HABER MERKEZİ
Kimi anlar gelir, söze vurulmaz. Yaşanan acının benlikteki yoğunlaşması dille anlatılamaz. Anlatılmaya çalışılsa bile kırık sözcükler kifayetsizlikten yetim kalır. Ancak göksemaya hançereden püsküren haykırışlarla ifadeye kavuşabilir. Varsa şayet dünyanın vicdanı, haykırışlar arasında yakılan ağıtların damıtılmasından elde edilen öfke patlamasında bulunabilir izi…
Kanın sudan daha akışkan olduğu Kürdistan’daysak ve sevdalıysak özgür yaşama; acılarla karılmış bu coğrafyada su değil, kandır toprağı tava getiren. Doyumsuzdur hep. Bu yüzden en yiğit düşbazlarımız önden gider. Düştükçe yeşeren kızıl güllerle muştularlar umutlu yarınları. Onlar tepeden tırnağa hakikat erlerine dönüşmüşlerdir. Umut ve yüz akımızdırlar. Geride kalmanın mahcubiyetinde naçar bırakırlar bizi. Ondandır, kolay değil söze gelmek. Kördüğüm olur gırtlak da.
Kapitalist modernitenin hazır reçete niyetine sunduğu faşist dairedeki kölelik zihniyetini reddetmek, insan kirlenmesinin atbaşı gittiği ahir zamanda Diyojen’in Feneri’nden daha bir ışıldayan kaynak olmayı gerektirir. Yaşamını tereddütsüz sevdasına katık yapanlar, kirlilik ve kötülükten arınan havarilerdir! Arzın merkezindeki mağmadırlar. Isıtıp ışıtırlar dört bir yanı, yöreyi. Arayış savaşçıları mağmalaştıkça, daha bir kısalır yolculuk. Yanı başımızda olamamalarının kahrolasıca hüznüdür kavuran benliğimizi. Yad ettikçe ilk günkü gibi kanar durur yara. O yüzden Dr. Mahir Aydın’ı hatırladıkça boğuk nidalarla nefessiz kalırım.
Dile kolay, aradan 6 yıl geçti! 6 uzun yıl… Onların ardından da onlarca, yüzlerce özge can düştü toprağa. Bugün onurlu bir barış uğruna Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşam inşaasına başlayan İnsanlık Hareketinin yiğit evlatlarından Dr. Şıh Mehmet Tanrıbuyurdu (Dr. Mahir Aydın), 27 Haziran 2007 tarihinde “Yediveren Güller”le birlikte Kela Memê’de ab-ı hayat iksirini içerek, halkının bağrında karanlıkta şavkıyan kutup yıldızına dönüşmüştü.
Yüzyıllar önce talan ikliminden göç yollarına koyularak, Orta Anadolu’nun kıraç bozkırlarında kıl çadırlarını çakanların torunlarındandı. Kavruk yüzleriyle savruk buğday habbeleri misali yurdundan ırak topraklarda iskan eylemişlerdi Kırşehir ellerini. İşte o iklimde filizlenen tohumun kökleriyle yeniden buluşmasının hikayesi yazılacaktı, Dr. Şıh Mehmet Tanrıbuyurdu (Doğum tarihi 1967) ile. O, dağlarımızın yüceliklerinde namı onur olan insan soyluydu. Kırklar’ın Semahı’nda düşlerin hakikate ermesinin yürüyüşünde şimdi. Gergefe işlenen desende görünür kılan tılsım Mahir Aydın’dır…
Çığlık olageldi. Doğruluğun yılmaz savunucusu ve dağ aslanı kükremesiyle özgürlüğü nidalayandı hep! Doktordu o! Halkının doktoru. Zaten o sevdayla okumaya başlamıştı. 1984’ün sonbaharında umut ve özlemle girmişti Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne. İnsana dair hiçbir şeyin yabancısı olmadığı demokrat ve hümanist kişiliğiyle tanınırdı. Öğrencilikte politikanın kıyısında seyrederken sinemanın büyüsüne kapılmıştı. Bu yüzdendir ki, fakültenin sinema kulübünün müdavimi ve sonrasında başkanı olacaktı. Kimi filmleri göstermenin yürek istediği demlerdi. Yol, Sürü, Potemkin Zırhlısı, Viva Zapata vb. filmlerin gayrı resmi gösteriminin mimarı oldu. Daha o günlerde yasakçı zihniyetin karşısında konumlanmıştı.
O, gün yüzüne çıkan kaynak suyuydu! Derler ki, insan dünyayı algıladığı kadarmış. Ve bu algılamada vakti gelmemişti. Yolağını arayan su, nehir olup akmıyordu henüz. 1990’ın son aylarında bitirecekti üniversiteyi. Ve ardından doktor olarak Şırnak’a atanacaktı. Botan’ın kalbine gitmişti. Şırnak, zulmün ve zulmetin abad kılınmaya çalışıldığı kentlerin başında gelecekti. Böylesi zor zamanlarda doktorluk yapmaya koyulmuştu. Sinema bir nevi, karanlığa bulanıp beyaz perdenin karşısında kaybolmak anlamına gelirdi. Lakin Şırnak’ta halkının yakıcı gerçekliğiyle karşılaştığında, beyaz perdede artık Dr. Şıh Mehmet olacaktı.
Toz pembe çizilen tablolara benzemez hiç. Gerçeklik çirkindir. Dondurucu ve şok edicidir gerçeklik. Ve viraneye dönüştürülen kentte paramparça bedenleriyle çocuk ölümleridir tüyleri diken diken eden manzara. Bişenkler katlediliyordu kentin orta yerinde. Hal buyken, yırtılır perde. Zamanın kahredici tanıklığında insan kalmanın meziyetini sergilemek kutsaldır. Masumiyetin kirletildiği coğrafyamızda vahşete dur demenin erdemliliğiyle karşı gelecekti zulme. Kentte yankılanan havarlardan topladığı direngen öfke, beyin kıvrımlarında fırtınalara dönüşecekti. Ve gördü tüm çıplaklığıyla vahşeti.
Öğretmenlik, doktorluk ve yarenlik edecekti mazlum halkının masum insanlarına. Sokaklar kan deryasıyken tanığıydı trajedinin. Bir şeyler yapmalıydı. Ama ne? Sırtını dönüp unutamazdı yaşananları. O bir insandı. İnsanlığa adanan can olmalıydı! Önce yaşananları yazmalıydı. Yaşamda insanı güçlü kılan, zorluğa göğüs germesiydi. Bu yüzdendir ki “Şırnak Cumhuriyeti”ni yazarken ilk adım olarak yaşanan acılara yanıt olmalıydı…
Nehir artık kaynağını bulmuştu. Ummanlara ulaşmanın telaşında akışın hayaliyle doluydu yüreği. Tam da bu anlarda ikilem içerisinde kalmıştı. Tıpta ihtisas sınavını kazanıp akademisyenlik yolu açılmıştı önünde. Fakat o harmanını yakıp da kızıl güllerden rayiha kokularını yüreğinin süveydasında biriktirenlerdendi. Olacaksa bir hayat ve olacaksa bir yol; kapitalist modernitenin tüm kirlerinden arınan dağ yolu olacaktı. Orada yaşamın anlamı, orada hakikatin bilgeleri vardı. Bilgeliğin ışığında eriyen pervane olup, gördüğüyle bir olan ışığa kesilecekti 1993’te. İnsan dönüşüm yeteneğiyle insanlaşmıştı. Şıh Mehmet idi. Bundan sonra Dr. Mahir Aydın olacaktı, sinesinde özge canları barındıran özgür alanlarda. O artık bir özgürlük arayışçısıydı. Yaşamın gizinde saklı hakikati görünür kılmaya çıkmıştı. Zifiri karanlıkta parıldayan ateşe kesilmişlerdi. O yüzdendir ki yangın yürekli olarak algılanageldiler…
İmkansızlıklardan imkan yaratan olmuştu Mahir Heval! Kırkında kırklara karışmadan önce, dağların şahikalarında kitaplar yazıyordu durmadan. “Şırnak Cumhuriyeti” ile yetinmedi, savaşın en şiddetli olduğu demlerde de yazmaya devam edecekti. “Yabancının Umudu” ve “Mushaf’ın Serüveni” adlı romanları basımı yapılanlardandı. Belki daha nice yayınlanmayı bekleyen öyküleri vardı, kim bilir! Adına yakışan bir pratik sergileyecekti. Mahir’di O! Her el attığı sorunun üstesinden gelecek maharetlerle donanmıştı. Her iki eser de edebi-felsefi derinliği yüksek ve başarılı kurgulara sahiptir. Dil ve biçemin akıcılığı dağlarda da edebiyat üretiminin yetkin emsallerinin çıkarılmasına delaletti. Özü arayışa dayanıyordu. Tıpkı yola çıktığında kendisinin arayışıyla paralel kurgular geliştirmişti. Anlatılan kendisi, halkı ve mazlumlardı. Edebi tekniklere aşinalığı, yazdığı romanın değerini daha da arttırıyordu. 40 yıllık ahir ömründe yazılmayı bekleyen ne çok dosyası birikmişti, kim bilir. Yarım kalan yolculukta, yazmasına ipotek konularak kalleşçe katledildiler! Kela Memê’de zilletten illetlilerin verdiği zehirli yiyeceklerden baygın düşmüşlerdi(*). Öylesine boylu boyunca uzanmışlardı kayalıkların dibine. Sırtlanlar pusudaydılar. ‘Av’ diye niteledikleri canların zayıf düşmesi stratejisini uyguluyorlardı. Varsa savaşın namusu, bu sırtlanlarda zırnık kadar bile yoktu. Leş kargaları misali üşüştüler baygın düşen canların üzerine. ‘Zafer’ kazandıklarını sanıyorlardı. Orada öylece, ağızlarından dökülen salyalarını saçarak katlettiler Heval Dr. Mahir ve Yediveren Gülleri. Kela Memê’de ihanetin ve vahşetin kanlı yüzü sökün eylemişti. Aldılar onları ecelsiz. Cansız bedenlerinden yayılan direniş ateşi düşmanın korkulu kabusu olacaktı.
Evet, sonsuzlukta arayışa devam edecekti Mahirler! Zira fikri ve zikri bir olanların kelamı olmuştu. Okuduğu dersliklerde önceden ebediyete göçen Hasan Tahmaz (Dr.İsmail), Aydın Baygeldi (Menaf) ve Leyla Yalçın (Dr. Rodin) hevallerle halaya durmaya devam ediyorlar şimdi…
Biliriz elbet. Çölleşen toprağı sulayan kanları tohumu yeşertti. Mahirlerin ardından, yadigar kalan umut, özlem ve düşler bütünlenmeyi beklemekte. Yarım kalan hedeflerini, Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşam’a ulaştırma kararlılığı ve inancıyla yürüyüşe devam etmekte yoldaşları.
Halkının aydını, yazarı, doktoru, gerillası ve kutsal şehidi olan Heval Dr. Mahir Aydın’a selam olsun! Kırşehir’de filizlenen fide, Botan’da heybetli mazi ağacına dönüştü. Bitiremeyecekler! Ve yürüyüş olanca ihtişamıyla sürmekte.
Yolumuzu ışıtan, sönmeyen fenerin adı; Dr.Şıh Mehmet Heval’dir…
Anısı/anıları önünde saygıyla eğilirim.
(*) Daha sonra yapılan araştırmada, Dr.Mahir ve arkadaşlarının, zehirlenme sonucu değil, Türk ordusuyla girdikleri çatışmada yaşamlarını yitirdikleri açıklandı.