HABER MERKEZİ
Uygarlık derken merkezi uygarlık sistemini esas halka olarak araştırma konusu yapmamız diğer uygarlıkları inkar etmek veya görmemezlikten gelmek anlamına gelmez. Önemli olmadıklarını da söylemiyoruz. Tarihsel akışın ana nehir kavramının daha öğretici, geliştirici olduğunu vurgulamak istiyorum. Diğerleri ana nehre akan kol niteliğindedir. Akımı güçlendirirler. Fakat uygarlığın özselliğini değiştirmezler. Çağları ve günümüzü en çok belirleyen sistemi, merkezi dünya sistem olarak değerlendirmelere konu edinmek diğer kolların değerlendirmesine de katkıda bulunacaktır. Evrensel tarihsel akışı yitirmeden farklı mekan ve zamanlarda oluşan tarihsel akışları daha doğru anlayabiliriz. Bütün parçayı izah edebilir, parça ise bütünü izah etme kapasitesinde değildir. 5000 yılı aşan merkezi uygarlık veya dünya sistemi yaklaşımını bu nedenlerle tercih ediyoruz.
Sümer kent uygarlığı başlangıç itibariyle oldukça verimli işliyordu. Her acenteden çıkma araç gibi. Kendini hızla çoğalttı. Peş peşe kentler kuruldu. Aşağı Mezopotamya’dan Yukarı Mezopotamya başta olmak üzere her tarafa yayıldılar. Her kent daha fazla artık-değer demekti. Yerleşik hiyerarşilerin bu temelde hızla hanedan devletlerine dönüşmesi beklenirdi. Hammadde, mamul madde ticareti hızlandırırken kentleri hegemonik rekabete de zorluyordu. Ticarete hükmeden hegemonya şansını artırıyordu. Dar alanlarda çok sayıda kentin inşası rekabeti ve hegemonya savaşını körükleyen diğer etkendi. Ayrıca verim, nüfus artışı demekti. Toprak bol oldukça ve sulama imkanları elverdikçe bu sistem başarıyla yürüyebilirdi. Fakat verimli alanlar Dicle-Fırat yakınlarıyla sınırlıydı. Bu sınırların kentleşme sürecine alınmasıyla bunalımın objektif koşullarına dayanmış olunuyordu…
Bunalıma bulunan çare de gelenekseldir. Günümüze kadar hızından ve yoğunlaşarak devamından hiçbir şey kaybetmemiştir: Daha fazla sömürü alanı keşfetmek ve bu sömürü için daha fazla güç, iktidar, devlet sahibi olmak. M.Ö. 2000’lerin sonlarında bunalımdan güçlenerek çıkan Babil’dir. Babil’in bunalımlarını en iyi kullanan yanı başındaki ticaret kurtları haline gelmiş Asurlu tüccarlar ve kolonileridir. Asur hanedanları iki dönem halinde (M.Ö.1300-1000; 900-600) Ortadoğu’nun en güçlü hegemonik gücü haline gelirler. Tarihin tanıdığı en gaddar güç olduğu söylenir. İşin özüne inilirse gaddarlığın tekel karıyla bağlantısı anlam kazanır. Halk olarak Asurların diğer halklardan özde farkı yoktur. Fakat hegemonyasının ticaret tekelline dayanması kar için şiddeti zorunlu kılar. Şiddetin kapsam ve mekanında büyüme olduğu açıktır. Asur çözümü bu nedenle tarihte şiddet kökenli çözümlerin anası sayılır. Ortadoğu’da halen sorunlara çözüm olarak düşünülen bu gelenek Asur hegemonyasına çok şey borçludur.
Demirci Kawa Efsanesi ve direnişler
Asur şiddeti ve temelindeki kar hırsı (sanırım hem kar hem şiddet kavramları Asurca-Aramice kökenlidir) insanlık vicdanında büyük yaralar açmıştır. Bunalıma yol açmakla kalmamış, Asurların hem siyasi askeri güç olarak, hem halk-toplum olarak belini bir daha doğrultamaz hale gelmelerine neden olmuştur. Ortadoğu halklarının büyük beddua ve lanetleriyle (iktidar ve ticaret tekellerinin) anılmasına, özgürlük için şahlanmalarına yol açmıştır. Demirci Kawa Efsanesi, Medlerin ve Urartuların ünlü “üç yüz yıllık direniş”leri bu dönemin ürünüdür. Hem düşünce hem vicdan ayaklanması bu çağın doğurucu gücüdür. Merkezinde Zerdüşt’ün rol oynadığı bu çağın Doğu’da Hindistan ve Çin’deki temsilini Buda ve Konfüçyüs (M.Ö. 6.yüzyıl) yaparken Batı’da Greklerde Sokrates temsil eder…
Med ve Babil ittifakıyla tarihe gömülen Asur hegemonyası yerini; kısa süreli bir Med ve Babil döneminden (M.Ö.600-550) sonra Pers hanedanlarına bıraktı (M.Ö.550-330). Pers çözümünün Asurların tersine bir yöntem izlediği söylenir. Diyalektik açıdan da doğru olabilir. Hoşgörü, halklara ayrım yapmadan kültürlerinde özgürlük, yönetimde adalet, doğru sözlülük, sözü edilen yöntemin kapsadığı olumlu özellikleridir. Bu yönüyle Ortadoğu halklarınca ehven-i şer olarak karşılandığı söylenebilir. Tarihin en geniş hegemonyası kuruldu. Perslerin devamı Part ve Sasani hanedanlarının tarihsel anlamda kültürel bir katkısı olmamıştır. Roma’yla giriştikleri hegemonik savaş, Ortadoğu toplumunda yeniden büyük direniş ve arayışlara yol açmıştır. Hristiyanlık ve Manizm bu arayışların sonucu doğmuşlardır. İslami çıkış bu sürecin devamı niteliğindedir.
Uygarlıklar hegemonyasız yürümez
Tanrısallaştırılmış üst tabaka hariç tüm kontrol altındaki resmi toplum unsurları (sınıf ve tabaka demek zordur) genel kölelik koşullanmasına tabi kılınmıştır. Uygarlığın Çin, Hint hatta taze Afrika ve Amerika çıkış kolları daha katı “kastik” düzen altındadır. Direnişler ve arayışlar bu sisteme karşı gelişecektir.
Tıpkı kapitalizmin bünyesel bunalımları gibi tüm uygarlık bunalımları sistemin üç temel özelliğini doğrulamaktadır. Birincisi merkez-çevre ilişkisi değişken olmakla birlikte süreklidir. İkincisi, sistemin güçleri arasında kar nedeniyle sürekli rekabet ve çatışmalar vardır. Üçüncüsü, ilk iki özelliğin sonucu olarak sistem devamlı inişli-çıkışlı bunalımlı süreçleri yaşamak durumundadır. Üç özelliğin doğal sonucu ise sistemin hegemonik karakterde bir yönetimi kaçınılmaz kıldığıdır. Uygarlıklar hegemonyasız yürümez. Tüm bu özelliklerin birleşik ortak sonucu ise küreselleşmenin sürekli derinliğine ve genişliğine yayılma durumudur. Dört temel özellik uygarlıkları başlangıcından itibaren küresel olmaya zorlar. Bu gerçeklik iktidar ve sermaye tekellerinin doğasından kaynaklanır. Yatay ve dikey olarak ne kadar çok yayılırsa güç ve kar da birbirini besleyerek o denli büyür. Aralarındaki korelasyon kesindir. Eğer günümüzde uygarlık, yaşamı büyük bir sıkışıklık içine almışsa (tüm sosyolojik veriler bu gerçekliği doğrulamaktadır) bunalım insanlarla sınırlı kalmayıp ekolojik yapılanmayı da tehdit altına almışsa, gerçek neden başlangıçtan itibaren bünyesinde barındırdığı yıkım ve barbarlık özelliğidir. Olup bitenler özde olanların açığa çıkmasıdır.
Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü kitabından alınmıştır.