HABER MERKEZİ
Pozitivizm, ulus-devleti bilim ve sanatın somutlaşmış hali olarak yansıtmaya büyük özen gösterir. Kapitalist modernite bu yüzüyle en büyük yalanı dolaşıma sokmuş olur. Ne kadar olgusal, nesnel, bilimsel olduğunu ısrarla iddia eder. Ulus-devlet tüm gücünü bu propagandaya adar. Muazzam büyüklükte bir akademik dünya inşa eder. Tarihte hiçbir tanrı ve dinin (kral ve meşruiyeti) gerçekleştiremediği mitoloji ve propagandası bu modernite döneminde oluşturulup pazara sunulur. Tıpkı tüm ahlaki ve politik gözenekleri tahrip edildiği gibi anlam odakları da tahrip edildiği için bu çağdaş mitleri ve propagandaları yemeyecek bir beyin ve yürek kalmamış gibidir.
Pozitivizmin çerçevesini oluşturduğu bilim ve sanatlar; 1970’ler sonrası krizden nasibini alarak, hakikati ifade etme maskelerini düşürmeyle yüz yüze kaldılar. Ulus-devlet dogmatizminin parçalanmasıyla yakından bağlantılı bir gelişmedir. Yaşanan birinci aydınlanmanın karanlık noktalarında yaşanan ikinci bir aydınlanmadır. Ulus-devlet toplumsal doğayı mühendislik projeleriyle doğramakla sadece olgusal gerçekliği değil, algısallığını da tahrip eder. Olgu yok edildiğinde algısının da darbe yemesi kaçınılmazdır. Toplumsal bilimin açığa çıkmış hakikatlerden birisi toplumun tarihselliğidir. Ulus-devlet toplumsal tarih yerine bir burjuva iktidar elitinin mitik inşasını tarih olarak sunar. Çok eleştirdiği mitolojik ve dinsel tarihten daha çok hakikatin dışına çıktığının farkında bile değildir. Avrupa sosyal bilimi resmi ideoloji haline geldikçe en gerici mitolojik ifade haline gelir. Tüm bilimsel ideasına rağmen metafiziktir. İyi bir metafizik de değildir. Sanatın yaşadığı bilimden farklı değildir. Kapitalizme ilave birer sermaye alanları haline gelmişlerdir. Bilim ve sanat metalaştıkça hakikat değerini yitirirler.
Hakikat bilimi olarak felsefenin tasfiyesi, önemini yitirişi toplumun yaşadığı maddi, fiziki soykırımlar kadar felakete yol açar. Felsefesiz toplum hakikatle bağını yitiren toplumdur. Bu ise toplumun sadece bir nesneler yığını haline gelmesi demektir. Nesne toplum ise, tüm savunma yeteneklerini yitirmiş, her tür sömürüye açılmış yığın, malzeme demektir. Toplumun öz savunmasını yitirmesi kadar daha büyük bir felaket düşünülemez. Ulus-devlet toplumu öz savunmasız bırakmakla toplumsal sorunun onuncu büyük etkenini oluşturur.
Amsterdam-Hollanda, Londra-Britanya ulus-devleti stratejik bir araç olarak geliştirirken, yaptıkları işin farkındaydılar. Ne denli tehlikeli bir canavarı ürettiklerini bilenler vardı. Tahribatını sınırlamak için sınırlı da olsa birey ve toplumun korunmasına yönelik gerek hukuki gerek demokratik tedbirleri eksik etmediler. Ahmak Alman ideologlarıyla, çok akıllı geçinen Fransız pozitivist bilimcileri bu erkek Pandorasını kutsallaştırıp sanki gerçek bir tanrı ve dinmiş gibi modern Pantheon’a çektiler. Kapitalist modernitenin etkisine kapılan her iktidar eliti kendi yeni tanrı putlarını bu yeni modellere göre inşa edip eskilerinin yerine koydular. Tanrı ve din kavramının en eski sahipleri olan Ortadoğu elitleri bu yeni hegomen tanrı ve dine sığınmadan yaşayamayacaklarını herkesten daha iyi biliyorlardı.
Sanayi Devrimi:
Avrupa modernitesinin üçüncü sacayağı sanayi devrimidir. Uygarlık tarihinde özgün bir konumu vardır. Tarım ve şehir devrimleri kadar etkiye yol açtığı kesindir. Şüphesiz sanayinin insanlık tarihi kadar eski bir tarihi vardır. Birçok devrimsel dönüşüm geçirmiştir. Fakat Avrupa’da özellikle İngiltere’de 18. yüzyılın sonlarından itibaren yaşanan dönüşümler büyük devrimler karakterindedir. Daha önce değindiğimiz gibi sanayi devriminin kapitalizmle ve ekonomiyle özdeşleştirilmemesinin çok önemli olduğunu vurgulamıştık. Sanayi halen eleştirisi doğru dürüst yapılmamış bir toplumsal olgudur. Sanayi devriminden önce tarım-köy-şehir kendi başına toplumu tehdit edecek boyutlara hiçbir zaman varmadılar. Tersine toplumsal gelişmeye maddi ve manevi kültür alanında büyük değer kattılar. Toplumsal yaşamın başat inşa gücünü teşkil ettiler.
Avrupa’da sanayi devrimiyle yaşanan olgular çok farklı olup halen toplamsal yaşam üzerindeki etkilerinin bilimsel analizi gerçekleştirilmiş olmaktan uzaktır. Belki de sosyal bilimin temel görevlerinden biri sanayinin toplumsal yaşamdaki etkisinin yetkince değerlendirilmesi olacaktır. Sanayi sadece bilimin değil, en az onun kadar felsefenin konusu olmak zorundadır. Felsefenin mutlaka sanayi gündemine alması gerekir. İktisat bilimlerinin sanayinin sadece ekonomik bir alanmış gibi konu edinmeleri çok daha büyük bir yetersizliktir. Sanayinin bir kalkınma, daha verimli bir üretim unsuru olarak değerlendirilmesinin sonuçları, soykırım ve çevrenin sürdürülemezliği olarak açığa çıkmış bulunmaktadır.
Faşizmi sanayisiz değerlendirmek mümkün değildir. Atom silahı ve genetiği değiştirilmiş canlılar üretme gibi toplumu tahrip olasılıkları güçlü olan sanayilerin durumu daha şimdiden en büyük tehlike kaynağı haline gelmiş bulunmaktadır. Şüphesiz kapitalizmin ve ekonomizmin kontrolüne girmiş sanayileşmeden bahsediyoruz. İki eğilimin sanayi üzerindeki kontrolünün hem gerçek anlamda hem metafor olarak insansal ve toplumsal kansere yol açtığı da yeterince açığa çıkmıştır. Kar amaçlı sanayileşmenin her alanda sürdürülemezlik sınırına dayandığının diğer önemli kanıtı işsizlik, tarım ve köy toplumunun çözülüşü, çevrenin ekolojik olmaktan çıkışıdır. Şüphesiz kapitalist dünya-sistemin egemenlik tahtına oturuşunun sanayiyle sıkı bir ilişkisi vardır. İngiltere’nin hegemonik yükselişini sanayi kapitalizmi sayesinde gerçekleştirdiği bilinmektedir.
İnsanlık tarihi açısından üçüncü büyük dönüşüm momenti olarak sanayi devrimi gündeme girdiğinde temel ihtiyaçlar dışında kullanılmasının önüne mutlaka geçilmek gerekirdi. Ahlak, hukuk, din, felsefe, bilim ve politikanın temel görevi bu olmalıydı. İnsanlık bu yaklaşıma yabancı değildir. Tarım devrimi olduğunda yüceltilen kavramlar dünyası, ahlaki yargılar, gelişen bilim, göksel dinlerin temelinin atılışı bu hakikati ifade eder. Şehir devriminde Sümer ve Mısır mitolojisi bilimi, bilgeliği, sanatı ve büyük dinlerin temellerinin atılışı bu hakikatin diğer güçlü bir kanıtıdır. Sanayi devrimi yoğunlaştığında bir Fransız devrimi ve ardı sıra benzer gelişmeler tarihsel örnekleri karşılamaktan uzaktır.
Sanayi devrimine dar ekonomist yaklaşım sadece yetersiz değil, çok saptırıcı gelişmelere yol açar. Ekonomi-politik denilen disiplin toplumsal hakikatin ekonomizmle saptırılması ve örtbas edilmesinin tipik örneğidir. İngiliz ekonomi-politiğinin ekonomik alan üzerinde yaptığını Fransız pozitivist ekolü sosyal alanın bütünlüğü üzerinde gerçekleştirmiştir. Pozitivist ekolün ahlakı, dini ve felsefeyi çağını doldurmuş metafizik olarak ilan etmesi kendini ise yeniçağın (modernitenin) seküler dini ilan etmesi bu gerçekliği gayet iyi açıklamaktadır. Pozitivist çıkışın da sanayi devrimine denk gelmesi tesadüfî olmayıp konuyu daha da aydınlatıcı kılmaktadır.
Sanayi devrimi hızından hiçbir şey kaybetmeden devam etmektedir. Tarihte hiçbir devrim bu denli uzun sürmemiştir. Her geçen sürede de ivme kazanmaktadır. Önünde hiçbir engel tanımamaktadır. Zaten emrine girdiği iki büyük sınırsız güç yumağının iç içe olduğu süreçte başka tür bir gelişme de beklenemez. Yani kapitalizm ve ulus-devletin kanservari büyüdükleri bir dönemde varlıklarını borçlu oldukları endüstriyalizmi durdurmaları beklenemez. Endüstriyalizm varlık nedenleridir. Endüstriyi, endüstriyalizmden kurtarmadıkça toplumu, kapitalizm ve ulus-devlet tekelciliğinden kurtarmak mümkün değildir. Tersine endüstriyalizm; kapitalizm ve ulus-devletin varlık nedeni olmaya devam ettikçe kazanmış olduğu ivmeyi daha da hızlandırması ve üçlü sacayağının ölümlü çöküşüne kadar devam ettirmesi kaçınılmazdır. Endüstriyalizmin toplumsal sorun, soykırım ve çevre yıkımındaki rolünü daha yakından irdelemek büyük önem taşır.
Kaynak: Yeni Özgür Politika/Abdullah Öcalan