HABER MERKEZİ- Medya Haber televizyonunda yayımlanan özel bir programda konuşan PKK Merkez Komite üyesi Helin Ümit, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Önder APO’ya yönelik hak ihlalleri konusunda verdiği karar, Türkiye’nin soykırım savaşı çerçevesinde bölge ülkeleriyle geliştirdiği ittifak arayışı, Bakurê Kürdistan’da geliştirilen hamle ve önümüzdeki dönem planlamaları ile İsrail’in gerçekleştirdiği saldırılar konusunda değerlendirmelerde bulundu.
Avrupa Konseyi’nin verdiği Türkiye’ye süre tanıma kararının kabul edilemeyeceğini belirten Helin Ümit, başta Avrupa’daki kurumlar olmak üzere kapitalist modernite güçleri üzerindeki baskının arttırılması gerektiğini belirterek, Önder APO’ya dönük yargılamaların hukuksuzluk örneği olduğunu söyledi.
“Bir halkın geleceği, bir halkın varlığı tek taraflı olarak yargılanabilir mi? Bir halkın özgürlük mücadelesi Türk mahkemelerinde yargılanabilir mi? Buradan adil bir şey çıkabilir mi?” diyen Helin Ümit, Kürt halkını, onun özgürlük mücadelesini yargılama iradesini taşıyan hiçbir gücün olmadığının altını çizdi.
Helin Ümit, başta Kürdistan gençliği olmak üzere kadınları, Kürt toplumunun tüm kesimlerini, onurlu tüm insanları, demokratik kamuoyunu AK’nin kararına karşı çıkmaya, boşa çıkarmaya ve Abdullah Öcalan’ı fiziki özgürlüğünün sağlanması için çalışmaya çağırdı.
Helin Ümit’in değerlendirmeleri şu şekilde: “Ben öncelikle bir kez daha tarihi İmralı direnişini sergileyen Önder Apo’yu sevgi ve özlemle selamlıyorum. 9 Ekim 1998’den günümüze 26 yıl geçti. 27’nci yıla gireceğiz önümüzdeki 9 Ekim ile birlikte.
26 yıldır Kürt halkı bulunduğu her yerde Partimiz öncülüğünde sürekli bir eylemsellik içerisinde oldu, Uluslararası Komplo’ya karşı. Gençler hiç durmadı. Halen de öyleler. En son gerçekleştirilen yürüyüş vardı Avrupa’da. Gerçekten büyük bir coşkuyla, heyecanla. Uluslararası Komplo’ya, Komplo’yu gerçekleştiren güçlere, Önder Apo’yu, İmralı soykırım sistemi içerisinde esir tutan gerçekliğe karşı büyük bir öfkeyle eylemselliklerini geliştirmeyi sürdürüyorlar.
Kadın hareketleri, Kürdistan Özgür Kadın Hareketi bu 26 yıl boyunca yine benzer bir arayış içerisinde oldu. Dört parça Kürdistan’da her türlü eylemselliği geliştirdi kadınlar. Zindanlardan dağlara, sokaklardan mahallelere, şimdi de Tirejen Roje Kampanyası ile Bakurê Kürdistan’da, yine Avrupa’da öz savunmayı geliştirme temelinde gerçekleşen hamle çerçevesinde Uluslararası Komplo’ya, İmralı soykırım gerçekliğine karşı direniş içerisindeler.
Kürt toplumu bir bütün olarak bu 26 yılı böyle geçirdi. 26 yıldır Kürt toplumunun 7 yaşından 70 yaşına kadar, zindanlardan bulduğu her mekâna kadar varlık ve özgürlük savaşı içerisinde olduğunu, bunun da temsilcisinin Önder Apo olduğunu, kendi varlığı ile Önder Apo’nun varlığının bir olduğunu, Önder Apo’nun Kürdistan olduğunu, Kürdistan gerçekliği olduğunu haykırdılar.
Gelinen aşamada çok geniş bir kamuoyu oluştu. Dünya çapında da oluştu. İşte Urfa’da bir köyde başlayan yaşam şu anda evrensel tarih içerisinde yeri olan bir direniş gerçekliğine dönüştü. Önder Apo açısından böyle bir gerçeklik var. 69 Nobel ödüllü aydın, bilim insanı da tutum sahibi oldu.
‘ARTIK KÜRTLER YALNIZ, AVUKATSIZ BİR HALK DEĞİLDİR’
Avukatsız halk, diyorlar Kürtler için. Dünyanın dört bir köşesinden 1500 avukat Avrupa’da açıklama yaptılar. Kürdistan’da da var ama dünya çapında böyle bir gerçeklik açığa çıktı. Artık Kürtler için hiç kimse avukatsız halk diyemez. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü temelinde, İmralı soykırım sistemine karşıtlık temelinde böyle bir savunma gerçekliği açığa çıktı. Önderlik temelinde de Kürdistan gerçekliğini dile getiren, onun haklarını savunan, onun arayışı içerisinde olan böyle bir hukuksal çerçeve de açığa çıktı.
Kürtler için yalnız halk diyorlardı. Dünyanın dört bir yanında dostlarıyla mücadele eden bir halk gerçekliğine ulaştık.
Uluslararası Komplonun şöyle bir hedefi vardı. Hedefi, Kürdistan Özgürlük Hareketini tasfiye etmek, Önder Apo’yu, İmralı soykırım sistemi içerisine almak ve Kürtlerin bu anlamlı başkaldırısını, direnişini ortadan kaldırmaktı. Fakat öyle bir tablo çıktı ki 26 yıldır Kürtler giderek güçlenerek, giderek yaygınlaştırarak, giderek derinleştirerek direnişlerini sürdürüyorlar.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin aldığı karara biraz bu perspektiften bakmak lazım. Eğer böyle bir görkemli direniş olmasa, böyle bir tarihsel direniş olmasa, Kürt halkı Önder Apo’nun özgürlüğüyle kendi özgürlüğünü, kendi varlığını, kendi kimlik savaşını özdeşleştirmese ve bunun için geniş bir kamuoyu yaratmasa böyle bir sonuca gidilmezdi.
Eğer böyle bir açıklama yapmak zorunda kalmışsa, bununla bağlantısını kesinlikle görmek gerekir.
Bu temelde eyleme geçen her kesimden insana, gençlere, kadınlara, dostlara sevgi ve selamlarımızı bir kez daha iletiyorum. Mutlaka bu mücadelemiz Önderliğin fiziki özgürlüğüyle sonuçlanacak. Bunun görülmesi lazım.
‘İMRALI GERÇEKLİĞİ ARTIK YÜRÜTÜLEMEZDİR’
Hem KCK hem de KJK açıklamalarda bulundu yapılan bu açıklamaya karşılık olarak. Bu kararın aslında İmralı Soykırım Sistemi etrafında dönen hukuksuzluğun devamı olduğu ifade edildi.
2014 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir karar aldı. Denildi ki bir insanın ömür boyu hiç dışarıya çıkma, serbest kalma olasılığının olmadan içeride tutulması Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırıdır. 10 yıl önce böyle bir karar aldı ve İmralı’da başta Önderliğimiz olmak üzere, Önderliğin yanında bulunan diğer arkadaşlar açısından ve diğer cezaevlerinde kalan birkaç arkadaş açısından da denildi ki bu sözleşme ihlal ediliyor. O anlamıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 10 yıl önce böyle bir hukuksuzluğun olduğu yargısına vardı. Bu aslında yeni bir durum değil.
Şimdi yıl 2024, 10 yıl geçmiş bulunuyor, bir kez daha bir yıllık süre tanınıyor aslında faşist Türk devletine. Tepki bunadır. Bu karar yeni bir karar değil. 18 Mart 2014’te bu açıklamayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yaptı. Şimdi bir yıllık bir ertelemede bulunuyor ve Kasım 2025’te eğer Türkiye hukukunda işleyişinde değişiklik olmazsa, karar alınabileceği belirtiyor.
Açığa çıkmış, deşifre olmuş, artık yürütülemez bir İmralı gerçekliği var. İmralı soykırım sisteminin Kürt halkına karşı yürütülen saldırıda, savaşta nasıl bir merkez olarak kullanıldığı görülüyor, biliniyor. Bununla birlikte Avrupa kurumları nasıl bir ortaklık ettiklerini ortaya koymuş bulunuyorlar. O yüzden de hem KCK hem KJK koordinasyonu şöyle bir açıklama yaptı. Bu kararından vazgeç, değiştir dedi, tutum al dedi. Evet, biz bu açıklamaların arkasındayız parti olarak, PKK olarak.
‘AVRUPA KURUMLARI BİRİLERİNİN ÇIKARINA GÖRE HAREKET EDİYOR’
Kesinlikle bunun için daha yoğun bir mücadeleyi yürütmemiz gerekiyor. Geride kalan zaman şunu açığa çıkardı. Uluslararası Komplo’nun hangi koşullarda gerçekleştiği, niye gerçekleştiği çok doğru anlaşılmalı. Hangi amaçla gerçekleştirildi ve tüm dünya egemen güçleri neden böyle bir Komplo gerçekliğinde birleştirdiler? Önder Apo savunmalarıyla bunu deşifre etti. Önder Apo şöyle bir değerlendirmede bulunuyor. Diyor ki “Türkler ne kendi adına barışabilir ne kendi adına savaşabilir.” Türk devleti, Türk egemen güçlerinin böyle bir gücü yok. O zaman Uluslararası Komplo’yu daha bütünlükle anlamamız lazım. Şimdi yangın yerine dönen bir Ortadoğu gerçekliği var. Bizim yaklaşık 30 yıldır Önderliğimizin söylediği bir gerçeklik vardı. Sadece savunmalarda değil. 1995’ten bu yana Önder Apo 3. Dünya Savaşı tezini tanımladı. Küresel kapitalizmin içine girdiği kriz, bu krizden çıkma olasılığının bulunamaması, özellikle Sovyet sosyalizminin çözülüşü sonrası, yeni düşman hedeflerini arayan kapitalist modernite güçlerinin yeni hedefi araması, bunun yol açacağı sonuçları Önderliğimiz çok çok önceden değerlendirdi.
Uluslararası Komplo Ortadoğu’ya müdahalenin ilk adımı olarak tasarlandı ve geliştirildi. Onun için başta işte ABD, İsrail, İngiltere olmak üzere Avrupa güçleri bunun içerisinde oldular. Şimdi de günümüzde de Ortadoğu bu kadar yangın yerine dönmüşken, ısrarla İmralı soykırım sistemi korunmak isteniyorsa, artık uzatmaları oynuyoruz demektir. Bu güçler sürdürülemez bir gerçekliği, sürdürülemez bir İmralı gerçekliğini ayakta tutuyor. O anlamıyla Avrupa’daki kurumlar birilerinin çıkarlarına göre hareket ediyor.
Yani verilen karar siyasi ve ideolojiktir. Hukukla alakası yoktur. Bunun çok iyi anlaşılması, görülmesi ve buna karşı çıkılması gerekiyor.
‘AK’NİN KARARI SİYASİDİR, İDEOLOJİKTİR’
Şunu çok iyi biliyoruz ki Batı güçleri, Avrupa merkezli kapitalist modernist güçler, şu anda Ortadoğu’ya yeniden bir müdahale içerisindedir. Buna karşı da Önder Apo’nun temsil ettiği dünya görüşünü, Önder Apo’nun temsil ettiği paradigmayı en büyük tehlike olarak görüyorlar. Bu belki biraz böyle soyut gelebilir insanlara, halkımıza, gençlere. Tarihi çok iyi okumak lazım. Tarihi çok iyi bilmek lazım. Kürt halkının başına neden bu kadar oyun getirildiğini çok iyi anlamak lazım. Birçok Kürt için, birçok Kürt genci için bu çok anlaşılır olmuyor. Niye mesela dünya durup dururken Kürtlerle uğraşsın ki? Fakat küresel güçlerin, dünyadaki güçlerin bölgesel planları Kürtleri hep bir nesne konumunda tutmayı gerektiriyor. Böl yönet politikası dediğimiz şey bu aslında. Dikkat edin, bölüp yönetilen Kürtler oluyor. Bu şekilde Türkiye kontrol altında tutuluyor, İran tehdit altında tutuluyor, Irak kontrol altında tutuluyor, Suriye kontrol altında tutuluyor. O anlamıyla 3. Dünya Savaşı koşullarında Kürt toplumunun, Kürt varlığının, Kürt coğrafyasının bu şekilde kalması isteniyor. Bu kararın bununla kesinlikle bağlantısı vardır. Siyasidir, belli bir kesimin çıkarlarını savunmak içindir, ideolojiktir. Önder Apo hangi gerçekliği temsil ediyor? Önder Apo halkların özgürlük seçeneğini temsil ediyor, halkların birlikte yaşam seçeneğini temsil ediyor. O anlamıyla evrensel bir çözümü temsil ediyor.
‘MÜCADELEYİ DAHA ÜST SEVİYEYE ÇIKARMALIYIZ’
Buna karşı ne yapmak lazım? Önemli olan bu. Şimdiye kadar yürüttüğümüz her alanda yürüttüğümüz mücadeleyi daha üst seviyeye çıkarmamız gerekiyor. Şöyle diyemeyiz; biz 26 yıldır bıkmadan usanmadan eylemsellik geliştirdik, dur durak bilmedik, engel tanımadık, her türlü fedakârlığı yaptık fakat değişim azdır. Kimse böyle düşünmemeli. Başta o yüzden şunu söyledim, artık Kürt varlığı inkâr edilemez. Artık Kürt halkının dostları var. Artık Kürt halkı örgütlü bir güç ve herkes bunu tanımak zorunda, muhatap almak zorunda ki alınıyor da. Belki resmi olarak alınmıyor ama parça parça da olsa herkeste Kürt varlığı nerede örgütlüyse, bilinçliyse, hareket halindeyse, eylemselliğe geçiyorsa onu tanıma, görme, ona göre pozisyon alma vardır. Bizim Kürdistan’daki örgütlülüğü, Kürt halkının bilinç düzeyini daha fazla yükselterek sürekli bir eylemselliğe akıtmamız ve sonuç almamız mümkündür.
Başta Avrupa’daki kurumlar olmak üzere, onlar üzerine kuracağımız baskıyı daha fazla arttırmalıyız. Asla kabul etmemeliyiz verilen bu hükmü. Önder Apo’ya dönük yargılamalar zaten bir hukuksuzluk örneğidir.
Bir halkın geleceği, bir halkın varlığı tek taraflı olarak yargılanabilir mi? Bir halkın özgürlük mücadelesi Türk mahkemelerinde yargılanabilir mi yani? Buradan adil bir şey çıkabilir mi? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin başta bunu reddetmesi lazım. Kürt varlığını, Kürt özgürlük mücadelesini yargılayamazlar. Kimsenin böyle bir iradesi de hakkı da yoktur. Meşru savunma, öz savunma, varlık savaşı haktır. Kimsenin böyle bir gücü yoktur.
Bu temelde başta Kürdistan gençliği olmak üzere kadınları, Kürt toplumunun tüm kesimlerini, onurlu tüm insanları, demokratik kamuoyunu bu karara karşı çıkmaya, boşa çıkarmaya ve Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünün sağlanması için çalışmaya çağırıyorum. Mutlaka başaracağız, diyorum.
‘BAKUR’DAKİ MÜCADELE HER KESİMİ ETKİLEYECEKTİR’
Tüm dünya Bakurê Kurdistan’daki halkın Önder Apo’yu ne kadar sahiplendiğine ve ne kadar onun için mücadele ettiğine bakıyor. Bunun çok doğru anlaşılması lazım, hissedilmesi lazım. Niye? Çünkü savaşın merkezi Türkiye. Türk ulus devleti dört parça Kürdistan’da yürütülen Kürt soykırımını aslında koordine etmeye çalışıyor, onu örgütlüyor, ona dayalı ittifaklar geliştiriyor. Yani bir nevi Kürt soykırımının karargahı Türk Ulus Devleti’dir, Ankara’dır yani. O anlamıyla Ankara’ya karşı o coğrafik sınırlarda Kürt toplumunun ve dostlarının, Türkiye demokratik kamuoyunun sesini yükseltmesi gerekli.
Bu savaşın kaderini değiştirecek en önemli unsurlardan bir tanesi Türkiye toplumunun savaşa ‘dur’ demesidir. Kürdistan’da yürüyen savaşa ‘dur’ demesidir, Kürt-Türk barışını talep etmesidir, bu savaşın kendi yaşamı üzerinde yarattığı tahribatı, yıkımı görerek aslında daha demokratik, özgür bir Türkiye’yi, demokratik cumhuriyeti inşaya yönelmesidir. Bu çok önemli bir konu. Bu geliştiği zaman, yani bu olursa, Türkiye’de çok ciddi bir tepki gelişirse, kitlesel eylemsellikler gelişirse, serhildan duruşu gelişirse, bu uluslararası kamuoyunu da çok ciddi etkileyecektir.
Türk devleti sanki kendi sınırları içerisinde bir Kürt sorunu kalmamış gibi davranıyor. Erdoğan sıklıkla bunu söylüyor. Hakkari’den görüntü veriyorlar, bilmem nereden görüntü veriyorlar, bakın artık yaşam şöyle oldu, Gabar’da petrol çıkartıyoruz, şurada bilmem ne yapıyoruz, diyorlar. Sanki böyle stabil bir durum yaşanıyor gibi yansıtıyorlar. Kürdistan coğrafyasında, ki öyle değil, bakın Kürdistan savaş alanıdır, hem milis eylemleri var, hem gerilla varlığı var, hem gençlerin eylemleri var; MAK eylemleri var, HBDH eylemleri var, az ya da çok ama var. Direniş var yani. Sanki Türkiye’de savaş yokmuş gibi bir şey yaratmaya çalışıyorlar, sanki Kürtler yaşamından memnunmuş gibi, Bakurê Kurdistan’da sanki soykırım yokmuş gibi yansıtıyorlar.
O yüzden 13 Ekim’de ve sonrasında da tabii Bakurê Kurdistan’da gerçekleştirilecek etkili eylemselliklerin, özellikle halk eylemselliklerinin düşman üzerinde etkisi çok ciddi olacak. Türk özel savaş sistemi bu halkla baş edilemez, bu halk kendi önderinden vazgeçmez, bu halk kendi davasından vazgeçmez noktasına getirecek. 14 Temmuz ruhu dediğimiz şey bu aslında. 14 Temmuz’da o generaller gidince ne diyorlar? Diyorlar ki burada bazıları var, başını kesseniz işte geri adım attıramazsınız. Kürt toplumu da 14 Temmuz ruhuyla yürüyor ve Amed’de 14 Temmuz ruhu böyle yeniden şaha kalkabilmeli. Bunun başta Avrupa’daki kurumlar olmak üzere dünya siyaseti üzerinde etkisi sanıldığından fazladır. Hiç kimse demesin, ‘ben gitsem ne olur, gitmesem ne olur, ben katılsam ne olur, katılmasam ne olur’ diye. Öyle değil. Biz ne kadar bir araya gelir ve özgürlük ve varlık talebimizi, soykırıma karşı isyan talebimizi, Önder Apo ile özgür yaşam kararlılığımızı halk olarak ortaya koyabilirsek herkes o kadar ciddiye alacaktır.
’13 EKİM EYLEMİNE HERKES KATILMALI’
O yüzden Bakurê Kurdistan’daki eylemsellikler çok önemlidir. Ben bu temelde başta gençler olmak üzere herkese 13 Ekim’deki Amed’de gerçekleşecek eyleme çağırıyorum. Kürdistan gençliğine gerçekten çok güveniyorum. Ne kadar üzerinde oyun oynanırsa oynansın bu gençlik 40 yıldır bizim etkimizle büyüyen bir gençliktir. Bunu kimse inkâr edemez, yadsıyamaz. Bunu ne uyuşturucuyla bozabilirler, ne ahlaksızlıkla bozabilirler. Özgürlük ahlakı çok değerlidir, yüksektir. O yüzden ben tüm gençlere, genç kadınlara Amed’deki eyleme katılma çağrısı yapıyorum. Ayrıca Türkiye’nin duyarlı kesimlerine de bu tür eylemleri Türkiye cephesinde de geliştirmeleri gerektiğini tekrar tekrar vurgulamak istiyorum. Bu Kürtler için değil, Türkiye toplumu için gerekli.
‘PARAYA TAPAN DİN YARATTILAR!’
Gerçekten Türkiye toplumunun içine itildiği tablo korkunçtur. Tanımlamakta zorlanıyorum çünkü ahlak çökertildi yani. Bir toplumu toplum yapan iki unsur var. Bir ahlaktır, bir politikadır. Ahlak toplumun kendisini ayakta tutan yaşam ilkeleridir, kurallarıdır. Yıllarca deneyimleyerek açığa çıkardığı kurallardır. İlk toplum da böyle oluşmuş. Birazcık araştıranlar bunu görüyorlar. İlk toplumlar, ilk klanlar bir araya geldiğinde kurallar oluşturuyorlar. Klanın ilk yaptığı şey bir ahlaki ilke etrafında buluşmadır. Şimdi AKP-MHP iktidarı döneminde öyle bir Türkiye tablosu var ki ‘Para Allah’ dönemi! Paraya tapan bir İslam geliştirdiler! Biz de bu toplum içerisinde büyüdük, biz de dini eğitim aldık. İlk kural neydi? Doğruluktu, dürüstlüktü, gösterişe kapılmamaktı. Türkiye’de öyle bir şaşalı siyasi İslamcı kesim açığa çıkarıldı ki herkes onlara özeniyor şimdi. Emine Erdoğan’ın giydiği kıyafete bakın, yüzündeki makyaja, boyaya bakın, onun çevresindekilere bakın. İslamiyet’te böyle bir şey yoktur. Kültürel İslam’ı biz yaşadık. Sadelik, mütevazılık, paylaşmak, vermek; nerede kaldı bu değerler? Bu değerlerin hepsini AKP-MHP iktidarı tüketiyor. Ahlakı yok ediyor, toplumsal ahlakı yok etmiştir.
‘AHLAKSIZLIĞIN SORUMLUSU AKP’DİR’
Şimdi Narin cinayeti etrafında dönüp dolan bir tartışma var. En son Ali Yerlikaya ‘susun’ diyordu. Kıyamet koparılacak yerde iktidarın birinci temsilcisi İçişleri Bakanı ‘konuşmayın’ diyor. Bu kadar ahlaksızlık olur mu? Bu ahlaksızlığın müsebbibi AKP’dir yani. Bunun sorumlusu AKP’dir. Bu kadar paraya tapan bir toplum yaratırsanız, puta tapan bir toplum yaratırsanız sonucu bu olur. İslamiyet’in ilk eylemi put kırıcılık. Bütün dinler böyledir. Hristiyanlık da büyük bir ahlaki çıkıştır. Sonradan yozlaşmış kesimler olmuş olmamış, bunlar tartışmalıktır. Yahudilik de öyledir, Hazreti İbrahim’in Urfa’dan çıkışı Nemrut zulmüne karşıdır. Eğer inanç sistemlerimizdeki bu ahlaki ögeleri ortadan kaldırırsanız ortada hiçbir şey kalmaz.
Türkiye toplumu, eğer toplum olarak kalmak istiyorsa, bir kimliği olacaksa, kendi rengi olacaksa, Türkiye toplumunun, Türk toplumunun bu AKP’den kurtulması lazım. Türkiye’nin demokratikleşmesi lazım. Herkesin kendi rengiyle özüyle yaşayacağı bir demokratik cumhuriyetin inşa edilmesi lazım.
Ben buradan Türkiye halklarına bir kez daha çağrıda bulunmak istiyorum. Artık bıçak kemiğe dayanmış. Mesele sadece gerçekten ekonomik kriz değil. Zaten ekonomik krizi de kullanıyor iktidar. Öyle bir şey yapmış ki insanları aç bırakıyor kendine bağlıyor.
Bunun ötesinde sosyal kriz, çocuk cinayetleri, çocuklara cinsel istismarlar, tacizler, tecavüzler, kadın cinayetleri var. Her gün kadın cinayeti var. Anasını, babasını boğan, çocuğunu öldüren bir gerçeklik var. Çürüyen bir aile kurumu var aslında.
‘TÜRKİYE TOPLUMUNUN BAŞTAN AŞAĞI BİR SORGULAMAYA İHTİYACI VAR’
Biz ideolojik olarak mülkiyet, mülkiyeti koruyan, mülkiyetçi sistemlere karşıyız. Mülkiyetçi aile sistemlerine de tabii karşıyız. Çünkü o ailede, mülkiyetçi aile sistemlerinde kadın ve çocuk mülktür. Küçük efendi erkektir. O da devletin mülküdür. Böyle bir zincirleme ağ yaratılmış.
Küçük devlet ailede kuruluyor. O da böyle bir ağ şeklinde merkezi devlete bağlanıyor. Mülkiyetçi aile demek, kadının ve çocuğun köleleştirildiği, üzerinde her türlü tasarrufun geliştirildiği aile modeli demektir.
Biz şunun farkındayız: Klan da bir aileydi değil mi? Klan da ilk aileydi. Demokratik uygarlığın temel unsuru olarak değerlendiriyoruz ve belki de bu anlamıyla aile hiçbir zaman toplumsal sistemden dışlanamaz. Demokratik aile toplumsal yaşamın bir parçası olarak geliştirilmek durumundadır. Fakat böyle bir aile gerçekliği, yani sınıfsal ilişkilerin olmadığı, kadının erkeğe, erkeğin kadına mülk konumuna getirilmediği, çocuğun ailenin mülkü olmadığı, topluma ait olduğu, toplumsal bir gerçeklik olarak şekillendirdiği bir ailede bunlar mümkün olabilir. O yüzden ailenin de bu çerçevede, aile ve devlet ilişkileri çerçevesinde sorgulanması gerekir.
İlk defa çekirdek aile modeliyle kapitalist modernitede bu noktaya geldi. Bakın, daha önce aile bu konumda değildi. Çekirdek aile, işte kapitalizmin işçi ailesi modeliyle, tüm bağlarından, tüm toplumsal bağlarından koparılmış aile modeli geliştirilerek kadın ev kölesi haline dönüştürüldü.
Bundan öncesi de var. Uygarlığın bir öğesidir kadın köleliği. Kapitalist modernitede, kapitalist modernist sistemde geldiği aşama kadının tümden düşürülmesi anlamına geldi. Daha önce toplumsal bağlar içerisinde kadının dayanakları daha fazla vardı.
Türkiye toplumunda böyle tepeden tırnağa bir sorgulanmanın yaşanması lazım. Türkiye toplumunun mevcut iktidar yükünü üzerinden atması lazım. Demokratikleşmesi lazım. Şimdi Üçüncü Dünya Savaşı sopasıyla toplumları korkutuyorlar.
‘AYDINLAR ROLÜNÜ OYNAMALI’
Toplum toplum olarak kaldığı müddetçe kendisini savunabilir. Yoksa savunamaz. Herhangi bir dış saldırı olduğunda çil yavrusu gibi dağılır. Toplum dayanışmayla ayakta kalabilir. Binlerce yıllık insan toplumunun geçmişinin bize öğrettiği şey, toplumsal dayanışmanın başat olduğudur. Bu ortadan kalkarsa, yani insan insanın kurdu olursa, insan insanın tepesine basarak yükselmeye çalışırsa, orada toplum biter. Orada özgürlükler biter. Orada aslında var olmanın zemini kalmaz. Bu çerçevede ben Türkiye toplumunun da mevcut tabloyu artık görerek, yani o komplekslerinden de sıyrılarak, tarihi Kürt-Türk barışını geliştirme temelinde geleceğe daha güvenle bakabileceğini belirtebilirim.
Bu biraz da Türkiye aydınlarının görevi oluyor. Türkiye’deki gerçekten duyarlı insanların bu konuyu daha fazla gündeme taşıması gerekiyor. AKP-MHP iktidarı döneminde çok fazla faşizm gelişti, baskı gelişti, zulüm gelişti. İnsanlar konuşamaz hale geldiler. Fakat artık biraz silkinmek lazım. Son noktaya varmıştır. Türkiye aydını da oynayacaksa rolünü böyle bir kritik dönemde oynamayı başarmalı.
‘TÜRKİYE TOPLUMU SAVAŞLA PSİKOLOJİK SORUNLARI OLAN BİR TOPLUMA DÖNÜŞTÜ’
Kürdistan ve Türkiye’deki savaş gerçekliği, bu kuralsız savaş, bu haksız savaş, çevresini kirletmeden yürüyemez. O yüzden bu kadar toplumu kirletiyor. Bir hakikat savaşı değil, bir doğruluk mücadelesi değil. Tarihte böyle savaşlar da var. Belki bunları böyle daha iyi tanımlamak gerekebilir. Çünkü bu bir kirli, soykırım savaşı, özel savaş olduğu için, önce hakikatleri öldürüyor, önce gerçekliği öldürüyor. Yalanı inşa ediyor, inşa etmeye, kabul ettirmeye çalışıyor. O anlamıyla da toplumda doğru adına ne varsa hepsini ters üretmeye yöneliyor. Türkiye toplumu bu çerçevede ağır bir depresif bir toplum oldu. Psikolojik sorunları olan bir topluma dönüştü.
‘KÜRDİSTAN GERİLLASI DİRENİŞ GELENEĞİNİ BAŞARIYLA TEMSİL EDİYOR’
Gerilla savaşı, direnişi tüm şiddetiyle sürüyor. Medya Savunma Alanlarının tüm cephelerinde direnen arkadaşlara bir kez daha sevgi ve selamlarımızı gönderiyorum. Gerçekten iyi anlaşılması, kavranılması gereken bir direniş gerçekliğidir.
Önder Apo’nun geçmiş değerlendirmelerinde vardı; gerilla savaşları yenilmezdir, diyordu Önder Apo. Bu dünya tarihinde de böyle.
2000 sonrası tüm dünyada devletler ordularında küçülme kararına gittiler, yeniden yapılanma çalışmaları yürüttüler. Şunu gördüler aslında; gelinen aşamada düzenli ordu savaşları aslında çok sonuç almıyor. İnsanlığın geldiği aşamada artık o tür savaşları da kaldırmıyor. O yüzden paramiliter yapılara yöneldiler. Daha kontrgerilla tarzı savaş taktiklerine girdiler, bu tür birimler oluşturdular. Teknik ve istihbarata dayalı savaş konseptlerinde derinleştiler. Karşımızdaki güçler açısından da dünyadaki askeri yapılanmalar açısından da böyle bir gerçeklik oldu. Evet, herkes kendi ordu varlığını koruyor ama ordunun sadece savaş ve bilfiil savaş yürütmekle ilgisi yok. Ordular aslında bir eğitim merkezi. Ulus devletler kendi vatandaşını açığa çıkarmak için, özellikle kendi erkek vatandaşını açığa çıkarmak için, kendi egemen erkek zihniyetini vermek için ordu karargahlarını kullanırlar. Türkiye’de bu çok yaygındır.
Gerilla savaşları karşısında, halkların direniş savaşları karşısında geleneksel ordular savaşamıyorlar, sonuçsuz kalıyorlar. O yüzden de kontrol gerilla tarzı savaş örgütlenmelerine yöneldiler. Bunun kendisi bile aslında gerilla savaşlarının ne kadar başarılı olduğunu ortaya koyuyor.
Dünya tarihinde, yani ilk mesela ilk kabile savaşlarından tutalım, devlet ve uygarlığın çıkışından günümüze kadar halkların direnişi aslında benzer şekilde olmuş. Büyük teknolojik güçlere sahip olan, büyük ordulara sahip olan güçlere karşı halklar hep aslında gerilla tarzıyla, vur kaç taktiğiyle, küçük güçlerin kendisini örgütleyerek, düşmanın zayıf noktalarını bularak savaştı. Bunların hepsine biz tümden gerilla savaşı diyebiliriz. O anlamıyla demokratik uygarlığın, devletçi, iktidarcı, erkek egemenlikli uygarlık gerçekliğine karşı, demokratik uygarlık çizgisinde direniş geleneğini günümüzde Kürdistan gerillası temsil ediyor. Hem de büyük bir başarıyla temsil ediyor.
‘ÖZGÜRLÜK GERİLLAMIZ HEP ÖZ GÜCÜNE DAYANDI’
Bir yıl önce dediler, ‘biz buraları ele geçireceğiz, kilidi kapatacağız.’ Halen de benzer mevzilerde çakılmış kalmışlar. Sonbahar, kış geldi. Daha hareketli bir döneme doğru da giriyoruz. Gerillanın bu görkemli direnişi, Türk devletinin sonuç alamaması birkaç başlıkta öne çıktı. Türk devleti mevcut savaşı yürütememe halini bölgesel ilişkileri ve ittifakları geliştirerek aşmaya çalışıyor. Bu temelde işte Irak’la yaptığı görüşmeler oldu. Çok bel bağladılar. Bakalım, ne olacak, göreceğiz, bunu da göreceğiz. Bu tür ilişkilerin gelişmesi elbette ki bazı zorlanmaları bizim açımızdan açığa çıkarabilir ama şunun bir kez daha bilinmesini istiyorum; PKK gerillası, günlük mücadelesi, gerilla güçleri hiçbir zaman farklı güçlere dayanarak direniş içerisinde olmadı. Böyle bir koşul yoktu. Belki olsaydı, o koşullar olsaydı, belki başlangıçta dayanacağı böyle odaklar olsaydı, belki güç alabilirdi, destek alabilirdi. Şunu söyleyebilirim, Filistin sahasında kısmi, direnişçi güçlerle içine girilen ilişki var. O da eğitim desteğidir. İlk gerilla birliklerini eğitmişlerdir, destek olmuşlardır. O temelde birlikte direniş cephelerinde yer alınmıştır. Biz 10 şehit verdik İsrail’in saldırılarında. Verilen destek bu kadardır.
Bu anlamıyla özgürlük gerillamız, mücadelemiz her zaman kendi öz güçleri, öz dinamikleri üzerine hareket etti. Ne gibi bir şey oluyor Irak’la geliştirilen, Irak’la kurulan ilişkiler kapsamında… Gerillanın hareket alanını sınırlama, ondan sonra yaygın yol yapımı, yollar üzerinden Türk askerinin alana girişi gibi etkileri elbette ki oluyor yani. Bunlar da savaşta önemli unsurlar.
‘SRİ LANKA PLANINI UYGULAMAYA ÇALIŞTILAR’
Fakat bizim şöyle bir farkımız var, şöyle bir kıyaslama yapabilirim anlaşılsın diye: İsrail’in Gazze’ye dönük yürüttüğü soykırım saldırısı var. Aslında bundan daha fazla bomba, bundan daha fazla kimyasal silah, nükleer taktik bomba, yani teknolojinin türlü türlü araçları Kürdistan gerillası üzerinde deneniyor. Ve bu bir yıldır değil, son yıllara damgasını vurdu. En azından son beş yıldır öyle giderek artan biçimde her türlü teknoloji kullanılıyor. Fakat Kürdistan arazisi, dağlarımızın güzelliği, Kürdistan coğrafyasının derinliği, gerillanın yaygın konumlanmış olması bizim avantajlarımızı oluşturuyor.
Gazze’de yerleşim birimlerindeki bir insansızlaştırma, göçertme, bir işgal politikası var. İsrail bir katliam politikası yürütüyor. Aslında Türkiye de bunu çok yapmak istiyor. Fakat yapamıyor. Bunun fırsatlarını bulamıyor. Niye? Çünkü Kürdistan gerçekliği buna izin vermiyor.
Çözüm süreçlerinde böyle şeyler kulağımıza geliyordu. Gerilla sınır ötesine geçsin, hepsi çıksın, bir kampta toplansın, çözüm adımları böyle adım adım atılsın falan gibi. Sri Lanka’daki direniş güçlerini bu şekilde toplu katlettiler. Benzer bir planı bizim için de uygulamak istediler o zaman. Biz bunu fark ettik ve kendi tedbirlerimizi aldık tabii. Şimdi bunu o şekilde yapamadıkları için Sri Lanka modelinin farklı bir biçimini şimdi bu İsrail saldırılarının gölgesinde Türk devleti yapmaya çalışıyor. İsrail’in gölgesine sığınmıştır Türk ordusu. Kürdistan’da bu kadar savaş suçu, bu kadar sınır tanımamazlık, bu kadar işgali İsrail sayesinde yapıyor.
‘TÜRKİYE İSRAİL POLİTİKALARININ ARKASINA SIĞINARAK SOYKIRIM SAVAŞINI YÜRÜTÜYOR’
Deniliyor ya Türkiye İsrail’e karşıdır… Nerede karşıdır? Tam bir uyum içerisinde hareket ediyor. İsrail, Türk politikalarına dayanarak kendi politikalarını geliştirdi. Haritaları çıkardılar, Rojava’nın bazı yerlerine girdi. Şimdi niye Türkiye kendisini yerden yere vuruyor? İşte Erdoğan gitmiş Birleşmiş Milletler’de Gazze için konuşacakmış, gazel okuyacak! Ne alakası var? Bunun tüm taşlarını Erdoğan döşedi. Gazze halkının kanında Erdoğan’ın eli var.
Dünyada belli bir kamuoyu var, evet. Gazze için var, Filistin için var. Peki niye Kürdistan’daki savaş, savaş değil mi? Kürdistan’daki işgal, işgal değil mi? Bu anlamıyla onun arkasına sığınan bir savaşı yürüttüğünü rahatlıkla söyleyebilirim.
Fakat gerilla güçlerimiz her mevzide direnişini sürdürüyor. Bu şekliyle de bu coğrafyanın bir politiği vardır. Bu coğrafyanın politiği Türk devletinin planlarını hayata geçirmesine izin vermiyor, vermeyecektir.
‘TÜRKİYE BÖLGESEL İLİŞKİLER ÜZERİNDEN BİR SONUÇ ALAMAZ
Bununla birlikte Halk Savunma Güçlerimizin, YJA Star güçlerimizin savaşta kazandığı çok yoğun bir tecrübe var. Yenilenme var. Gerillacılıktan örnek verdik ama gerillacılık da 1000 yıl öncesi gibi değil tabii. 100 yıl öncesi gibi de değil. Yeni özellikler kazanıyor, yeni vasıflar kazanıyor. Öz olarak aynı ama belli bir değişimi, dönüşümü, yenilenmeyi, güçlenmeyi yaşayarak gelişime gösteriyor. O anlamda Türk devletinin bu konuda sonuç alması çok mümkün görünmüyor.
Bölgesel ilişkiler üzerinden Türk devleti sonuç alamaz. Irak kendi içerisinde çok parçalı. Sudanî hükümetinin yaptığı anlaşmaların arkasında kim duracak, belli değildir. Kaldı ki Ağustos ayının sonunda bir SİHA vuruldu Irak hükümeti tarafından. Bu belli çelişkileri yansıtıyor.
Türkiye İran’la da uğraşıyor. İstiyor ki İran’la da Kürt karşıtlığı yani Kürt soykırımında ortaklaşsın. İran’ın sıkışmışlığından yararlanmak istiyor. İran’ı uluslararası güçler sıkıştırıyor. İran-İsrail çelişkisinde Türkiye İsrail’in gölgesinde politika üretiyor. Orada da benzer bir şekilde ona eklemlenen bir politika üretiyor aslında.
İran ne yapacak? Bu kadar saldırı altındadır, bu kadar tehlike altındadır. Türkiye üzerinden sistemle uzlaşması bekleniyor. Ama o zaman İran, İran olarak kalamıyor. O zaman İran’ın bölgesel güç olma ya da bölgede güçlü bir devlet olma iddiası kalmaz. Böyle bir konumu kalmaz.
Kendi içerisinde çok zengin bir birleşime sahip İran. Demokratikleşme sürecini tamamlamadığı için dışarıdan müdahaleyle parçalanmaktan korkuyor. Türkiye bu konuda işte Kürdistan eyaletini gösteriyor. ‘Bak senin de Kürtlerin var, bu konuda uzlaşalım’ diyor.
‘İRAN OYUNA GELİRSE PARÇALANMAKTAN KURTULAMAZ’
Türkiye ile İran ilişkileri çok karmaşık ilişkilerdir. Türkiye’nin NATO, ABD ve İsrail’e göre politika belirlediğini herhalde İran yetkilileri bizden daha iyi görüyordur diye düşünüyorum. Bunu dikkate alacaklarını düşünüyorum.
Hamas’ın provokatif çıkışı Türkiye ile bağlantılıydı. Haniye’nin öldürülmesinde bile biraz araştırabilirler. Hakan Fidan’ın yanından gitti, kendileri açıklama yaptılar. Hakan Fidan’ın kendisi açıklama yaptı. İran’ı savaşa çekmek istiyorlar. Bir ay boyunca İran ha bugün savaşa girdi ha girecek diye yayın yaptılar. O kadar iştahlılar ki, o kadar çok istiyorlar ki. Çünkü buradan bir politika üretmek istiyorlar. Buradan İran’ı aslında teslim almak istiyorlar.
İran’ın böyle bir oyuna gelmeyeceğini düşünüyorum. Umarım, gelmez. Gelirse parçalanmaktan kurtulamaz İran. Eğer öyle yaparsa parçalanmaktan kesinlikle kurtulamaz. Üçüncü Dünya Savaşı’nın temel nedeni İsrail’in güvenliğidir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra 1948’de İsrail kuruldu. İlk tanıyan da Türk devleti oldu İsrail’in varlığını. Birleşmiş Milletler’deki toplantıdan sonra ilk tanıyan devlet Türkiye oldu. Türkiye’nin kuruluşu aslında İsrail devletinin kurulması için bir ön aşamaydı. Yıllarca bölge devletlerine, bölge ulus devletlerine, bölge halklarına, halk hareketlerine karşı, yine Sovyet sistemine karşı, Amerika’nın, NATO’nun ileri karakolu olarak rol oynadı Türkiye. O temelde NATO konuşlandı değil mi? Türkiyeli devrimcilerin eylemleri oldu buna karşı. İncirlik üssü gerçekliği, böyle bir gerçekliği ifade ediyor. Türkiye’deki nükleer silahlar Amerikan silahları olarak konuşlandırılmış, NATO silahları olarak var. Bunların hepsi herhalde Türkiye’nin kaşı gözü için değil, İsrail içindi.
‘ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI İSRAİL’İN GÜVENLİĞİNİ SAĞLAMAK AMAÇLI’
Niye bu savaşlar İsrail içindi? Çünkü kapitalist modernitedeki sermayenin yüzde yetmişlik, seksenlik kesimini Yahudi sermayesi temsil ediyor. Bütün ulus devletlerin, bütün ulus devletlerin Yahudi sermayesine bağlı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kapitalist modernite sistemine yer alan ulus devlet olmak demek, İsrail sermayesine, Yahudi sermayesine bağlı olmak demektir. Şimdi, ikinci aşama nedir? İsrail’in artık hegemonyasının bölgeye kabul ettirilmesidir. Savaş o yüzden yürüyor. Bu kadar çılgınca saldırının altında yatan neden budur. Bu kadar gözü kara, çılgınca, sınır tanımaz, kuralsız bir savaşı nasıl yürütebiliyor İsrail? Neye dayanarak yapabiliyor? O anlamıyla, İsrail’in güvenliğini sağlamak için bir konsept vardır.
Suriye o yüzden böyle bir iç savaşa sürüklendi. Irak o yüzden üç parçaya bölündü. İkiz Kuleler saldırısı ardından Irak’a yapılan müdahalenin arkasında yatan şey buydu. Bölge devletlerinde dizayn çalışmaları yürütüldü. Böyle bir komplo teorisi gibi gelebilir ama gerçekten şimdi mesela İran’a dönük yönelim de bu temeldedir. Eğer İran kendi iç demokratikleşmesini sağlamazsa parçalarlar. Böyle bir risk vardır. Çünkü güçlü büyük ulus devletler karşısında İsrail kendisini güvende hissetmiyor.
Arap ulusu tek bir ulus, peki niye 22 devlet? Niye? Niye böyle bir harita açığa çıktı? Bunun küresel sermayenin, sermaye güçlerinin hedefleriyle bağlantısı olduğunu söyleyeyim. Savaş bağlamında söylüyorum bunları. O anlamıyla İran’ın da İran’a bağlı güçlerin de bu gerçekliği okuduklarını düşünüyorum.
‘TÜRKİYE’NİN KAPİTALİST MODERNİTE GÜÇLERİYLE İDEOLOJİK BİR ÇELİŞKİSİ YOK’
Erdoğan, Suriye ile yeniden ilişki geliştirmek istiyor. O konudaki şartı, ‘gel, birlikte biz bu Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimini tasfiye edelim, feshedelim, ben oradan çıkayım.’ İşgalcisin sen, ağzını açıp söz söyleyecek durumun yoktur. Koşulsuz şartsız çekilmesi lazım. Gerisi Suriye’nin kendi iç sorunudur. Bu kadar bölgenin kabadayısı olup herkese ayar verme gücünü nereden alıyor? Kendisinden almadığı kesindir. Gerçekten Türkler ne kendi başına savaşabilir, ne barışabilir… Böyle bir gerçekliği yoktur. Bağımsızlık şu bu, hikâyedir.
Evet, sistem içerisinde çelişkileri var. Türk devletinin sistem içerisinde çelişkileri var. Pastadan daha fazla pay istiyor. Diyor ki ‘ey küresel sermaye, ey Yahudiler, tamam, ben bunları yaparım ama bu enerji yollarından biraz daha pay almak istiyorum. Bazı yayılma politikam var. Buna yeşil ışık yakılmasını istiyorum.’ Kavga bunun üzerine yürüyor. Ama onun dışında ne ideolojik ne politik, başka bir çelişkisi yoktur.
İkinci olarak savaş bağlamında bir bölgesel ittifakları geliştirmek istiyor. Yerel işbirlikçi ağları, ihanetçileri devreye koyuyor savaş bağlamında. O anlamıyla Kürt, Kürtleri birbirine vurdurtma politikası gibi açığa çıksa da aslında bu tarihsel olarak Kürt toplumunun içerisine yuvalanmış ve egemen sınıfların aracı haline gelmiş KDP’yi önümüze sürüyor. Sadece KDP ile de sınırlı değil. KDP ve böyle paraya kul olanlar, köle olanlar bunları satın alarak hareketimizi sınırlamak istiyor. O noktaya düşmüştür artık Türk ordusu.
‘SAVAŞI KONTROL ALTINDA TUTAN GÜÇ BİZİZ’
Üçüncü olarak Türkiye Suriye ve Afgan mültecilerden derlediği paramiliter güçlerle savaşı yaygınlaştırmak istiyor. SADAT ve benzeri kurumların bu kadar korunması ve yapılandırılması bununla alakalı. Savaşı bu güçler üzerinden yürütmek istiyor. Kontrgerilla artık bu güçler oluyor, bunları savaştırıyor.
Bu son dönemde gerillanın karşısındaki yaşanan başarısızlık Türk ordusunu şehirlerde sivilleri hedef alan bir savaş konseptine yöneltti. Bunun sadece hani gerilla karşısındaki başarısızlığıyla ilgisi yok ama bağlantısı var. Orada daha güçlü sonuçlar alsa belki böyle bir şeye girişmez çünkü tepki çeken bir durumdur.
Daha çok sivilleri hedefleyen suikastlar yapıyor. Kürt toplumunu moralsiz kılmak istiyor, Kürt toplumunun öne çıkan, direnen, özgürlük için kalbi atan, biraz kendi toplumu için faal olan insanların moralini düşürmek istiyor. Bunlar içinde kadrolu insanlar da var evet ama aydın, gazeteci, sivil toplum kuruluşlarıyla çalışan, siyasetçi insanlar da var. Niye böyle hedef alıyor? Kürt toplumunun içerisinden aydın insanlar çıkmasın, duyarlılık zayıflasın, moralsizlik gelişsin diye. Özel savaşı böyle kullanıyor. Bu tehlikeli bir oyun, sivilleri hedef alan saldırı stratejisi döner. Bir gün bir iki tane de Kürt genci çıkar, ‘sen madem böyle vuruyorsun, ben de seni vuracağım’ der. Bu savaşı böyle bir aşamaya getirir. Çok tehlikelidir. Şimdiye kadar bizim sayemizde yani hareketimizin bir savaş çizgisi var, bir usulü var, bağlı olduğu idealler var.
Önderliğimizin en çarpıcı sözlerinden bir tanesi nedir; ‘özgürlük amacı kadar araçları da temiz olmalı.’ Bu yüzden şimdiye kadar bizim cephemizden savaşın oldukça kontrollü yürütüldüğünü tekrar etmek istiyorum. Biz bunu kontrol altında tutuyoruz.
Bizim savaşı hareket olarak şehirlerde, ovalarda yaygınlaştırmamız lazım. Kürt halkının her yerde öz savunma savaşını geliştirmesi lazım. Devrimci halk savaşı stratejisi temelinde Kürdistan’daki sömürgeci odaklara, sömürgeciliğe, askere, polise yani sömürgeciliği temsil eden tüm kurumlara karşı, vurucu darbe içerisinde olmamız lazım. Ama Türk devletinin izlediği saldırı stratejisi zorlayıcıdır. Sınırları zorluyor. Bununla toplumu sindirmek istiyor ama Kürt toplumu buna gelmez.
‘İSRAİL’İN SALDIRISI SAVAŞIN SEYRİNİ TÜMDEN DEĞİŞTİRECEK BİR ŞEY DEĞİL’
Önderliğin savunmalarının daha iyi okunmasını herkese öneriyorum. Orada daha boyutlarıyla, tarihsel boyutlarıyla, bütünselliği içerisinde Önderliğimiz bu gerçekliği ifade ediyor.
3. Dünya Savaşı tespiti Önderliğimizin tespitidir. Bunun diğer savaş süreçlerinden bağımsız olarak ayrı özellikleri var. Birbirinin devamı ama bu sefer küresel kapitalizm, kapitalist sömürü sistemi yapısal bir bunalım içerisindedir ve nasıl çıkacağı belirsizdir. 1. ve 2. dünya savaşlarındaki gibi değildir. O yüzden de daha derinliklidir, daha yaygındır, daha özel savaş ağırlıklıdır, ideolojiktir. Bu savaşın sonucunda yeni sistemlerin doğması olasılığı çok yüksektir. Siz buna devrim de diyebilirsiniz. Yeni sistem dediğim şey devrimdir yani. Böyle bir gerçekliğin içerisindedir tüm dünya, Ortadoğu ve bunun kalbi Kürdistan.
İsrail’in Hizbullah’a saldırı biçimi açısından da araştırmalar yapılıyor hâlâ. Çeşitli uzmanlar da konuşuyor. New York Times’ın yazısı vardı, işte 15 yıldır İsrail böyle bir saldırıya hazırlanıyordu diye. Bölgedeki İsrail hegemonyasının kabul ettirilmesine yönelik aşırı bir yüklenim var yani. Yani ‘bu kadar örgütlüdür, 15 yıldır bunun hazırlığını yapıyor, zamanı geldiğinde patlattı’ gibi.
Biz hareket olarak anti-Semitizme karşıyız. Bu konuda da yine Önderliğimizin savunmalarının hemen hemen her cildinde Yahudi gerçekliğine, Yahudi halkına ayrılmış bir bölüm var. Gerçekten bu coğrafyanın hafızası olan bir halktan bahsediyoruz. Binlerce yılın hafızasını, insan Yahudi gerçekliğini de görebilir yani. Dünya entelektüel alanında en fazla Yahudi aydınlarının rolü vardır. Ve bu çok değerlidir. Bunun bu temsil ettikleri tarihsel gerçeklikle bağlantısı var. Yani bunu böyle söylemek istiyorum çünkü yanlış anlaşılmamalı. Yahudi halkı da bu coğrafyada yerini bulmalı.
Fakat şöyle bir şey var; Yahudi sermayesinin dayandığı ideolojinin sorgulanması lazım. Sorun burada. Yoksa halklarla birlikte yaşama adına bir sorun yok. Şimdi ne yapılıyor? Şöyle bir gerçeklik var. İşte bu birçok medya kuruluşu, birçok teknolojik açılım yapan kuruluş Yahudi sermayesiyle yakından ilişkilidir. O anlamıyla böyle bir etkiye sahip olabiliyor. Bu çağrı cihazlarına saldırılarını gerçekleştirebiliyor. Bunun savaşların seyrini tümden değiştirecek bir şey olduğunu düşünmüyorum.
İkincisi, biz şunu biliyoruz: Mevcut teknolojinin kapitalist modernite tarafından propagandası yapılıyor. Toplumsal yaşamı da derinden etkileyen yönleri var bunun. Fakat toplumsal yaşamın özü değişmiş değildir. Bu teknolojiyle beslenme, üreme ve güvenlik ihtiyacı karşılanamaz. Üç temel ihtiyaçtan bahsediyoruz. Bunun hizmetine girerse yani toplumun bu temel ihtiyaçlarının hizmetine girerse teknolojinin bir anlamı var.
‘ALTERNATİF İLETİŞİM AĞLARINI GELİŞTİRMELİYİZ’
Savaş gerçekliği içerisinde de biz kendi içimizde hep şunu tartıştık. İnternet başta olmak üzere bu telekomünikasyon alanındaki gelişmelerin kontrol altına alınmadan toplumların hizmetine sunulmayacağını biliyoruz kapitalist modernite döneminde. Önce istihbarat örgütleri bunları kullanıyorlar, denetime alıyorlar. Telefon, internet ve benzeri olmak üzere toplumu kontrol etmek için kullanılıyor. Hem algı yaratmak hem algıyı yönetmek ama bir de onun dışında istihbarat, veri toplamak, bilgi toplamak için kullanılıyor. O yüzden bu teknolojilerden uzak durmak lazım. Direnişçilerin, direniş güçlerinin bu teknolojilere dayalı olarak herhangi bir faaliyeti başarıya götürmesi mümkün değildir. Akıllı telefonlardan, internet ağlarına kadar hepsi denetim altında. Hareket olarak bunu biliyoruz. Bunun tedbirlerini kendi adımıza geliştirmeye çalışıyoruz. Bu yönlü aldığımız kararlar oldu. Belli ki Hizbullah da böyle kararlar almış ama tam alamamış. Hizbullah da almış. O yüzden işte akıllı telefon kullanmıyorlar. Çağrı cihazlarına yönelmişler, bir iletişim ağı geliştirmeye çalışmışlar. Fakat bundan da vazgeçerek yani daha özgün, daha özel, daha bağımsız iletişim araçlarını geliştirmek, bunun yol ve yöntemlerini bulmak lazım. Böyle olursa hem halklar üzerinde hem de direniş güçleri üzerinde denetleme ve hakimiyet olmaz.
Ben benzer bir şeyi toplumumuz için de öneriyorum. Bilgiye hızlı ulaşmak önemli. Bu temelde yararlanmak önemli. Fakat şunu bilmemiz lazım, hiç kimsenin önüne işlenmemiş bilgi gelmiyor. Hepsi işlenmiş, yönlendirilmiş belli bir amaca hizmet ediyor. Onun için de daha sadeleşmeye, bilgi kaynaklarını daha fazla sadeleştirmeye, belki eski yöntemlere biraz daha dönmeye, kendini korumak için ruhunu, kalbini ve toplumsallığını korumak için ihtiyaç var.
Mevcut medya alanı yani ağırlıkta bir savaş alanıdır. Medyatik bombardıman sayesinde toplumlar yönlendiriliyor, savaşlar yürütülüyor. Bunun bir parçası olarak görülüp yaklaşılırsa çok etkili olmaz. Ama bilinçsiz yaklaşılırsa yönünüzü bulamazsınız. Bu kadar kendinizi bombardımana açık hale getirirseniz, müdahaleye açık hale getirirseniz, denetim altına girerseniz başarma şansınız kalmaz.
O yüzden hem toplum açısından hem direniş güçleri açısından hem mücadele eden tüm kesimler açısından bunu salık verebiliriz.
‘YARATICI EYLEMLERLE DÜNYAYI DEĞİŞTİRELİM’
9 Ekim Uluslararası Komplosu 27. yılına girecek. Ben kadınlara, gençlere, halklara Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü ve yürüttüğümüz özgürlük mücadelesiyle kendi konuları arasında bağlantı kurmalarının gerektiğini belirtmek istiyorum. Bu temelde hakkımızda hangi karar alınırsa alınsın bu kararları değiştirecek irade biziz. Toplumdan daha büyük bir güç kaynağı yoktur. Bütün her şey toplum içerisinde cereyan eder.
Bir birey de ne kadar toplumsalsa o kadar güçlüdür, o kadar birey olabilir, o kadar var olabilir, o kadar anlam kazanabilir. Herkese çağrım; Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü temelinde hem onu anlamaya, hem onun fiziki özgürlüğü için daha yoğun ve sonuç alıcı mücadele etmeye, bunun için bir araya gelmeye ve yaratıcı aktivitelerle dünyayı değiştirmeye çağırıyorum.