HABER MERKEZİ
* Selçuklu Sultanı Sancar Bey’in kurduğu ve merkezi Hemedan’a yakın Bahar kenti olan Kürdistan Eyaleti, Lozan’dan itibaren milliyetçi bir etnofobi’ye kurban edilmiştir. 1923’ten itibaren Vilayet-i Şarkiye, 1930’larda Şark, 1950’lerde Doğu ve Güneydoğu Anadolu ve 1980’lerin sonlarından itibaren OHAL denilen yerin bugün zihinsel haritalardaki adı hala Kürdistan’dır!
* Bugün bu ülkenin Rojava’sında direnen o genç çocuklar sadece Kürtleri değil, emperyalizmin öğütme makinesinden bir şekilde kurtulmuş olan Süryani rahipleri, Alevi dedeleri, Nusayri çocukları ve Ermeni ustaları tekrar uhrevi cennet müjdecilerinin seküler kılıcından korumak için direniyorlar! Yüz yıl önceki Kürdistan’ın özgür topluluklarının o renkli ve şenlikli günlerinin tekrar geri gelmesi için…
* Kürdistan salt bir halka ait olan bir ülke değil, bir toprak bütünlüğüne gönderme yapar. Çünkü tarihin hiçbir döneminde Kürdistanilik salt Kürdi damarın temsili olmamıştır. Kürdistan, bugün o topraklarda yaşayan ve yaşamış olan bütün halkların ve inançların kendilerinden çalınanı ve gasp edilmiş olanı yeniden kazanmasına dair ısrardır!
“Zêr di zane, zor di zane, devê tifinga mor di zane…”
Dr. Fuat (1925, Kürt Teali Cemiyeti Diyarbakır Sözcüsü)
Yüzyıllardır dünya haritasının güneyini tam bir halklar ve kültürler cehennemine çeviren Batı emperyalizmi, iki yüzyıldır çizdikleri haritalardan akan kanın sorumluluğunu alabilecek erdeme asla sahip olamamıştır. Marx, “İnsanlık tarihinin en büyük erdemi utanma duygusudur” demişti. Bir taraftan Avrupa’nın hijyenik kentlerinde, süet terlikleri ve biralarıyla koltuklarına gömülüp bu cinnet durumunu seyirlik bir alem gibi izleyen sessiz kitleler, öbür tarafta dünyanın güneyine geniş bir kanlı arena inşa eden Avrupalı ve Amerikalı savaş ve kadastro baronları…
Bugün, Rojava dahil Kürdistan’ın dört parçasında yaşananlar İspanyol ve Portekiz sömürgeciliğini devralanların tarihsel günahlarının nakl-i yekûnudur. Kürtlerin, Asurilerin ve Ermenilerin beş bin yıllık yurduna Moğol ve Arap-İslam akıncılarından sonraki en büyük seferi İngiliz ve Fransız sömürgecileri düzenlemiştir. Kendi yarattıkları evrensel hukuk sistemleri, bu kanlı düğümü meşrulaştırmanın silahına dönüşmüştür. Şêx Mehmûd Berzenci’nin 1919’da Güney Kürdistan’da özerk bir yönetim kurması kararını veren Milletler Cemiyetinin bu istemi, Fransız ve İngiliz hükümetlerinin Ortadoğu politikalarına takılmış ve isyan, bizzat İngilizler tarafından bastırılmıştır. Avrupa başkentlerinde yuvarlak masalarda parçalanan Ortadoğu haritasının her yerinden bugün bile bu kadar kan damlamasının bir sebebi de bütün dünyayı işbirlikçi bir ulus-pazara dönüştürmek isteyen batı emperyalizminin kurduğu Arap, Fars ve Türk devlet geleneğinin merkezi, katı ve milliyetçi damarıdır. Bugün Kürdistan, bir sömürgeden çok, sömürgeleşmiş dört devletin dört ayrı iç sömürgesine dönüşmüştür.
Şêx Mehmud Berzencî, 1920’lerin başında Süleymaniye’nin son direniş kalesi olan Sûrdaş Dağları’nda İngiliz ve Arap ordularına karşı direnirken Soran savaşçılara bomba yağdıran İngiliz tayyareleri, 1930 yılında Türklerin genç cumhuriyetine sattıkları tayyarelerle ve kendi pilotlarıyla Ağrı Dağı’nda İhsan Nuri’nin komutasındaki Kürt savaşçılarına bomba yağdırıyordu. 1988’de Halepçe’yi çöle çevirecek olan kimyasal silahlar, Hollanda’dan yüklenip İskenderun Limanı’na oradan Bağdat’a Kimyasal Ali’ye gönderiliyordu. Aynı Kimyasal Ali, bombaların yüklendiği liman kentlerinde kurulan uluslararası mahkemelerde yargılanıp idam edildi!
Sömürge diyalektiği
I. Dünya savaşı sonrasında yeniden düzenlenecek olan dünya haritasını şekillendirmek için toplanan Paris Barış Konferansı’na katılacak olan Kürt temsilciler bizzat İngiliz ve Fransız yetkililer tarafından oyalanıp engellenirken, Sevr’de kurulan masada Kürt tarafını Osmanlı’nın Stockholm Büyükelçisi Şerif Paşa temsil ediyordu. Kürdistan ve Ermenistan sınırı ile ilgili belli bir uzlaşıma varılmışken, Bedirxanî’lerin ve Cemilpaşazade’lerin Kürt yurdunun bir kısmının Ermenilere verilmesine karşı gösterdikleri direnç ve Mustafa Kemal’in Kürt aşiret reislerine “Osmanlı’nın dışında hiçbir gücün Kürtleri temsil etmesini kabul etmiyoruz” şeklinde çektirttiği telgraflar masada Şerif Paşa’nın çekilmesini ve Kürdistan’ın dörde bölünmesini sağlayacaktı.
Uluslararası komplo ile ilgili Kürtlerin hafızasının bu kadar travmatik ve öfkeli olmasının bir nedeni de bu komploların tarih boyunca kendisini sürekli güncellemiş olmasıdır. Dr. Qasimlo ve Sakine Cansız’ların diasporaya düşen cansız bedenleri ve Kenya’dan yola çıkan o uçak bu travmayı aynı zamanda tarihsel bir yüzleşmeye ve fail-kurban diyalektiğinin daha doğru bir yerden kurulmasına olanak sağlamıştır. Kürdistan’daki sömürge diyalektiği, “Bextê Romê tûnne ye” ya da “Edaleta Ereba ji zilma kafira dijwartir e” söylemlerinin karşılayamayacağı kadar karmaşık, girift ve uluslararası parametreleri olan bir ekonomi- politiğin izdüşümüdür.
Wilson Prensipleri’ni hayata geçirmek(?) ve azınlıkların milli mücadeledeki konumlarını netleştirmek için toplanan Erzurum ve Sivas kongrelerinde Kürdistan’dan gidecek olan kanaat önderlerini Diyarbakır Valisi engellerken, Kürtler adına kongreye katılanların büyük bir kısmı Jön Türk ideolojisinin taşıyıcıları olan ittihatçı Kürtlerden ya da bu büyük tuzaktan haberi olmayan Kürt aşiret büyüklerinden oluşuyordu. Aynı dönemlerde Paris Barış Görüşmeleri’ne gidecek olan Kürt heyetini Ortadoğu’da ellerinde etnik haritalar ve cetvellerle gezen İngiliz ve Fransız yüksek komiserlikleri engelliyordu.
Kürt Teali Cemiyeti ile yoğun ilişkileri olan Qoçgîrî’deki aşiret önderlerinden Haydar ve Alişan Bey ve maslahatgüzar Elîşêrê Muso ve isyanın bir yerde politik arka planını inşa eden Nûrî Dêrsimî’nin başlattıkları isyan dalgasına karşı Mustafa Kemal, bir uzlaşım komisyonu göndererek Dêrsim ve Qoçgîrî bölgesinden 72 Kürt Ağasını meclise vekil olarak atamıştı. Bu ağaların tümü kendi bölgelerinin tek temsili gücünün Ankara Hükümeti olduğunu mecliste deklare etmişlerdi. Daha sonra Sakallı Nurettin Paşa ile Topal Osman öncülüğünde Qoçgîrî (Koçgiri) bölgesi yerle bir edilecekti! Meclise bizzat Mustafa Kemal tarafından davet edilen ağaların birçoğu daha sonra meclise Kürtlerin ulusal giysisi olan şal û şapik ile geldikleri gerekçesiyle yargılanacak ve ceza alacaklardı.
Söz var, hukuk yok
1920 ile 1923 yılları arası İzmit Kasrı, Amasya Protokolü ve meşhur Elcezire Cephesi’ne çekilen talimatlarda Kürtlere özerklik konusundan müphem ve diplomatik bir kurnazlık kıvamında söz edilirken, bu özerklik durumu hiçbir zaman fiili ya da hukuksal bir düzleme oturtulmamıştı. Mustafa Kemal, kuracağı ittihatçı cumhuriyetinde Kürtleri bir taraftan tasfiye ederken, öbür taraftan cumhuriyete eklemlemek için bu sözleri politik bir strateji olarak hayata geçiriyordu.
Mustafa Kemal, Lenin’in genç cumhuriyete yardım şartı olarak sunduğu “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesini tanıdığını Sovyet Dışişleri Komiserliği yoluyla Lenin’e bildirirken, öbür taraftan Avrupa’ya da Wilson Prensipleri’nin “ulusların iradi olarak bağımsızlıklarını” tanıyan hukuksal ilkesine uygun hareket ettiğini çeşitli konuşmalarında ve beyanatlarında bildirerek, genç cumhuriyetin kuruluşuna evrensel hukuk meşruiyeti kazandırıyordu. Ayrıca Mustafa Kemal’in Misak-ı Millisi’ne dahil ettiği Musul’un, İngiliz devletinin ‘Musul petrolleri olmadan Ortadoğu asla’ ilkesiyle sürekli çekişmesi, Güney Kürdistan’da İngilizlerin Şêx Mehmûd Berzencî’ye üç yıl süren bir özerklik vermesini sağlamıştı. Güney Kürdistan’daki söz konusu özerklik, Türkiye’de yaşayan Kürtler için hem bir model hem bir gerekçe hem de bir meşruluk zemini olarak ortada duruyordu.
Türkiye Devleti’nden kopacak bir Kürdistan’ın Musul ve Kerkük’ü içine alan bir Kürdistan olacağını iyi bilen Mustafa Kemal, 6 Mart 1923 yılında gizli celse görüşmelerinde 63 Kürt milletvekilinin “Musul’suz bir Lozan’a” şiddetle karşı çıkmalarına inat, acilen seçimleri yenilemiş ve Lozan Barış Görüşmeleri metnini bizzat kendisinin seçtiği yeni milletvekillerine imzalatmıştı. (TBMM GZC. S.181-183) Musul tamamıyla İngiliz denetimine girdikten sonra (Ağustos-1924) özerlik, Kürtler ve Kürdistan kelimeleri tamamıyla resmi konuşmalardan, tutanaklardan, lügatten arındırıldı ve Sultan Sencer’in sekiz yüz yıl önce Kürdistan dediği yer haritalarda Şark Vilayetleri olarak işaretlenip Kürt ve Kürdistan kelimeleri tamamıyla yasaklandı. Kürdistan ismi, en son 1930’da Cumhuriyet Gazetesi’nde Ağrı Dağı’nın tepesine çizilen bir mezarın üzerine yazıldı: ‘Hayali Kürdistan Burada Gömülüdür!’
21 Kasım 1922 tarihinde Lozan’da İsmet Paşa 27 kişilik heyetiyle Türkleri temsil ederken, Kürt heyetini bizzat Mustafa Kemal tarafından atanan ve radikal bir İttihatçı olan Diyarbakır Mebusu Zülfü Tigrel Bey temsil ediyordu. Zülfü Tigrel, Diyarbakır Mebusu Pirinçzade Fevzi Bey ile birlikte Ermeni Kırımındaki aktif rolünden dolayı İngilizler tarafından Mısır’daki Seydibeşir Kampı’na sürgün edilen Kürt asıllı bir Jön Türk’tü. Musul sorununu ele alan alt komisyonda İsmet Paşa ve Britanya temsilcisi Lord Curzon arasında geçen sert tartışmalarda Musul’daki en büyük etnik unsurun Kürtler olduğu kabul ediliyor ancak İsmet Paşa, oradaki Kürtlerin Türklerle etle tırnak gibi olduklarını savunurken Lord Curzon Kürtlerin Türkler’den tamamıyla ayrı bir halk olduğunu ısrarla savunuyordu. 12 Aralık 1922 tarihli Meclis oturumunda İsmet Paşa, “Türkiye Büyük Millet Meclisinin Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de meclisi olduğunu, Kürtlerin gerçek temsillerinin şu anda meclis çatısı altında olduğunu” söylüyordu. Lord Curzon, Musul Kürtlerinin Türklerin şemsiyesi altında yaşamak istemediğini ve Misak-i Milli’ye dahil edilen Musul’dan tek bir vekilin bile mecliste olmadığını savunarak, Kürt illerinden getirilen vekillerin seçilmediğini, bizzat atandığını ve birçoğunun Türkçe bilmediği için mecliste tek bir kez konuşamadığını anılarında uzun uzun yazmıştır.
Kürdistan’dan Vilayet-i Şarkiye’ye
Bir şeyi isimlendirmek o şey üzerinde iktidar kurma isteğinden beslenirken, ismi mevcut olan bir şeyi yeniden isimlendirmek, o şeyin aslını gizleme ve o şeyin gerçekliğini kapatma girişimidir. Selçuklu Sultanı Sancar Bey’in kurduğu ve merkezi Hemedan’a yakın Bahar kenti olan Kürdistan Eyaleti’ne daha sonraları Kanuni Sultan Süleyman’ın 1525 ve 1553, I. Ahmet’in 1604 tarihli fermanlarında ‘Umum Kürdistan’ denilmişti. Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın 1847 yılında kuruluşuna öncülük ettiği Kürdistan eyaleti devletin resmi arşivlerine kapatılmış, Kürdistan ismi ise 1923’ten itibaren milliyetçi bir etnofobi’ye kurban edilmiştir. Mustafa Kemal’in Kürt aşiret reislerine yazdığı mektuplarda Kürdistan dediği ve birinci mecliste Kürdistan’dan gelen vekillere bizzat ‘Kürdistan vekilleri’ denildiği meclis tutanaklarına düşmüştür. 1923’ten itibaren Vilayet-i Şarkiye, 1930’larda Şark, 1950’lerde Doğu ve Güneydoğu Anadolu ve 1980’lerin sonlarından itibaren OHAL denilen yerin bugün zihinsel haritalardaki adı hala Kürdistan’dır! Çünkü Kürdistan, Kürdi hafızada devrimci bir inattır. Haritalardan silinip, resmi tutanaklardan düşürülen, görünmez kılınan ve tarihten düşürülmeye çalışılan bir ülkenin yeniden görünür kılınmasının kanlı bir ısrarıdır.
İkiyüz yıl önce toplumsal birliği paramparça edilmiş olan Kürtler, tarihin bu kanlı kavşağında yeniden var olmanın ve birleşmenin savaşını verirken, derin bir burukluğu da büyütmektedirler: Binlerce yıl birlikte yaşadıkları ama bugün sayıları gittikçe azalmış olan komşu halkların bıraktığı derin ve travmatik boşluk! Çünkü Kürdistan sadece Kürtlerin değil, neredeyse bütün Ortadoğu halklarına ev yapmasını öğreten Urartu mirasçısı Ermeni ustaların, dünyanın en güzel fistan ve ‘şal û şapik’larını kendi dokuma tezgahlarında ören Asuri kadınların ve her sabah güneşe dönüp verdiği nimetler için avuçlarını açan Êzîdî yaşlıların evidir. Kürdistan salt bir halka ait olan bir ülke değil, bir toprak bütünlüğüne gönderme yapar. Çünkü tarihin hiçbir döneminde Kürdistanilik salt Kürdi damarın temsili olmamıştır. Kürdistan, bugün o topraklarda yaşayan ve yaşamış olan bütün halkların ve inançların kendilerinden çalınanı ve gasp edilmiş olanı yeniden kazanmasına dair ısrardır!
20. yüzyılın başlarında Kürdistan çölleştirilirken çölün donuk, renksiz ve çürüten bir sessizliği kendisiyle birlikte büyüteceğini iyi bilenler bu duruma düzleştirme, yekpare birlik, hizaya getirme ve iskan politikası dediler! Bugün bu ülkenin Rojava’sında direnen o genç çocuklar sadece Kürtleri değil, emperyalizmin öğütme makinesinden bir şekilde kurtulmuş olan Süryani rahipleri, Alevi dedeleri, Nusayri çocukları ve Ermeni ustaları tekrar uhrevi cennet müjdecilerinin seküler kılıcından korumak için direniyorlar! Yüz yıl önceki Kürdistan’ın özgür topluluklarının o renkli ve şenlikli günlerinin tekrar geri gelmesi