HABER MERKEZİ
PKK’ye bir gerilla olarak katıldığında sicili onu ele vermiş. Diş doktorluğu okuduğu anlaşılınca, gerilla yüküne bir de koca ilaç çantası eklenmiş. Sırtında çantası ayağının değdiği, nefesinin yettiği yere kadar dişi ağrıyan nice gerillanın imdadına yetişmiş. Şimdiki seyyar diş ünitesini kurana dek tedavi ettiği gerillaların sayısını bilmiyor.
Duvardaki raflarda adını bilmediğiniz türlü ilaçlar ortada herkesin oturmaya korktuğu tuhaf bir koltuk ve adını bilmediğiniz türlü aletler. Tüm bunların üstüne bir de keskin ilaç kokusu. İçeri girince arkanıza bakmadan kaçıp gitmenizi engelleyen dayanılmaz diş ağrısı da olmasa asla tahammül edilemeyecek bir yerdir diş doktorlarının muayenehanesi.
Ama Doktor Ferzende’nin yeri başka… Kartal yuvasını andıran bir şikeftte, her karışında gerillaların emeğinin olduğu muayenehanesine girince içinizde bir ürperti dolaşmıyor. Matkap, pense familyasından olan! İlginç aletler, tepenizde bir projektör gibi duran o ışık ve kulağınızın dibindeki o uğultu bile korkutmuyor insanı. Çünkü burası alıştığınız muayenehanelerden çok farklı. Duvarlarda diş sağlığı ile ilgili afişler yerine yüzlerce gerillanın resmi asılı. Şikeftin uzun duvarını baştan başa kaplayan gülen, çatık kaşlı, erkek, kadın, gencecik yüzlerce gerilla. Hiçbiri hayatta değil. Onları bir zamanlar diş ağrılarından kurtaran Doktor Ferzende’nin kalbinde yaşıyorlar. Uzun duvarda alt alta dizili resimlerin yanında boş yerler var. Ne olur boşluklar dolmasın diye geçiriyorum içimden.
Doktor Ferzende’yi Kürdistan dağlarında tanımayan, tanımasa bile duymayan yok. Daha diş röntgeni bile çekmeden problemin ne olduğunu bir bakışta anlayan, kendi işine disiplinli yaklaştığı gibi hastasından da aynı titizliği bekleyen, randevusuna geç gelenleri düşük dozda bir fırçadan sonra kabul eden Hama (Suriye’de bir Arap şehri) doğumlu Botan gerillasını tanımayan yok öyle ya da böyle. Ama ona ‘nasıl tanınmak istiyorsun’ diye soran da yok.
Bunlar bizim ona sorduğumuz sorulara verdiği kaçamak cevaplardan ve etrafımızda gördüklerimizden çıkardıklarımız.
PKK’ye bir gerilla olarak katıldığında sicili onu ele vermiş. Diş doktorluğu okuduğu anlaşılınca, gerilla yüküne bir de koca ilaç çantası eklenmiş. Sırtında çantası ayağının değdiği, nefesinin yettiği yere kadar dişi ağrıyan nice gerillanın imdadına yetişmiş. Şimdiki seyyar diş ünitesini kurana dek tedavi ettiği gerillaların sayısını bilmiyor. Artık gelen her hastayı tek tek kaydediyor gün boyu Sezen Aksu kırkbeşliklerini dinlediği bilgisayarına. Kim hangi şikayetle geldi, kime ne tedavisi yapıldı bir dahaki sefere ne zaman gelecek ve nasıl bir tedavi uygulanacak vb. tüm bilgileri not ediyor. O hem uzman doktor hem asistan hem de sekreter. Güneş yüzü görmediği bu şikeftten bir iki dakikalığına çıkıyor. Çay yemek molası dışında hiç ara vermiyor işine. 16 yıl önce gördüğümde dimdik duran Ferzende’nin sırtında şimdi hafif bir kambur var.
Ferzende’nin hastalarını tedavi ettiği odada sadece hem meslektaşı hem de yoldaşı olan Seyid Riza’nın (20 Aralık 2002 tarihinde yaşamını yitiren Savaş Eren, İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nde okumuştu) resmi asılı. Onu tanıyıp tanımadığını bilmiyorum ama gerilla olmak ile doktorluk arasında sıkışıp kalan Ferzende’yi, yaşadığı koşulları en iyi anlayanın o olduğunu hissediyorum.
Bekleme salonunda fotoğraflarını duvara astığı gerillaların hepsini tanıyor. Hepsinin doktoru değil ama yoldaşı. Kimiyle açlığı pay etmiş, kimiyle elde kalan bir avuç unla pişirdikleri hewdeli. Kimisiyle kış günlerinde bembeyaz ıssızlıkta yürümüş saatlerce, kimiyle kartopu oynamış. Kimisiyle hiç olmayacak şeyler hayal etmiş başının üzerindeki ışık tarlası altında. Duvardaki resimlere anlatmak istediği ne çok şey biriktirmiştir içinde kimbilir diye düşünüyorum. Yanılmadığımı ”Niye dışarı çıkmıyorsun, bazen güneş görmek iyidir” diyen bir arkadaşa verdiği ”Kimse kalmadı ki eskilerden kimi göreceğim” cevabından anlıyorum.
Ferzende, yol arkadaşlarının çoğunu kaybetti bu savaşta. Artık onların çocukları, yeğenleri yeni hastaları ve yoldaşları. Bir seferinde onu çok merak eden bir gerillaya ”Tanışıyor muyuz” dediğinde, ”Hayır bana sizi dedem çok anlattı” cevabını verdiğini anlatıyor neşeyle. Varlık savaşımız üç nesli buluşturdu ve Doktor Ferzende bunların hepsine tanıklık etti. Dişlerini yapıp uğurladığı gerillalar ya sıcak bir gülüş ya da kizvan çekirdeklerinden yapılma tespihler, boncuklu iplerle örülmüş bilekliklerle verdiler emeklerinin karşılığını. Boş yerlerin dolmamasını dilediğim o duvarda resimleri var bu hediye sahiplerinin.
Savaş ne kadar çok şey yüklemişse omuzlara, insan o denli suskunlaşır, yalnızlaşır. Geride kalanlar anılarını kırılgan bir sevecenlikle kendine saklar. Öyle dost sohbetlerinde buluşanların ”Hadi anlatsana şunu” diyenleri kırmayıp yüzlerce kez anlattığı anıyı otomatiğe bağlamış gibi bir kez tekrarlamasına benzemez. Ne zaman ki anılar kendinden taşar, o zaman kelimeler bahar yağmurlarıyla coşan nehirler gibi dökülür insanın ağzından bir kereye mahsus. Bir yere yazılmaz anlatılanlar, kaydedilmez. Sadece zihinlere kazınır. Çoğu zaman geride kalanların suskunluğundan, gözlerinden, ettiği bir iki lafın satır aralarından anlamaya çalışırsın.
Doktor Ferzende bize bir şey anlatmadı. Ama biz ayrıntılarda gördük onun yaşadıklarını. Hastalarını beklettiği salona asılı resimlerden, onları oturttuğu koltuğa asılı takılardan, bir de dalıp giden mavi gözlerinden. O bir cümle kurdu, biz ardında saklı anıları bulup çıkardık.