HABER MERKEZİ
Ulus-devlet kendini hukuk devleti olarak yansıtmaya özen gösterir. Hatta hukukun ilk defa tam gerçekleşmiş hali olarak sunar. Bu gerçekliğinin altında ahlaki ve politik toplumun inkarı yatar. Hukuk genelde devlet sınıflarının özelde burjuvazinin ahlak ve politikanın yerine egemen kılmaya çalıştığı toplumsal kategoridir. Avrupa uygarlığının aşırı hukukçu geçinmesinin altında yatan derin gerçeklik ahlaki ve politik toplumun bu inkarıdır. Denilir ki, (kuramda) ulus-devlet hukukun ideal çerçevesidir.
Ahlaki ve politik toplumun, dolayısıyla demokratik toplumun inkarı üzerine kurulan ulus-devletin, burjuva hukuku için ideal çerçeveyi oluşturması anlaşılırdır. Fakat idea edildiği gibi ne ulus-devlet ne de hukuk demokratik toplumun çerçevesini teşkil etmez. Tersi geçerlidir. Ulus-devlet ve hukuk iç içe ne kadar yoğunlaşır, toplumun her alanına sızarsa o denli ahlaki ve politik toplum aşılmış olur. Demokratik toplum bir gösteri toplumuna dönüşür. Her şey ulus-devletin ve hukukun ince elenip oluşturulmuş ve son tahlilde kapitalist tekelciliğin çıkarlarının süzülmüş ifadeler bütünlüğü olan kuralları (anayasa, yasa ve tüzükler dünyası) içinde ahlak ve politikaya alan bırakılmaz. Demokrasi bu kurallar bütünlüğü içinde bir oyuna dönüşür. Yaratıcı, oluşturucu bir karakteri yoktur. Politika toplumsal problemlerin yaratıcı çözüm alanı olarak işlev görür.
Politikanın kuralı toplum için daha iyiye, doğruya ve güzele doğru yaratıcı olmasıdır. Bu yaratıcılığı gösteren en yüce sanat olmayı bilmesidir. Bu da ancak toplumsal ahlak ve demokrasi varsa başarılabilinecek bir sanattır. Burjuva hukukunun boğduğu bir alanda (çerçevesi ulus-devlet olan) bu nedenle ne ahlaki ve politik olan ne de demokratik biçimde bir icraya, toplumsal inşaya yer kalır. Avrupa merkezli sosyal bilimi son tahlilde bu gerçeği ters yüz etmenin mitolojik ifadesi olarak yargılamak gerçeğe daha çok hizmet edecektir. Toplumsal hakikatlerle daha çok tanıştıracaktır.
O halde uygarlık tarihiyle birlikte daha da derinleşen toplumsal soruna (toplumsal sorunların temelinde baskı ve sömürü dünyası vardır) en temel çözüm araçları olarak dayatılan ulus-devlet ve hukuk; ahlakı, politikayı, demokratik toplumu yadsıdığı oranda sorunların sekizinci büyük yumağına dönüştükleri, inkarı güç bir hakikattir.
Ulus-devlet, sivil toplum ve çevre
Kapitalizmin 1970’lerden itibaren derinleşen bunalımının bir parçası olarak ulus-devletin de yapısal olarak krizinin derinleştiği bir süreçtir. Ulus-devlet tanrısının çıplak halinin görüldüğü, ideolojik örtüsünün tel tel döküldüğü bir dönemdir. Devrimci çöküşlerin önüne geçmek için sivil toplumların kendini göstermesi kaçınılmaz oldu. Sivil toplum, devlet ve aile toplumunun dışında kalan toplum olarak ifade edilebilir. Ulus-devletin kuşatıcı özelliğini yitirdiği, toplumun tam özgür ve demokratikleşmesini sağlamadığı dönemin geçiş örgütlenmeleri olarak anlam bulurlar. Her iki yandan sıkıştırılırlar. Ya ulus-devletin ya da demokratik özgür toplumun saflarında yer almak durumuyla yüz yüze kalırlar. Aksi halde işlevsizleşmekten kurtulamazlar. Çok sınırlı bir çözüm kapasiteleri vardır. En ideal olanları feminist ve ekolojik çerçevede hareket ederler. Eski sol, anarşist gruplarla; ulus-devletin uzantısı olmayan sendika ve siyasal oluşumlar da bu kategoriye girerler.
Ulus-devlet aşınmasından ötürü zorunlu olarak yer verdiği sivili sürekli baskılayarak çözüm güçlerini asgariye indirir. Toplum içinde olduğu kadar, ekolojisi üzerinde de iktidarın en gelişmiş tahakküm biçimi olarak ulus-devletin sivil ve demokratik toplumu engellediği oranda dokuzuncu büyük sorun kaynağı olduğu açıktır.
Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü kitabından alınmıştır