Göç ve göçertme politikaları her daim Kürdistan’da Kürt halkının ve bu coğrafya üzerinde yaşayan halklara dayatılan bir ‘kader’ halini almıştır. Peki göç nedir, nedenleri ve çeşitleri? Sorularına Kürdistanî temelli aranan yanıtlar ve gerçekleştirilen bilimsel nitelikle araştırma dosyasının ilkini yayınlamaya başlıyoruz.
HABER MERKEZİ
Coğrafya’nın İnsan Hayatındaki Yeri
Coğrafya Kimliktir:Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
İnsanlığın ya da her toplumsal gerçekliğin bir oluş süresi ve buna bağlı olarak varlık gösterdiği bir mekânı vardır. Mekân oluşum için gerekli şartları, zaman ise varlığın değişimine yani hızına-oluşum süresi- işaret eder. O zaman mekân ile zaman birbirlerini koşullar. Varlığın bilgisine ulaşmak içinde oluşumun hangi zaman diliminde ve mekânda gerçekleştiğini bilmek gerekir. Bu bilgi varlığın gerçek bilgisidir. Onun için denilir ki; bir olay ve olguyu ele alırken zaman ve mekânından soyutlayarak ele alamazsınız. Bu yapılırsa o zaman varlığın gerçek bilgisine ulaşmak mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla bilinçlenme faaliyeti çarpıtılmış olur ki buda insanın hem kendine hem de içinde yaşamış olduğu toplumsal gerçekliğe yabancılaşmasıdır. Burada mekânın yani coğrafyanın insan oluşumu üzerindeki etkisine vurguda bulunmak önemli olmaktadır. İnsanın toplumsal bir varlık olduğu gerçeğini göz önüne getirdiğimizde, coğrafyanın toplumsal oluşum üzerinde ve aynı zamanda insan olgusu üzerindeki etkileri daha iyi anlaşılmış olmaktadır. Mekân oluşum için gerekli şartları hazırlıyorsa o zaman oluşumun niteliklerini yani özeliklerini önemli derecede etkileyen de mekândır. Mekânın farklı özelikleri varlığın-oluşumun- farklılığına tekabül edecektir. Tıpkı bir çocuğun anne ve babasının genlerini-özeliklerini- taşıması gibi insanda ait olduğu coğrafyanın özeliklerini diğer yönüyle genlerini taşır. Bu tespitten yola çıkarak her insan doğup büyüdüğü coğrafyanın çocuğudur ve onun genetik kodlarını taşır. Bu durumun bilincinde olup olmaması onun doğup büyüdüğü coğrafyanın etkilerini taşımasına engel değildir. Tüm bunlardan bağımsız olarak kişi yaşamış olduğu coğrafyanın etkilerini taşır. Coğrafyanın yer kürede bulunduğu yere göre iklimi- sıcaklık-soğukluk, ne kadar yağış aldığı, yaşam koşulları bakımında elverişlik düzeyi vs.- bitki örtüsü ve dolayısıyla orada yaşayan insanların fizyolojilerinin yanı sıra yaşam şekli, kültürleri ve ahlak yapıları yani genel anlamda toplumsallıkları üzerinde de direk etkileri söz konusudur. Onun için Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan “coğrafya kimliktir” demektedir. Kimlik; insanın edinmiş olduğu kültür ve ruhsal bütünlüktür. Zaten insanlık denilen olgunun kendisi fizyolojiden bağımsız kültürel ve metafizik bir olgudur. Platon’un “insan politik bir hayvandır” deyimi bu gerçeklikten gelmektedir. Bu noktada coğrafya ile kültürün ciddi bir etkileşimi söz konusu olmaktadır. “İnsan türü fizyolojik olarak kendini hiçbir özel çevreye uydurmuş değildir. İnsanın çevreye uyması, bedeninin bir parçası olmayan aletler, giysiler, evler ve benzeri donatımlarla sağlanır. Bulunduğu çevreye elverişli donatımlar yaparak bir insan toplumu, kendini hemen her türlü koşula uydurabilir. Ateş, giyim-kuşam, barınaklar, uygun yiyecekler insanlara kuzey kutbunun soğuğu kadar, tropik bölgelerin sıcağına da dayanabilme yeteneği verir.”(1) insanın çevreye uyum sağlayabilmesi için yapmış olduğu tüm yaratımlar kültür oluşumunu ifade eder. Kültürün ilk oluşumu ise tamamıyla coğrafi koşulların özgünlüklerine göre olmuştur. Daha sonra başka halklarla etkileşim içinde bulunmaları sonucu gelişen karşılıklı kültürel etkilenmeleri de göz ardı etmemek gerekir. Yaşanılan coğrafyanın ikliminin soğuk, ılıman ya da sıcak olması arazisinin dağlık, çöl veya ova olması, sahip olduğu bitki örtüsü ve tarıma elverişlilik düzeyi vb. farklılıklar aynı zamanda toplumlar arası farklı kültürlerin oluşmasına da zemin teşkil etmiştir. “Maddi kültür, geniş ölçüde bir çevreye karşı gösterilen bir tepkidir. Bu tepki belli bir bölgede yerel yiyecek kaynaklarından yararlanmak ve vahşi hayvanlardan, sellerden ya da diğer tehlikelerden korunmak yolunda o bölgenin özel iklim koşullarının yol açtığı ihtiyaçları karşılamak için geliştirilen düzenleri içerir. Farklı topluluklar farklı icatlar geliştirmeye, yiyecek, yakacak, barınak ve alet sağlama yolunda, farklı doğal kaynakları nasıl kullanmaları gerektiğini keşfetmeye zorlanmışlardır.”(1) Bu durum mekânın insanların düşünme, hareket, davranış, giyim, yemek ve bir bütün olarak yaşam tarzları üzerindeki etkisinin hangi düzeyde olduğunu ortaya koymaktadır. Mekânın insanların zihinsel ve ruhsal yapıları üzerindeki etkileri onların müzik, şiir, resim, edebiyata ilgileri yanında kent ve köy mimarisi vb. şeylere olan ilgisini de gösterir. Yani insanın yaşam tarzındaki pek çok kültürel öğe coğrafi mekândan etkilenmektedir. Coğrafi mekânın farklılığı kültüre yansımakta ve farklı toplumsal kültürlerin oluşmasında önemli bir etken olmaktadır. Dolayısıyla, hem insanın yetenekleri ve sınırlılıkları hem de mekânın insanın özelliklerine cevap verebilme düzeyi, kültürel coğrafi görünümü oluşturmaktadır.
Kimlik oluşumu, salt toplumsal yapıya bağlı birtakım verilerden hareketle inşa edilemez, mekânsal oluşumların da bunda en az toplumsal süreçler kadar etkili olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Coğrafik şartların etkisiyle genetik kodlamalar oluşur birey ve toplum üzerinde. İnsanın ruhu, mekân ve coğrafyanın özellikleri ile şekillenir. Toplumsal pratikler mekânı şekillendirip yaşamın belirlenmiş birtakım kodları uyarınca varlığını sürdüren alanların oluşumunu hazırlarken; mekânsal örüntüler de bir yandan sosyal yapının muhafaza edilmesini diğer yandan bireylere yeni bir kimlik ve ilişkiler sistemi sunulmasının zemini olmuştur. İşte en belirgin özellik olarak dil’de böyle oluşur. Her dil yapılanması o toplumun kimliğini belirleyen en önemli özelliktir.
“İlk büyük devrime ‘DİL DEVRİMİ’ demek uygun olabilir. Çünkü hiçbir devrim bu coğrafyada bu devrim kadar toplumsallaşmaya hizmet etmemiştir. Her gün keşfedilen yeni bitkiler ve av hayvanları üzerinden kutsal bir kavram oluşturulmakta, tüm bunlar kavramlaştıkça geniş toplulukların ortak dili, dolayısıyla ilk defa ayırt edilen ‘KİMLİĞİ’ oluşmaktadır.”(2) Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan. Buradan da anlıyoruz ki bu gelişen dil doğa-çevre ilişkisinden kaynaklı bir dil olmaktadır. Kürt dilinin içerisinde kelimelerin ve oluşturulan kavramların daha çok dişil(anacıl) olması aynı zamanda kadının güçlü bir toplumsal statüye sahip olduğunun ispatıdır da. Coğrafyanın tarımsal üretime ve toplayıcılığa uygun koşullarda olması, kadın emeğinin daha fazla ön planda ve yaratıcı rolü oynamasına yol açmıştır. Buna kadındaki doğurganlık özelliği de eklenince kadın bu coğrafya’da kutsallaşmıştır. Bundan dolayı tarihte bu dönem ana tanrıça dönemi olarak adlandırılır. Aryen dil-kültür grubu dediğimiz kültür, kadının başat rol oynadığı siyasal yaşama damgasını vurduğu kültürdür. Bugün Kürdistan olarak tanımladığımız coğrafyada, bu kültür geliştirildi. Aryen dil-kültür grubunun hem simgesel dilin oluşumundaki rolünün hem de köklü bir kültürel altyapıya temel teşkil etmesinin tarihsel ve coğrafi koşullara bağlı olduğu, bilimsel olarak da ispatlanmıştır.
Oysa hemen yanı başında Aşağı Mezopotamya’da, uçsuz bucaksız kurak çöllerin zorlu koşullarında çobanlık yaparak yaşamlarını idame eden semitik kökenli kabilelerde gelişen yaşam tarzı, inanç, ahlak, kültür zihinsel dünyalarının erkenden ataerkil ve hiyerarşik düzenin boy verdiği bir coğrafya olmasına yol açmıştır. Bu zihniyet yapısı ve kültürün gelişmesinde uçsuz bucaksız çöllerle kaplı coğrafyanın etkisi küçümsenmeyecek derecededir. “Daha başlangıçta ‘El’in tek tanrı olarak düşünülmesi, çölün yeknesaklığıyla yakından bağlantılıdır. Semitik Allah, kabile ve şeyh ilişkisinin yer ve gök ilişkisindeki yansımasıdır. Böylesi bir paralellik kavramı açıklayıcı niteliktedir. Aralarında sıkı bağ olduğu kesindir… El’in doğa düzeninin genel sahibi olarak düşünülmesi, kabilelerdeki evrimleşmeye denk düşmektedir. Kabilenin sahibi nasıl şeyh ise, tüm doğanın sahibi de El, Allah’tır. Şeyh kabile için hem manevi, hem politik lider konumundadır. Kabilenin artan gücü şeyhte, onun yetki ve gücünde yansımasını bulmaktadır. O bir nevi ilkel kraldır… Çölün ataerkil kabile geleneği politik güç haline geldiğinde despotizme, monarklığa yönelecektir.”(3)
Coğrafyanın kültür, ahlak, zihinsel dünya ve bir bütün olarak toplumsallık üzerindeki etkisinin hiçte küçümsenecek düzeyde olmadığı elbette bilinen bir durumdur. Her halk için ruhsal, kültürel ve toplumsallıklarının kesintiye uğramayıp sürecin ruhuna göre kendine yenileyip devamlılığını sürdürebilmesi için coğrafyanın varlığı önemli bir etkendir. Coğrafya anavatandır. Anavatanı ellerinden alınıp başka yabancı topraklarda yaşamaya mecbur edilen kültürler ya da halklar bazı istisnalar -Yahudiler- hariç uzun sürede kendilerini koruyup yaşayamamışlardır. O zaman coğrafya halkların ruhsal, kültürel ve toplumsal birlikteliğini sağlayan önemli bir etkendir. Coğrafya, birey ve toplumun ruhuna, hatta genlerine etki etmektedir. Şöylede diyebiliriz, nasıl ki bir ağaç bulunduğu toprağın içine kökünü salıyorsa ve ondan beslenip tekrar o toprağa yaşamsal değerde katkıda bulunuyorsa, toplumların coğrafya ile bağları da böyle güçlü olmaktadır. Onun için mekân tarihtir, toplumsal bilinçtir, kimliktir, toplumlar varlık ve oluş köklerini bulunduğu mekâna salarlar. Bir toplumu mekânından koparmak onu tarihsiz, kimliksiz, bilinçsiz ve köksüz bırakmak demektir. Toplumun hayat damarları bulunduğu mekânda kökleşmiştir. Onun için coğrafyalarından zorla koparılan insanlar gittikleri yerlerde ruhsal ve psikolojik düzeyde sorunlarla yüz yüze kalmışlardır. Asimilasyon, iskân ve göçertme politikalarında sonuç alınabilmesi için egemenler her zaman halkları yaşadıkları coğrafyadan koparmaya çalışmışlardır. Coğrafyadan koparılmak kültürel, ahlaki ve toplumsal olarak savunmasız bırakılmaktır. Bundan sonra gelişen savunma da ancak bireysel tarzda ve tepkisel şekilde gelişir ki, oda çok uzun soluklu olmayacaktır.
Konumuz gereği göç ve göçün nedenlerini, yaratmış olduğu toplumsal etkileri ve özelde ise Kürdistan’daki göçertme politikalarının amaçlarını ortaya koyabilmektir. Bunu yaparken Kürdistan’da ki sömürgeci güçlerin ısrarla Kürtleri coğrafyalarından koparmaya ve burada ki demografik yapıyı tümden değiştirmeye çalışmasının altında yatan asıl nedenlerin yukarıda dile getirmeye çalışmış olduğumuz coğrafyanın insanın ruhsal, kültürel, zihinsel ve toplumsal yapısı üzerinde ki derin etkisi olduğunu rahatlıkla anlayacağız.
2. Göç
a) Göç Çeşitleri Ve Nedenleri
• Doğa, Bilinçsizlik Ve Tecrübesizliğin Yol Açtığı Göç
İnsanlık tarihi boyunca göç; doğal afetler, siyasi, ekonomik, sosyal vb. sebeplerden dolayı coğrafik olarak nüfusun yer değiştirme faaliyetidir. İnsanlık yerleşik yaşama geçmeden önceki yaşam tarzı göçebelikti. Tıpkı bazı canlılar gibi daha iyi koşullarda beslenmek ve yaşam koşullarını bulmak için, sürekli bir biçimde sürü şeklinde bir yerden bir yere göç etmişlerdir. İnsanlık çok uzun yıllar böyle yaşamıştır. İnsanlık tarihinde ilk bilinen göç, yaklaşık 3 milyon yıl önce Doğu Afrika’da ki Rif vadisinden başlayarak Süveyş ve Doğu Akdeniz üzerinden Toros-Zağros kavisine doğru Mezopotamya’ya, diğeri ise Güney Akdeniz ve Cebelitarık boğazı üzerinden Avrupa kıtasına yapılan göçtür. Bu günkü insanın ataları olan Homo Erectus’un Doğu Afrika’dan yola çıkarak tüm dünyaya yayılma serüvenin temelinde iklimi, bitki çeşitliliği ve coğrafyası yaşam için daha elverişli olan bir yer bulmaktı. Aslında insanlığın bu dönemdeki yaşam biçimi zorunlu olarak göçebelikti. Bu yaşam tarzı daha uzun yıllar devam edecektir. İnsanlığın ömrünün %98’lik bir bölümünü klan yaşamı olarak geçirdiğini düşündüğümüzde ancak ömrünün %2’lik bir bölümünü yerleşik yaşama geçerek yaşayabildiği anlaşılmaktadır. İnsanlığın tarihinin 7 milyon yıl önceden başladığını düşünecek olursak göçebeliğin insan-toplum hayatındaki yeri daha iyi anlaşılmış olacaktır. Bu yaşam tarzı bir tercih miydi? Elbette değildi. İnsanlık uzun süre tıpkı diğer canlılar gibi sürü şeklinde yaşamını idame etmiştir. Bu dönemde insanı göçebeliğe zorlayan onun doğa karşısındaki tecrübesizliği ve bilinçsizliğidir. Bilinç ve tecrübenin biriktirilmesi ve sonraki nesillere aktarımı ancak toplumsallıkla mümkün olmuştur. Toplumsallık gelişmeden bilincin gelişmesi ve tecrübenin birikmesi düşünülemez. Aslında insanlığın bugünkü anlamda kendini tamamlamamış olmasıdır. Çünkü beyin, dil ve kültür yeterince gelişmemiştir. Beyin, dil ve kültürün toplumsal olgular olduğu biliniyor. Aslında insanlığın kendisi toplumsal bir olgudur. Toplumsallık olmadan insanın bu kadar uzun süre hayata kalabilmesi mümkün değildir. Yani bu dönemdeki göçebe yaşamın temel nedeni her ne kadar iklim ve coğrafi şartların elverişsizliği olsa da en temel etken olarak yeterli düzeyde toplumsallığın gelişmemiş olması olarak görmek yanlış olmayacaktır. Yoksa doğa insanlığın göç etmeden yerleşik yaşama geçerek yaşamını devam etmesi için her şeyi fazlasıyla vermiştir. Biliniyor insanlığın ilk toplumsal formu en uzun süre yaşamış olduğu klan örgütlülüğüdür. 25-50 kişilik gruplar şeklinde hareket eden klanlar avcılık ve toplayıcılıkla yaşamlarını idame ettikleri için mecburen av hayvanları ve toplayabilecekleri otlar ve meyve ağaçları peşinde göçebe şeklinde yaşamak zorunda kalmışlardır. Ağaç kovukları ve doğal mağaralar onların sığınakları haline gelmişlerdir. Kendi aralarında ancak işaretlerle anlaşabilmektedirler. İnsanlık bu dönemde hala kendi yaratımlarını devreye koyarak üretim yapamadığı için mecburen doğada hazır bulduğu şeylerle yaşamanı idame etmektedir. Doğa; klan insanı için kendisini besleyen, afetler ve soğuklar karşısında korunmak için imkân sunan ve koşullar elverdikçe üreyen doğal annelik görevini yapmaktadır. Klan örgütlülüğü onun her şeyidir. Doğa zorlukları karşısında canlı varlıklar içerisinde en güçsüzü olan insan bu hayati eksikliğini klan örgütlülüğüyle aşmaya çalışmıştır. Bundan kaynaklı klandan kopmak ya da ayrı düşmek onun için ölümle eş değer olmuştur. İnsanın klan örgütlülüğüyle edindiği bilinç, tecrübe ve zekâ düzeyinin gelişkinliği göçebe yaşam tarzını aşacak düzeyde değildir. Toplumsallık ilerledikçe insanın duygusal zekâsı yanında analitik zekâsının ve dolayısıyla kültürel olgunun geliştiği görülmektedir. Buda klan insanının doğa ananın kendisine sunduğu imkânlardan daha fazla yararlanmasına ve giderek yaşam için daha iyi koşulların yaratılmasına imkân sunacaktır. İnsanlık edindiği analitik zekâ ile doğayı daha yakından izleyebilmekte ve bunun sonucunda doğadaki bitki ve tohumlar hakkında daha fazla bilgi sahibi olabilmektedir. Bu tecrübe bitki tohumlarının insanlar tarafından devşirilmesine yol açacaktır. Bu bilgi, o dönemde toplumsal yaşamı tümden değiştirecek göçerlikten yerleşik yaşama geçirecek devrim niteliğindeydi. İnsanlık artık kıtlık, kuraklık, sel karşısında tedbirini nasıl alacağının bilgisine ulaşmıştı. Artık yaşamını idame etmek için ot toplamak yada av peşinde koşmak zorunda değildi. Demek ki bu dönemde insanların göçebe şeklinde yaşamasının temel sebebini, her ne kadar yaşam için uygun iklim ve coğrafi koşulların keşfi olarak ileri sürsekte esas olarak sahip oldukları toplumsal örgütlülüğün doğa karşısında yeterli düzeyde bilinç ve tecrübe birikimine sahip olmamasıdır.
Toplumsallıkla gelişen analitik zeka her gün biraz daha doğa ananın sırlarına ermenin yollarını öğretmiştir. Sırlarını çözdükçe daha rahat ve güvenli bir şekilde yaşamını örgütleyebilmiştir. Göçebelikten yerleşik yaşama geçiş esas olarak toprağın işlenmesiyle mümkün olmuştur. Tarihte köy devrimi diye tanınan bu süreç insanlığın altın yılları olarak bilinir. İnsanlar tarlaları üretime açarak ihtiyaçlarından fazlasını üretebilmiş, böylelikle ürün fazlasını depolayarak açlığa ve kıtlığa karşı tedbir alabilmiştir. Bu durum insanların yaşam tarzını ve zihniyetlerini etkilediği gibi toplumsal örgütlülüklerini de etkilemiştir. Toplumsal örgütlülükleri klandan kabileye geçecektir. Her ne kadar köy yaşamı gelişmiş olsa da, birçok kabile göçerlik ve yerleşik yaşamı iç içe yaşayabilmişlerdir. Bu yaşam tarzı günümüze kadar etkisini sürdürebilmiştir. Genelde hayvancılıkla uğraşan kabileler yada aşiretler, otlaklar gezerek göçebe şeklinde yaşamak zorunda kalmışlardır. Bilindiği gibi yerleşik yaşam tarzı nüfus artışı için uygun koşullar sunacaktır. Nüfusun artışı insanların başka alanları kalıcı yerleşim birimlerine açmak için teşvik edecektir. Buda köy devriminin daha geniş topraklara yayılmasını beraberinde getirecektir. Çünkü insanlar göç ettikleri yerlere bir yaşam kültürü taşımaktadırlar. Bu durum sadece fiziki bir göç değil aynı zamanda kültürel bir göçtür. Göçlerle birlikte kültürde taşınmıştır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu durumu, nüfus göçü olmaktan ziyade kültürel bir göç olarak belirtmektedir. Kendi sınırlarını çok çok aşan bu kültürel göç olayı gittiği her yerde oranın özgünlükleriyle bütünlük sağlayarak yeni uygarlıkların doğmasına sebep teşkil etmiştir.
Bu süreçteki göç olayının ağırlıktaki nedenleri doğa, iklim, coğrafyanın yaşam için elverişsiz olması ve bunların yanı sıra insanlığın yerleşik yaşama geçmesi için yeterli bilinç ve tecrübeye sahip olmaması kaynaklık etmiştir. İnsanlığın gelişme diyalektiği açısından ele alındığında oldukça doğal ve olması kaçınılmaz göçlerdir. İnsanın insanı zorla yerinden yurdundan etmesi yani baskıdan yâda sömürüden kaynaklı bir göç söz konusu olmamıştır.
Kaynak: Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
Yarın: Hiyerarşik Sistemin Gelişmesiyle Başlayan Göç
Göç Dosyası-Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi