HABER MERKEZİ-
Bir Katılım Hikayesi…
Büyüdüğümü hissettiğim ve birçok şeyi sorgulamaya başladığım zamanlardı. Büyüdüğüm derken aklınıza öyle gerçekten büyük yaşlar gelmesin. Her Kürt çocuğu çabuk büyür. Yaşadığı çelişki ve haksızlıklar büyümesini sağlar. Ben de o zamanlar taş çatlasa 15’tim. Dershane dönüşü annemin yaptığı soğuk yaz çorbası olan ‘gırar’ı yerken haber kanallarını açtım: “HDP İl Binasına saldırı: Deniz Poyraz adındaki çalışan öldü.”
Yemeği bırakıp annemin yanına oturdum. Annem patiklerini örerken “Keça min te çima nexwar” (Kızım neden yemedin?) dedi. Gözlerim hala Deniz’in fotoğrafındaydı. Annem de aynı yere baktı.
“Çima ew kuştin e?” (Onu niye öldürmüşler) diye sordu.
“Ji ber ku Kurd e” (Kürt olduğu için) diye yanıtladım.
Gözlerimin öfkeyle dolduğunu annem fark etti. Aslında çok bilinçli değildim, sadece biraz duygusaldım. Dinlediğim şarkılar ve okuduğum şiirler politikti fakat ben pek değildim. Dedim ya duygusaldım işte. Şiir sevdiğim için hep yeni şiirler okumak isterdim. Tesadüf, internette “Zafere Yürüyenin Türküsü” şiirini buldum. Her dinleyişimde tüylerimi diken diken ediyordu. Hele bir de
“Altı da bir üstü de bir değildir yerin.
Sen üstünde duracaksın.
Altına düşmanın girsin!” dediği yerde kendimi bir savaş meydanında hissederdim. O şiirden sonra gerilla şarkıları falan derken devlete ve sisteme karşı tepkilerim artmıştı. Şimdi insan okuyunca diyor hele ne tepkisi göstermiş. Okulda tahtaya politik sözler bazen de Önder APO’nun sözlerini yazmak falandı işte bu tepkiler. Tabi bir de öğretmen ve müdürlerle olan sonuçsuz tartışmaları da sayarsak.
Önceden haberleri TV’den takip ederdim. Daha sonra ajanslarda çıkan yazıları okumaya başladım. Bazı analizleri anlamıyordum fakat bazıları vardı ki defterime yazıp şiir gibi okuyordum. Bütün bunlar bende duygusal anlamda büyük etkilenmeler yaratmıştı. Ailemin yeterince vermediği Kürtlük bilincini kendi kendime şiirler yoluyla oluşturmuştum.
Annem dolu gözlerle düşüncelere daldığımı görünce;
“Ev qedera Kurda ye keça min. Tu xwe bi van re mijûl neke. Ji destê me tiştek nayê. Tu mêjiyê xwe bide ser mekteba xwe.” (Bu Kürtlerin kaderidir kızım. Sen bunlarla ilgilenme. Bizim elimizden gelecek bir şey yok. Sen aklını okuluna ver) dedi. Annem böyle deyince gözlerim daha fazla doldu. Ama ağlamak olmazdı. Çünkü o şiirde “Titrek ve yorgun adımlarla kendi celladını izleyen dostum! Çaresiz ve suskun bir Golgota yolcusu olmak, Götürmez seni istediğin yere.” diyordu. Ağlamadım.
Öfkem yalnızca Deniz Poyraz’ın katledilmesine değildi. Bazı şeyleri yeni yeni tanıyor ve anlıyordum. Devletin gerçekleştirdiği katliamlar, dilimin yasaklı olması, okullardaki ötekileştirme, yine toplumdaki ve bir bütün sistemdeki cinsiyetçilik, kadının her alanda küçük-yetersiz görülmesi ve daha birçok şeyin farkına varıyordum. Tabi fark etmek insanı değiştirir. Annem bu değişimlerime bir yandan seviniyor, bir yandan ise tehlikeli olduğunu seziyor ve umutsuz bir şekilde önümü kapatmaya çalışıyordu. Ama ben artık bu gerçekliklere karşı bir şeyler yapmak istiyordum.
Sabah ilk işim tüm okul harçlığımla mor renkli bir sprey boya almak oldu. O gün okula yürüyerek gittim ve yol üstündeki dükkanların kepenklerine “Katil Devlet” ve “Deniz Poyraz Ölümsüzdür” yazdım. En son okulun karşısındaki pastahanenin kepenklerine büyükçe bir “Katil Devlet” yazınca spreyim bitti. İlk eylemimi gerçekleştirmenin verdiği gururu yaşıyordum ki akşam bir arkadaşım bana okulun önünde çektiği bir videoyu gönderdi. Videoda 3 tane polis aracı sokağın ortasında ve kalabalık bir grup etrafında, “Katil Devlet” yazdığım yeri beyaz boya ile siliyorlar. Videoyu izleyince ilk başta olayın vehametini anlamadım. Kendi kendime “Vay bee bu devlet beni ne kadar önemsiyor.” dedim. Tam demiştim ki arkadaşım şu mesajı gönderdi: “Polisler kameralara bakıyor kimin yazdığını bulmak için. Dikkat etsen iyidir”
Kalp atışlarım hızlandı. Gözaltına alınacağım kesindi fakat bunu annemin asla bilmemesi lazımdı. Haberi olsa kalpten gider herhalde. Kafamda senaryolar dönmeye başladı. Twiteer’da hep gördüğüm bazı ‘politik’ hesaplar vardı. Birkaç tanesine yazıp olayı anlattım ve reşit olmadığımı söyledim. Bana gözaltına alındığımda aramam için bir numara verdiler. Önceden kendimi hazırladım. Reşit olmadığım için velimin gelmesini isteyecekler, ben de annem hasta deyip ablamı çağıracaktım. Böylece annemin haberi olmayacaktı.
Neyse, zaten sabah daha okula girmeden gözaltına alındım. Doğrusunu söylemek gerekirse biraz da havalıydı. 15 yaşında bir genç kadının ‘siyasetten’ içeri girmesi.. Tabi yalnızca bir günlüğüne. Neyse bana verilen numarayı ve ablamı aradım. İfademi alırlarken sert bir mizaç takınmıştım fakat durduk yerde ‘gülmem’ geliyordu. Çünkü soruları komikti. Neyse verilen bazı ‘uslu dur’ öğütlerinden sonra sorgu bitti. İfadeden çıkarken sanki büyük işkencelere karşı direnmişim, ser verip sır vermemişim gibi hissediyordum.
Her şey planladığım gibi gitmişti. Ablam veli olarak gelmişti. Aradığım numaranın gönderdiği avukat ve bir kadın arkadaş sayesinde gözaltı süreci kısa sürmüştü. Çıkınca o kadın arkadaşı gördüm. Yüzü, baktığım gerilla fotoğraflarına benziyordu. Ablamdan önce o kadın arkadaşa sarıldım. Öylesine derin ve samimi gülümsüyordu ki… Bana “Örgütlü müsün?” diye sordu. “Örgütlü ne demek?” diye sorunca dünyanın en güzel kahkasıyla bana bir daha sarıldı. Biraz sohbet ettikten sonra yaşımı sordu 15 dedim. “Daha küçüksün” cümlesini bitirmeden “16’ma girmeme çok az kaldı ha, valla küçük değilim” deyince yine gülüp bana sarıldı. En sonunda kendimi tutamayıp sordum “Sen ‘heval’ misin?” Heyecanlı soruşuma uysun diye beni taklit ederek “Evet, ben heva’lim.” dedi.
O hevali bir daha görebilmek için adresini aldım. İlk gittiğimde arkadaş yoktu. Orada bulunan zengin kütüphaneden 2 tane kitap alıp eve gittim. İlk gün Kavalın Ezgisi kitabını okudum. Gece yarısı kitabı bitirdiğimde günlüğüme “Bir gün ben de bu ezginin bir notası olacağım.” diye yazdım. Sabah erkenden Güneşin Sofrasında kitabına başladım. Kitabın, George Orwel’ın Hayvanlar Çiftliği kitabının kapağı ile kamufle edilmesi bana çok yaratıcı gelmişti. Yine gece yarısından sonra kitap bitince “Dayê ez gerîla me” şarkısını açıp uyumaya çalıştım. Ama bu şarkı eşliğinde uyunabilir mi hiç!
Hayal etmesi bile -ne olduğunu bilmiyorum ama- kalbimde bir şeyleri kanatlandırıyordu, hafifliyordum, sanki birazdan uçacakmışım hissi geliyordu.
Ertesi gün yine o adrese gittim. ‘Heval’ oradaydı. Gençlerle sıcak bir tartışma içerisindeydi. İlk başta kimseyi tanımadığım için kendimi biraz yabancı hissettim. Geldiğimi fark ettikten bir süre sonra tartışmayı bitirip yanıma geldi. Ona sımsıkı sarıldım, o da bana. Sanki yıllardır tanıyormuşum gibi. Beni arkadaşlarla tanıştırdı. Sıcak bir ortam vardı. Sonra herkes sırasıyla şarkı söylemeye başladı. Sıra bana gelince sesimin hiç güzel olmadığını söyledim. Çok ısrar ettiler.
Heval bana dönüp “Gerillada böyledir. Her arkadaş ya bir şarkı söyler, ya şiir okur ya da hikaye anlatır. Ama bana sen şiir seviyormuşsun gibi geliyor” dedi. Şaşkınlıkla “Nerden bildin!” dedim.
“Madem bildim, o zaman bize bir şiir borçlusun” deyip göz kırptı.
Ahmet Telli’nin “Belki Yine Gelirim” şiirini okudum. Heval, bana bu şiiri ilk Ş. Çiyager’den dinlediğini söyledi. Sonra şehit arkadaşlara dair bazı anılar anlattı. Bu anıların hepsini gece rüyamda, ben yaşamışım gibi gördüm. Artık gerilla olma fikri yaşamın her anında benimleydi. Aynada kendime bakarken gerilla kıyafeti görüyordum. Yürürken silahım omzumdaymış gibi, saçlarımı örüyordum güzel gerillalar gibi. Aklım, fikrim, yüreğim çoktan terk etmişti bu kirli şehirleri. Dizginleyemiyordum bu isteğimi.
Sonraki günlerde Heval bana 15 Ağustos Diriliş Bayramı etkinliğinde okumam için bir şiir gönderdi. Kendimi hazırladım. Heval’in verdiği özgüvenle 200 kişinin karşısına çıkıp “Ben Gerillayım” şiirini okudum. Salon büyük olduğu için her “Ben gerillayım” dediğimde sesim yankılanıyordu. Kendi sesimi duydukça kendimi gerçekten dağdaymışım gibi hayal ediyor, gözlerim doluyor ve coşkuyla okumaya devam ediyordum.
Sonra bir daha “Ben gerillayım.. ben geril…”
Şiir bitince sahneden iner inmez Heval’e
“Sana acil bir şey söylemem lazım heval” dedim. Elinden tutup onu zorla salondan dışarı çıkardım. Derin bir nefes aldım ve
“Heval ben gerilla olmak istiyorum” dedim. Gözlerimden sadece bir damla yaş aktı sevinçten. Bana sımsıkı sarıldı, ben de ona.
“Gidince arkadaşlara çok selam söyle” dedi.
….
Heyecanımı ve coşkumu anlatamam. Her şey tamamdı. Sadece bu önümdeki duvar kalmıştı dağlara ulaşmama. Ülkemizi sınır duvarları ile bölebileceğini zanneden devletten alacağım intikam beni daha da heyecanlandırdı. Neyse ki beni karşıya geçirecek kurye geldi. Saat gecenin bilmem kaçı.. sınır duvarları aşılmayı bekliyor. Sürünerek tellere kadar geldik. Telleri aşınca kurye duvarı göstererek
“Şimdi çok hızlı bir şekilce oraya koşacağız, sakın arkada kalma” dedi.
Koşmaya başladık. Öyle güzel bir koşuydu ki… O koşuyu güzel kılan aklımdaki düşüncelerdi tabi.
Arkamda devlet kokan şehirlerin ‘karanlık ışıkları’, önümde ise ciğerlerim parçalanırcasına ona doğru koştuğum ve beni özgür dağlara götürecek olan sınır duvarları. Öylesine koşuyordum ki nefesiz kalıyordum. Evde dağların hayali nefesimi keserken şimdi bana nefes oluyordu ve ben durmadan koşuyordum.
Sonra bir baktım ki kurye yok. Birde ne göreyim arkamda nefes nefese kalmış koşuyor. Neyse, duvarı aştık. Bir köye kadar yine koştuk. Sonra bir arkadaş karşıladı beni.
“Kusura bakma, seni çok yorduk” dedi gülümseyerek.
Ben de gülerek “Heval sen bana bir bardak su verirsin?” dedim.
Dilim boğazıma yapışmış, ciğerlerim Arap çöllerine dönmüştü. Biraz sonra arkadaş bakır bir tasta buz gibi bir su getirdi. Hayatımda içtiğim en güzel su idi. Sanki su değil de özgürlüğü içiyordum. İçtikten sonra ağzımı gömleğimin koluyla silerek
“Heval ben artık gerilla oldum dimi?” diye sordum. Arkadaş yine gülerek
“Hee sen artık gerilla oldun” dedi.
Ahh öyle güzel bir cümle idi ki bu: Sen artık gerilla oldun….