa bir süre etrafı incelediler. İlkin asfalt yola vardığında bir arabanın farları yolu aydınlattı. İkisinin zaman kaybetmeden kendilerini yolun kıyısına attıklarını seçebildik. Bir yolcu minibüsüydü. Geçtiğini fırsat bilip iki kişi daha yola inmeye başladı. Bir kaç metre kalmadı ki, bu kez kulakları tırmalayan sesiyle bir motosiklet göründü. Işığı sadece önünü aydınlatmaya yetiyordu. Etrafını aydınlatabilecek güçte değildi. İki arkadaş yanımıza dönmekle yerinde kalmak arasında kararsızlık geçirdiler. Kısa bir süre ayakta beklediler biz ise hemen yukarıda motosikletin, onları görebileceği kaygısıyla sabırsızlanıyorduk. “Neden kendilerini saklamıyorlar” diye için için kızıyorduk. Nihayet bahçe çitinin ardına gizlenebildiler. Derin bir nefes çektik. Motosiklet geçer geçmez, hepimiz ses çıkarmamaya çalışarak koşa koşa öncülere doğru indik.
Bir portakal bahçesine girmiştik. Portakal ağaçlarının geceye yayılan kokuları olmasa, küçük bir koruluk sanılabilirdi. Hareket ettiğimizin tek belirtisi ara sıra portakal yapraklarının çıkardığı hışırtılı seslerdi. Kimseye görünmeme kaygısını saymazsak olağanüstü bir geceydi. Sanki bir gerilla yürüyüşünde değil de, bu kadar doğa harikaları arasında bir gece gezintisine çıktığımız duygusuna kapılıyorduk. Rüzgâr vurdukça serin karanlığın içinde sızıp gelen çekingen ışıklar karşısında oynaşan portakal dallarını hiç bıkmadan saatlerce izleyebilirdim. Adımlarımız onları geri bıraktıkça elimizde olmadan dönüp dönüp bakıyorduk bu görkemli manzaraya.
Asi nehrine vardığımızda saat gece yarısını geçiyordu. Su kenti ikiye bölmüştü. Kentin yarısı bu tarafta, yarısı karşı taraftaydı. Ama iki yüz metre ilerlerimizde köprü vardı. İkiye ayrılmış şehri birleştiriyordu. Vakit geç olduğundan bütün evler uyumuş, ışıklar sönmüştü. Sokak lambaları dışında ışıklar yanmıyordu. Zaman kaybetmeden üç kişi suyu geçmek üzere raxt ve silahlarımızı indirdik. Ve kol kola girerek suyu geçmeye başladık. Önde ben vardım. Ortadaki küçük güneyli Erdal arkadaşı Mahsum arkadaş izliyordu. Yaz mevsimine rağmen su soğuktu, bir kaç adım ilerlemiştik ki, ayaklarım yerden kesildi. Aynı anda Mahsum ve Erdal arkadaşlara beni çekmelerini söyledim. Sudan geçmek imkânsızdı. Uğraşarak üçümüz geçebilirdik belki ama diğer arkadaşların geçmesi imkânsız gibiydi. Gözümüze kestirdiğimiz başka bir yeri denedik ama o da geçiş vermedi. Hemen raxtlarımızı ve silahlarımızı alıp arkadaşların yanına döndük. Durumu anlattığımızda Delil arkadaş;
“O zaman şehrin içinden geçen köprüyü denememiz gerekiyor, başka da seçeneğimiz yok. Ya onu deneyeceğiz, ya da sabaha kadar buralarda dolanıp kalırız. Bu da imha olmamız anlamına geliyor” dedi.
Vakit kaybetmeden mesafeli açılıp köprüye yaklaştık. Planımıza göre üç arkadaş önden gidecekti. Eğer düşman köprüyü tutmuşsa en azından kalan on kişi kurtulabilirdi. Düşünecek zaman bile yoktu. Sabah şehrin yakınında görünmek bile sonumuz olurdu. Şehri geçmemiz gerektiği gibi en az bir kaç saat de ondan uzaklaşmamız gerekiyordu. Çünkü önümüzdeki arazi çıplaktı.
Köprüye ulaştığımızda yolun hemen ötesinde bir bakkal dükkânının açık olduğunu gördük. Ama etrafta kimse görünmüyordu. Cadde boyunca ışıkları sönük evler uzanıyordu. Köprünün üzerini aydınlatan sarı ışıklar, köprü altından sessizce süzülen Asi suyunun yüzeyinde yansıyordu. Asi, her an yutmaya hazır, sessiz bir tehlike gibi akıyordu. Bir kabuk bağlamış da onun içinden geçiyormuş gibi kıpırtısız görünüyordu. Nefesimizi tutup köprüye doğru koşmaya başladık. Köprünün başına ulaşır ulaşmaz bir köpek havlamaya başladı. Bir yandan köprüyü koşar adım geçmeye çalışırken, diğer yandan da köpeğin nerede olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bu köpek, köprüyü tutmuş askerlerin köpeği olabilirdi. Bu düşünce beynime bir ur gibi yerleşti. Belki de bizi köprünün üzerinde, suya atlamaktan başka yolu olmayan bir noktada sıkıştırıp vurmak istiyorlardı. Böyle düşünüp koşarken ardımdan koşar adım gelen ayak seslerini duydum. Silahım hazır, yarım yamalak dönüp baktım; gelen Tekoşin arkadaştı. Sonra ardı sıra karanlık gölgeler gibi tek tek köprüye doğru koşan arkadaşları gördüm.
Nihayet köprüyü geçmiştik. İleride apartmanlar vardı. Sağ taraftaki bahçeye girdik. Kısa bir süre sonra herkes gelmişti. Bahçe, sık hurma ağaçlarıyla gölgelenmiş, dışarıdan gelen ışıklar, yaprakların arasından geçip birer ok gibi toprak zemine saplanıyordu. Yerde ağaçlardan düşmüş hurmalar vardı. Herkes yerdekilerden bir kaçını alıp yedi. Köprüde bir sorunun çıkmaması hepimizi sevindirmişti. O köpeği merak etmiştim. Delil arkadaşa sordum;
“Heval o havlayan köpek neyin nesiydi öyle?”
“Bakkalın köpeğiydi sanırım. Bakkalı uyandırmamışsa iyidir” dedi. Sonra birden bire aklına bir şey gelmiş gibi:
“Heval acele edin, yolun altından çıkalım” diyerek öne geçti.
Bahçe çitini aşıp, diğer bir bahçeye girdik. Bu bahçede fazla ağaç yoktu. Ağaçları tek tek aralıklıydı. Bir çıkış yolu bulamadığımızdan, bahçe sahibinin olduğu anlaşılan eve doğru yürüdük. Bu evin ışıkları yanıktı. Sessizce eve yaklaştığımızda üzeri çinko saclarla örtülü bir kümesin yan tarafındaki yoldan başka yol olmadığını gördük. Bir süre etrafı dinledikten sonra teker teker geçmeye başladık. Ama olabildiğince sessiz olmaya, ses çıkarmamaya çalışıyorduk. On metre ötedeki evde konuşan iki kişinin konuşmalarını duyabiliyorduk. Tam o sırada, o rahatsız edeci sessizliğin içinde yeni bir arkadaş omzundaki silahın namlusunu bir dönüş hareketinde saca çarptı. Tiz bir metal sesi geceyi yırttı. Hepimiz aynı anda yerimizde donakaldık. İçeride konuşanlar susmuştu. Delil arkadaşın ona kızdığını duydum. Yeni savaşçı elinde olmadan, iradesi dışında ses çıkarmıştı. Grubun yarısı öte tarafa geçtiği için bir tarafa da çekilemezdik. Çünkü yolu sadece Delil arkadaş biliyordu. Biz de olduğumuz yerde durarak içerideki seslere kulak kabartmıştık. Bir değişiklik olacak mı diye. Eğer şehrin içinde birilerine görünürsek grup tehlikeye girecek, belki de bu imha ile sonuçlanacaktı. Bu düşünce ile bir kaç dakika hareketsiz bekledik. Aynı şekilde öteye geçen arkadaşlarda bekliyorlardı. Evden birileri çıkıp da bizi görürse mecburen esir alacaktık. Başka çare de yoktu. Neyse ki, içeridekiler tekrar eskisi gibi konuşmalarına devam ettiler. Konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla karı-koca idiler. Onlar konuşmalarına devam ederken, grubumuz karşıya geçmişti.
Havanın aydınlanmasına az kalmasına rağmen, kah mahallelerin asfalt caddelerinden koşarak, kah park eden arabaların ardına gizlenerek kentten çıkmaya çalışıyorduk. Şafağın sökmesi bizim için “imha” anlamına geliyordu.
Karanlığın içini hain bir aydınlık kemirmeye başlamıştı bile. Yukarıdan kentin karma karışık ışıkları görünüyordu. Delil arkadaş hepimizin yorgun olduğunu bile bile:
“Heval acele edin, şafak söküyor. Şehrin karşısındayız. Biraz daha gayret edin, noktaya yaklaşıyoruz. Bu kadar emeğimiz boşa gitmesin” diye hızımızı artırmaya çalışıyordu.
Bütün gece boyunca yürümüştük. İnce bir yorgunluk tepeden tırnağa her tarafımıza yayılmaktaydı. Yine de hızla yürümeye çalışıyorduk. Hava tam aydınlandığında Delil arkadaşın sözünü ettiği ormanlık araziye ulaşmıştık. Aşağıda tek tük evler görünüyordu. Biraz dikkatli bakınca aşağımızdan geçen toprak yolun hemen üzerinde mevziye benzer yerler gördük. Biraz daha yaklaşınca komando şapkalı birisinin saklanmaya çalıştığını gördüm. Silahımı omuzumdan kaydırıp, eğilerek yaklaştım. Bizi görmüş olmalıydı ki, o da biraz daha eğildi. Bütün gizlenme çabalarımız boşa gitmişti. Şafağın söktüğü bir zamanda ona rastlamamız kelimenin tam anlamıyla talihsizlikti. En ufak bir hata hepimizin sonuna neden olabilirdi. Hareket sahamız daraldığı gibi bu orman parçasından öte, arazi çıplaktı. Gündüz geçmemiz imkânsızdı. Tüm bunların öfkesiyle adama yaklaştım. Bu öfkemi gizlemeye çalışarak:
“Merhaba dayı” dedim.
Adam oturduğu yerden yavaşça ayağa kalktı. Otuz beş-kırk yaşlarında, zayıf bir adamdı. Elinde çift namlulu bir av tüfeği tutuyordu. Tek korkum, elindeki silahını ateşlemesiydi. Her şey alt-üst olabilirdi o zaman.
“Silahını ver dayı!” dedim. Bunun üzerine adamın yüzünde ilginç bir ifade belirdi. Korku, çıldırma, şaşkınlık bütün bunları adamın yüzünde görmek mümkündü. Adamın bir delilik yapacağından çekinerek hızla tüfeğini aldım. Namlusuna sürülmüş iki fişeği çıkardım. Adam tek kelime edecek gücü yok gibi öylece dikiliyordu. Öbür arkadaşlar da bize yetişmişti. Adam uzamış sakalımıza, silahlarımıza bakıyor ama ağzından tek kelime olsun çıkmıyordu. Daha önce anlaştığımız gibi:
“Sen bizimle geliyorsun dayı” dedim.
Adam yine bir şey demedi. Sadece yürüyen arkadaşların ardına düştü. Bir avcıydı.
Bir kaç dakika sonra sık ağaçların arasında gizli bir yer bulduk. Herkes çantasını indirdi. Bazı arkadaşlar çay yapmak için gerilla ateşi yakmaya koyuldular. Ben, Delil ve Erdal arkadaş adamla konuşmaya çalışıyorduk. Antakya bölgesinin çoğunlukla Arap olduğunu düşünerek:
“Dayı Arap mısınız?” diye sordum. Nihayet “Evet” diyebildi. Delil araya girerek;
“Ne arıyorsun burada?” diye sordu.
“Avcıyım, kırlangıçlar görüp, ürkmesinler diye saklanmıştım” dedi, mahcup mahcup.
“Akşama kadar seni yanımızda tutmak zorundayız” dedi, Delil arkadaş. Adam Delil’e kaygı ile baktı:
“Yerime gitmezsem, beraber geldiğimiz arkadaşlarım beni ararlar, sizi görürlerse de ihbar ederler. Ama beni bırakırsanız ihbar etmem” dedi. Delil arkadaş başını sallayarak, “Seni bırakamayız, bu imkânsız” dedi. Avcı ısrarlı bir sesle,
“12 Eylül öncesi ben de devrimciydim. Sizin gibiydim, ne olur beni bırakın. Yoksa arkadaşlarım beni aramaya çıkar. Sizin için de, benim için de iyi olmaz” dedi.
Kendimizi tanıtmadan bizi tanımıştı. Zaten buradaki Arap halkının bize sempatisi vardı. Söylediği mantıklıydı ama eğer sözünde durmayıp da kaçarsa, bizim için iyi olmazdı. Onu yanımızda tutmakla bir nevi olabilecek şeyleri şimdiden kontrol altına alıyorduk. Erdal arkadaşla Arapça konuşmaya başladılar. Erdal arkadaş Küçük Güneyli olduğu için Arapça biliyordu. Yarım saate yakın konuştular. Biz bir şey anlamadan öylece dinliyorduk. İçimizden biriyle kendi dilinde konuşması ona az da olsa bir güven vermişti. Doksan birden bu yana Amanoslarda gerilla gücü olmuştu. Gelgelelim halkla ilişkilerimiz fazla iyi değildi. Bunun nedeni, kırsala çıkma yasağıydı. Bundan dolayı kimse dağa çıkamıyordu. Çobanlar sürülerini dağın ovaya bakan eteklerinde otlatıyordu. Kürdistan’daki gibi yaylaya çıkma engelleniyordu. Öyle ki, iki bine yakın evi bulunan ve adeta minik bir şehri andıran Zorkum yaylası bile bomboştu. Sadece Pazar günleri –o da izimizi sürmek için- devletin gönderdiği avcılar geliyordu. Bunun dışında ara sıra tesadüfen de olsa rastlayan köylüler şaşırıyordu. Devletin bu kadar karaladığı ve haksız bir atalete esir bıraktığı, tepelerinde sis eksik olmayan bu gizemli yerlerde insanların yaşayabileceği kimsenin aklına gelmiyordu.
Bu arada çayımız kaynamıştı. Son ekmeklerimizi daha önce yaptığımız kavurma ile birlikte adamın önüne koyduk. Ekmeklerimiz çantada perişan bir hal almış, ezilmişlerdi. Önümüzde bir gecelik yol olmasına rağmen son yiyeceğimizdi. Adam bizi kırmadan bir bardak çay ile biraz kavurma ve ekmek yedi. Son ekmeklerimizin olduğunu anlamış olmalı ki, fazla yemedi. Delil arkadaş; “Yesene dayı, çekinme” diye dost bir sesle üsteledi.
“Sağ olun gelirken kahvaltı yapmıştım. Fazla iştahım yok” dedi.
Sohbetimiz sırasında eskiden Türk sol hareketinin bir sempatizanı olduğunu, darbeden sonra tutuklandığını, serbest bırakılınca devrimcilikten tümden vazgeçtiğini, ayrıca yolunu gözleyen bir karısı ve kızı olduğunu, marangozluk yaptığını, pazar günleri zevk için ava çıktığını anlattı. Son sözünü bitirmeden etrafımızda silah sesleri duyuldu. Adam birden bire kaygılandı. Belki de yanımızda olduğunu silah sesleriyle hatırladı.
“Benim arkadaşlarım, aldığınız yerde bulamayınca aramaya çıktılar herhalde” dedi.
Çantalarımızı toparlayıp, ateşi toprakla örttük. Delil arkadaş benle Erdal’ı yanına çağırarak;
“Ne yapalım, bıraksak uygun olur mu?” diye sordu.
“Adam iyi birine benziyor. Kimliğini alıp bırakalım. Zaten durduğu yer buradan da gözüküyor. Onu biraz korkutursak ihbar etmez” dedi Erdal. Ben de, Erdal arkadaşın görüşüne katıldığımı söyledim. Avcının yanına döndüğümüzde, Delil:
“Bize kimliğini ver dayı. Akşam hareket ettiğimizde sana getiririz” dedi.
Avcı, yanında kimliğinin olmadığını, bunun yerine av teskeresini verebileceğini söyledi. Delil arkadaş,
“Tamam, yalnız bizim nöbetçiler seni sürekli izleyecekler. Yerinden ayrılmayacaksın. Eğer ayrılırsan olacaklardan biz sorumlu değiliz” dedi.
Adam başıyla onayladı. Sonra çantasından bir poşet dolusu poğaça çıkardı ve delil arkadaşa uzattı. Delil arkadaş;
“Yok dayı biz alamayız. Bizim yiyeceğimiz var, öğlen yersin” dedi.
“Siz almazsanız ben de gitmeyeceğim” dedi. Delil, adamın bu radikal davranışına bir anlam vermese de poşeti aldı. Adam bir şey olmamış gibi silahını omzuna atarak, seyrek ağaçların arasından eski yerine doğru gitti. Avcı gider gitmez, onu daha iyi görebileceğimiz bir yere gittik.
Günbatımına kadar avcıyı izledik. Bir tarafa ayrılmadan eski yerinden bazen gördüğü bir ava mermi atıyor, bazen sakin sakin oturuyordu. Onunla anlaştığımız gibi altıya çeyrek kala, yanıma sivil giyimli yeni bir arkadaşı da alarak av teskeresini vermeye gittim. Ona yaklaştığımızda yanında on dört-on beş yaşlarında bir çocuğun olduğunu gördük. Bir süre sonra gidebileceğini düşünerek bekledik. Ama çocuğun gideceği yoktu. Bazen keçilerini kontrol etmek için kısa sürede kayboluyorsa da tekrar avcının yanına dönüyordu. Bir iki kez ıslık çaldım, avcı oralı bile olmadı. Hareket saatimiz geçiyordu ve daha fazla bekleyemezdik. Elimdeki teskereyi yeni savaşçı arkadaşa vererek,
“Bunu ona ver. Eğer avcı, çocuk anlamasın diye bir şey söylerse, oduncu olduğunu, teskereyi odun toplarken bulduğunu söylersin. Ve hemen yanıma dönersin, seni burada bekleyeceğim” dedim.
Yeni savaşçı, avcının teskeresini götürüp verdi. Ve kısa bir süre sonra döndü. İlkin yanındaki çobandan dolayı hiç oralı olmadı, sonra birden dönüp baktı. Bu kez yüzündeki ifade korku ve şaşkınlıktan ziyade bir vedalaşma ifadesiydi. Yüzüyle, gözleriyle bizi uğurluyordu sanki. Belki Türk solunun eski bir üyesi olarak, içinde taşıdığı gerilla özlemini böyle yansıtıyordu. Başını önüne eğdiğinde biz de arkadaşlarımıza doğru ilerlemeye başladık.
Narin bir kızıllık tepelerin zirvelerine yansımıştı. Bir günü kazasız, belasız geçirmenin sevinciyle yola koyulduk. Orman parçasının bittiği, yaylalıkların başladığı sınıra geldiğimizde alacakaranlık basmıştı.”
2013…