HABER MERKEZİ – Ronî Med’in, Nûçe Ciwan ajansımız için kaleme aldığı Liberalizm konulu yazı serisinin 1. Bölümünde, Modern krizin toplum üzerindeki etkilerini değerlendirdi.
İnsanlık, Toplumsallık ve Birey: Modern Krizin Ahlaki Temelleri
Bugün insanlık, varoluşsal bir çelişki içinde yaşıyor. Toplum ve birey, geçmişten gelen değerlerle şekillenen, ancak giderek parçalanan bir dünyada, akıl ve ahlak arasındaki ince çizgide savruluyor. Bu yazının temel amacı, insanlık, toplumsallık ve birey kavramlarını tarihsel ve toplumsal bir çerçevede sorgulamak, bunların nasıl birbirine bağlı olduğunu ve modern çağın kriziyle nasıl kesiştiklerini anlamaya çalışmaktır. İnsanlık, toplumsallık ve birey arasındaki ilişkiyi doğru anlamadan, bugünün sorunlarına ne doğru bir çözüm önerilebilir ne de bir çıkış yolu görülebilir.
İnsanlık ve Toplumsallığın Derin İlişkisi
İnsanlık, sadece biyolojik bir tür olmanın ötesinde, tarih boyunca farklı toplumlar içinde şekillenmiş bir kültürel varlık olarak var olmuştur. İnsanlar topluluklar halinde yaşamaya başladıklarından itibaren, toplumsal normlar, ahlaki değerler ve kolektif bilinç oluşturmuşlardır. Bu kolektif bilinç, zamanla hem bireyin hem de toplumun varlık anlamını belirleyen bir sistem halini almıştır.
Toplumsallık, yalnızca bireylerin bir arada yaşamasının değil, aynı zamanda ortak değerler, ritüeller ve amaçlar etrafında birleşmesinin de bir sonucudur. Bu değerler, her toplumda farklı şekillerde tezahür edebilir, ancak toplumsal yaşamın sürdürülebilirliği için ortak bir çerçeveye ihtiyaç vardır. Toplumsallığın bu ortak değerler boyutu, toplumları bir arada tutan en önemli unsurdur. Ancak toplumsal yapının bir başka boyutu da bireysel gerçekliktir. Birey, toplum içinde varlığını sürdürürken, aynı zamanda özgün kimliğini ve içsel deneyimlerini yaşar. Bu denge, insanlık tarihinin en büyük meselelerinden birini oluşturur: Bireysel özgürlük ile toplumsal sorumluluk arasındaki ilişki nasıl kurulmalıdır?
Aklın Hegemonyası ve Modern Kriz
Bugün, akıl çağının zirveye ulaştığı bir dönemde yaşıyoruz. İnsanlık, bilim ve teknoloji sayesinde büyük bir ilerleme kaydetmiş olsa da aynı akıl, bugünün toplumsal ve çevresel krizlerini de doğurmuştur. Kapitalist uygarlık, aklın ve rasyonelliğin hegemonyasında şekillenmiş, ancak bu hegemonyanın getirdiği kaos ve kriz, giderek daha fazla hissedilmektedir. Ekolojik yıkım, toplumsal eşitsizlikler ve bireysel yabancılaşma, modern insanın karşı karşıya olduğu temel sorunlardır. Bu sorunların en temel kaynağı, aklın toplumsal boyutundan koparak bireysel çıkarlar ve ticaretin egemenliğine girmesidir.
Modern toplum, bireyi “özgür” olarak tanımlarken, aslında onu bir yandan da kapitalizmin ekonomik çıkarları için manipüle etmektedir. Buradaki paradoks, bireysel özgürlüğün, toplumsal sorumlulukla çelişmesidir. Kapitalist sistemin dayattığı “özgürlük” anlayışı, bireyi tüm toplumsal bağlardan koparırken, onu yalnızca metaların ve tüketimin bir parçası haline getiriyor. Birey, kendisini özgür olarak tanımlarken, aslında bir tür toplumsal köleliğe sürüklenmektedir.
Foucault’un Biyo-İktidar Eleştirisi ve Günümüz Toplumu
Michel Foucault’un biyo-iktidar kavramı, kapitalist uygarlığın birey üzerinde nasıl bir kontrol mekanizması oluşturduğunu anlamada önemli bir anahtardır. Foucault’a göre, modern iktidar sadece bireyi fiziksel olarak denetlemekle kalmaz, aynı zamanda onun yaşamını düzenler, normlarla biçimlendirir. Biyo-iktidar, yaşamın kendisini bir denetim alanı olarak ele alır ve bu denetim, sadece hukuki yasalarla değil, toplumun belirlediği normlarla yapılır. Bu normlar, bireylerin düşünce biçimlerini, davranışlarını ve değer yargılarını şekillendirir.
Foucault, biyo-iktidarın bir sonucu olarak “normalizasyon toplumu” kavramını ortaya koyar. Bu toplumda, bireyler toplumsal normlara uymaya zorlanır, kendilerini “normal” olarak tanımlar ve buna göre yaşarlar. Ancak bu normların oluşturulması ve dayatılması, bir tür içsel baskıyı da beraberinde getirir. Birey, toplumsal normlara uymadığı takdirde dışlanır ya da cezalandırılır. Bu normların en güçlü kaynağı, kapitalist üretim biçimidir. Kapitalizm, bireylerin isteklerini, arzularını ve ihtiyaçlarını belirleyerek, onları sürekli bir tüketim döngüsüne sokar. Bu döngüde birey, “özgür” olduğu düşünülen bir alanda aslında tam anlamıyla hapsedilmiştir.
Bireyciliğin Çöküşü ve Yeni Toplumsal Çözüm Arayışları
Bugün, bireycilik, modern toplumun en güçlü ideolojik yapı taşlarından biridir. Ancak bireysel özgürlüğün, toplumsal sorumluluklarla dengelenmediği bir dünyada, bu özgürlük sadece bir yanılsamadan ibarettir. Kapitalist sistem, bireyi sadece kendi çıkarlarına hizmet eden bir özne olarak görür. Bu bakış açısı, toplumsal değerlerin ve kolektif bilinçlerin yok olmasına yol açar. Aksine, toplumsal bağların güçlendirildiği, bireylerin kendi çıkarlarının ötesine geçerek toplumun iyiliği için hareket ettikleri bir dünya tasarımı gereklidir.
Bu noktada, Foucault’un biyo-iktidar ve normların dayatılması üzerine yaptığı analizler, toplumsal dönüşüm için önemli ipuçları sunmaktadır. Ancak bu dönüşüm, yalnızca iktidarın yapısal değişiklikleriyle değil, aynı zamanda bireylerin düşünsel ve ahlaki dönüşümüyle mümkündür. İnsanlık, kendi varoluşsal krizine doğru sürüklenirken, bireysel özgürlük ve toplumsal sorumluluk arasındaki dengeyi yeniden kurma sorumluluğu taşır.
Toplumsal yasalar, sadece aklın değil, aynı zamanda duyguların, vicdanın ve ahlaki değerlerin de bir yansıması olmalıdır. Bu değerler, ancak kolektif bir bilinçle hayat bulabilir ve ancak o zaman toplum, gerçek bir özgürlük ve adalet arayışı içinde var olabilir. Bugün, gezegenimiz üzerinde yaşadığımız yıkımın en büyük sorumluluğu, bireysel çıkarlarını toplumsal çıkarların önüne koyan bir insanlık anlayışına aittir. Bu yanlıştan dönmeden, dünya yaşanabilir bir yer haline gelemeyecektir.