İşte insanın insan tarafından zorla yerinden edilmesi bu süreçle birlikte başlayacaktır. İnsanın kendi başına açmış olduğu en büyük toplumsal sorundur. Bir anlamda tüm kötülüklerin, katliamların ve sömürünün asıl nedenidir.
HABER MERKEZİ
Hiyerarşik Sistemin Gelişmesiyle Başlayan Göç
En tehlikeli ve ciddi toplumsal travmalara yol açan göç olayı aslında insanlık tarafından bilinçli bir politika olarak uygulanan göçtür. Soykırım, asimilasyon, işgal, sömürge, talan, ambargo, vb. politikaları bu uygulamalar arasında saymak mümkündür. İnsanın kendi yaratımı olan bu uygulamalar ancak hiyerarşinin gelişmesiyle birlikte baş göstermiştir. Tabiatta ki hiçbir canlı kendi soyuna karşı bu derecede zalimane davranış içinde olmamıştır. Hiyerarşi, insanlık için yeni bir aşamadır artık. İnsanlık 7 milyon yıllık yaşam mücadelesinde doğanın bilinmezliklerine karşı kendini korumaya çalışmış ama ayakta kalmak için en fazla da birbirlerine ihtiyaç duymuşlardır. Hiyerarşi ile birlikte artık “insan insanın kurdu olmuştur” kendisi için tehlike arz eden doğa ve iklim koşulları değil, insanın kendisi olmuştur. Özgür kabile ruhu bu yaşam tarzına anlam vermeyecektir. Talan, gasp, hırsızlık, zülüm, baskı ve katilliği yaşamın merkezine koyan ve temel değer olarak yüceltilen bu değerler etrafında yeni yaşamı ören hiyerarşiye karşı sonuna kadar direnecektir. İnsanlığa dayatılan bu yeni yaşam tarzıyla birlikte doğanın derinliklerinde özgür bir biçimde yaşayan hiçbir kabile, aşiret yada halk güvende olmamaktadır. Güvenlikli bir coğrafyada yurt edinmeyen her halk tehlike altındadır artık. Onun için birçok kabile ve aşiretler, gelebilecek saldırılara karşı kendilerini savunabilmek için daha güvenlikli coğrafyalara göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu insanlık için yeni bir durumdur.
Bu kısa girişte de anlaşılacağı gibi insanlık yaşamında göç, hiçbir zaman gönüllü gerçekleşmemiştir. En doğal görülen klan yaşamında bile göç, yaşam ihtiyaçlarını karşılamak için bir zorunluk olarak gelişmiştir. Kimi zaman kıtlık, kuraklık, uzun süre sert geçen iklim koşulları, av hayvanlarının göç etmesiyle doğanın dayatmış olduğu zorunlukla göç gelişirken, hiyerarşik düzenin gelişmesiyle birlikte göç boyutu farklı bir nitelik kazanacaktır. Şiddet, baskı ve savaşla daha planlı ve organizeli biçimde insanlığa göç, sürgün, talan ve katliamlar dayatılacaktır. Uygarlık geliştikçe insanlığa dayatılan göç olayı daha sistemli ve profesyonellik kazanacaktır. Bu durum sadece klasik askeri yöntemlerle değil daha ince ve kapsamlı uygulamalar devreye girecektir. Doğa ve toplumlar üzerindeki sömürü derinlik kazandıkça bu politikalarda toplumlar üzerinde genişliğine ve derinliğine yayılacaktır. Merkezi uygarlığın gelişmesiyle birlikte insanlığa dayatılan göçün derinliği o coğrafyanın yer altı ve yer üstü zenginliklerine göre değişiklik arz edecektir. Zenginlik kaynakları açısından daha fazla rezervlere sahip olan coğrafyalar sürekli işgal, istila, talan ve gasplara maruz kalacaktır. Buda daha fazla ölüm ve göç demektir. Bazı istisnai doğa afetleri dışında kalan tüm göçlerin görünürde ki nedenleri -yoksulluk, sığınmacılık, gönüllü işçilik, savaş vb.- için ne gösterirlerse göstersinler altları biraz deşildiğinde görülecektirki, devlet ve iktidardan kaynaklı uygulanan politikalar dışında başka nedenleri yoktur. Ortadoğu halklarının başına bela olan Sümer şehir devletleri ve Babil, Asur imparatorluklarını hatırlayalım. Sümer şehir-köle devletinin neolitik toplumun tüm değerlerine nasıl el koyduğunu özgür kabile üyelerini nasıl köleleştirdiğini düşünelim. Tarihe “Babil sürgünü” olarak geçen Babil kralı II. Nebukadnezar tarafından Yehuda Krallığı (Kudüs merkezli Kenan ülkesi) fethedilip yakılıp yıkıldıktan sonar, burada ki tüm Yahudiler mal varlıklarıyla birlikte M.Ö 587 yılında yerlerinden yurtlarından edilerek Babil’e taşınırlar. Ya bir ticaret imparatorluğu olan Asurluların bölge halklarının başına getirdiklerine ne demeli? Biliniyor, Asur imparatorluğu fethettiği her coğrafya da kendi ticari kolonilerini kurmaktaydı. Ticaretin daha rahat ve güvenlikli gelişmesi için devasa ordulara ihtiyaç duymuşlardır. Bu orduları ağırlıkta başka halklardan devşirilmişlerdir. Bu uygulamaların sonucu olarak birçok halk katliamdan geçirilmiş ve topraklarından sürülmüşlerdir. Tüccar ve ticaret kolonilerinin güvenliği Asurlar için her şeyden daha önemliydi. Bu yolla dünyanın her tarafında ki zenginliği kendi merkezlerine taşıyorlardı. Ticaretin yetersiz kaldığı yerde askeri zorla başka halkların zenginliklerine el koyma, talan, özgür kabile üyelerini köleleştirerek iş güçlerinden yararlanma ve başka direnen halkların gözlerini korkutmak içinde geride kalanların tümünü ya katletme yada yerinden ve yurtlarından göç ettirme temel politikalar olarak yürütülmüştür. Bu uygulamalarla Asur imparatorluğu Ortadoğu’yu kasıp kavurdu. Bu dönemde Asurluların uzanabildiği hiçbir halk yurt edindikleri topraklar üzerinde rahat yüzü görmemişlerdir. Tarihte halklar üzerinde yürütülen katliam politikaları olarak eşi benzeri az bulunan uygulamalar belki de ilk defa bu dönemde uygulandı. Çokça bilinen insan kellerinden kaleler yapmak yâda bu kelleleri kemerlerinde taşımakla övünenler Asur savaşçılarından başkaları değildi. 13. yy’a gelindiğinde Orta Asya, Doğu Avrupa, Çin, Sibirya, Hindistan, İran, Suriye, Irak ve Mezopotamya ovalarına akınlar düzenleyen Moğol kabileleri girdikleri yerlerde deyim yerindeyse taş üstüne taş bırakmamışlardır. Girdikleri birçok yerleşim birimlerini yağmalamış; kadın, erkek, çocuk ve yaşlı demeden nüfusun çoğunu katletmişlerdir. Kimi kaynaklara göre bu savaşlarda 6 milyon insan öldürülmüş birçok yerleşim birimi yıkılıp yakılmış milyonlarca insan göç etmek zorunda bırakılmıştır.
Tüm bu uygulamalar ve halklar üzerinde estirilen terörün asıl nedeni neydi? Açlık yada yoksulluk muydu? Veya yurt edinmek için uygun coğrafya mı bulunamıyordu? Bu kadar katliam, göç, sürgün ve savaşların nedeni neydi? Koca doğada paylaşılmayan şey neydi? Bu sorulara verilecek doğru cevap aynı şekilde halkların yerlerinden ve yurtlarından edinmelerinin yani göçün asıl nedenidir. Elbette ki temel sebebi insanın aç gözlülüğünün yol açmış olduğu hiyerarşi ve iktidar olgularıdır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan hiyerarşi ve iktidarın toplum içinde oynadığı esas rolü “Maddi hayatın sevk ve idaresi…” (4) olarak ifadelendiriyor. Buda toplum elinde ki tüm maddi imkânların iktidar ve hiyerarşi odaklarının elinde birikmesine sebep teşkil edecektir. Ellerinde ki bu maddi zenginlikleri daha iyi korumak ve daha da büyütmek için iktidarın daha kural kazandırılmış hali idare, askeri ve ideolojik olarak güçlendirilmiş bir sisteme yani devlet organizasyona ihtiyaç duyar. Sermaye sürekli bir biçimde büyümek ister, bu onun doğasında vardır. Bu durum daha fazla talan, ganimet, sömürü, katliam, yoksulluk ve göç demektir. Adil olmayan sürekli bir biçimde kan ve gözyaşıyla beslenen sermayenin korunması için devlet aygıtı olmazsa olmaz bir şarttır. Sermaye büyüdükçe hâkimiyet alanlarını daha fazla genişletmek ister. Sermaye devlet güvenliği ve koruması olmadan hiçbir yere ayak basmaz. Buda devlet sınırlarının ve hâkimiyetinin giderek genişlemesi ve yayılması anlamına gelir. Devlet, sermaye ve iktidar sürekli bir biçimde tıpkı kartopu misali geçtiği her yerde kendini katlayarak biriktirir. Devlet, sermaye ve iktidar biriktirdikçe halk üzerinde yürüteceği sömürü, katliam ve yurtsuzlaştırma politikaları derinlik ve çeşitlilik kazanacaktır. Günümüze doğru gelindiğinde iktidar ve devletin denetim altına almadığı tek bir insan kalmayacağı gibi, insanla birlikte dünyanın tek bir karış toprağı fethedilmemiş olarak kalmayacaktır. Her insan ve her karış toprak sermaye için bir kazanç kapısı olarak görülecektir.
• Köye- Karşı Şehrin Konumlanmasıyla Başlayan Göç
Toplumsallığın ve yerleşik yaşamın kök hali olan köylülük insanlık hayatında önemli bir yere sahiptir. İlk tohumun ekildiği, hayvancılığın geliştiği bunlara bağlı olarak göçebelikten yerleşik yaşama geçildiği alanlardır. İnsanlık emeğinin yoğunluk kazandığı ve insanın emeğiyle birlikte adım adım insanlaşmaya doğru evirildiği kök toplumdur. Köy toplumu insanlığın çocukluk ve erginlik evresidir. Doğanın bilinmez, karşı konulması güç ehlîleşmemiş hali karşısında bir anne şefkatiyle insanlığa gerekli bilinç ve tecrübeyi veren toplumsallığın ana rahmidir. Bu yaşam tarzı doğayı, bitkileri, hayvanları hissederek, bir bütün olarak içinde büyümüş olduğu eko-sistemin anlam dünyasıyla bütünlük kazanarak yaşar. Köy yaşamı, bu ilişki tarzının kendisi için vazgeçilmez yaşamsallığını ve onun derin bilincini toplumsallığın genetik kodlarından almıştır. Bu nedenle köyün inkarı insanın kendisini inkarı anlamına gelecektir. Köyden kopmak yada köye yabancılaşmak doğaya ve kendisine yabancılaşmak demektir. Çünkü bu yaşam tarzı insanlığa sürekli bir biçimde yaşam için ihtiyaç duymuş olduğu her şeyi fazlasıyla vermiştir. Onun için insanlık hiçbir dönem -çok istisnai durumlar hariç- gönüllü bir şekilde köylerini yada tarım alanlarını bırakıp şehirlere göç etmemiştir. Henri Lefebvre “her toplum, her üretim tarzı kendi mekanını üretir” der. Yani diğer bir anlamda her toplum yada üretim tarzı kendi mekanını örgütler. Kendi toplumsal ve üretim mantığı çerçevesinde en verimli ve sonuç alıcı olma şartıyla üretim tarzını ve ilişkilerini yeniden düzenler. Buna göre uygarlığın kapitalist evresine kadar ki üretim tarzı ve ilişkilerinde başat rolde olan mekan köylülük ve kırsal alan olmuştur. Nüfus ve iş gücünün yoğunluk kazandığı dolayısıyla üretimin ve artan ürünün mekanı olması itibariyle kırsal kesimi kent yerleşkelerine karşı üstün kılıyordu. Bu üstünlük durumu kentleri kıra karşı bağımlı hale getirmişti. Kentlerde bir iş kolu olarak gelişim gösteren zanaatkârlık mesleği çok yaygın değildi. Gelişen ticaret ise kapalı ekonomi olmasından kaynaklı ağırlıkta kırsal alanda gelen ürünlerle sürdürülüyordu. Bundan kaynaklı kentlerin iş gücü ihtiyacı söz konusu olmadığı gibi var olan iş gücünü karşılama gibi sorunları vardı. Bu dönemlerde köyler her yönüyle kentlerden üstün konumda olduklarından kaynaklı kentlere göre daha fazla çekim merkeziydiler. Dolaysıyla kırsaldan kente doğru –zorla olmadığı müddetçe- bir göç dalgası beklemek için her hangi bir sebep söz konusu değildir. Bu dengenin giderek kent lehine bozulması ve kentin başat konuma geçmesi kapitalist sistemin gelişmesiyle mümkün olacaktır. Kapitalist modernite, tek ve vazgeçilmez yasası olan azami kar mantığı üzerine kurulduğu için mekanını da bu yasaya göre düzenlemek isteyecektir. Temel bir politika olarak işsizliği insanlığın başına bela edecek olan bu sistem aynı zamanda kırsal alanın tümden boşaltılmasından da sorumludur.
Köy yaşamında işsizlik diye bir kavram var mıdır? İnsanlık tarihi boyunca işsizlik kavramı, ilk defa hiyerarşik sistemle birlikte insanlığın yaşamına girmiştir. İşsizliği çok bilinçli ve temel bir politika olarak geliştiren ve suistimal eden kapitalist sistem olmuştur. Göç olgusunun temelinde yatan en önemli nedenlerden birinin işsizlik olduğunu biliyoruz. Neden? Çünkü işsizlik; yoksulluk ve açlık demektir. Açlık ve yoksulluk ise tüm kötülüklerin kaynağı durumundadır. Kapitalist uygarlık ucuz emek için oluşturmuş olduğu köleler ordusunu açlık ve yoksulluk ekseninde devşirmiyor mu? Peki, bu köleler ordusunu devşirme durumu kendiliğinden mi gelişiyor yoksa bilinçli bir şekilde uygulanan politikalar sonucu mu gelişiyor? Her şey o kadar apaçık ortadaki kapitalist modernite daha fazla kar sızdırmak için, ucuz emek gücüne ve bunun içinde işsizler ordusuna ihtiyacı vardır. Demekki köyden şehre göç, büyük oranda bilinçli politikalar sonucu gelişmiştir. İnsanlık tarihinde 18. ve 19. yy. sanayi devrimine kadar da nüfusun %95’inden daha fazlası kırsal kesimde yaşamlarını idame ediyorlardı. Kentler, sadece köylerin bir eki durumundaydılar. Çünkü tüm ihtiyaçlarını köyden karşılıyorlardı. Kentler üretim merkezi olmaktan ziyade çevre köylerin pazar kurduğu, ticaretin yapıldığı ve basit el zanaatkârlığının geliştiği mekânlardı. Bu dönemde köy ile kentler arasındaki ilişki karşıtlık temelinde olmadığı gibi aksine birbirini besleyen simbiyotik bir ilişki biçimindeydi.
Yapılan bir araştırmaya göre; “1800 yılında dünya nüfusunun sadece %1.70’i nüfusu yüz bini aşan kentlerde yaşarken bu oranın 1900’de % 5.50’ye, 1970’te %22.00’ye yükseldiğini günümüzde ise % 30.00’ların üzerine çıktığı” belirtilmiştir. (5)
Kapitalizmin mekânsal olarak Avrupa’da gelişmesinden kaynaklı burada ki örnekler çok daha çarpıcı bir biçimde her şeyi gözler önüne sermektedir. 11. ve 12. yüz yıllara doğru gelindiğinde, Doğu’ya Haçlı seferlerinin başlamasıyla Avrupalı tüccarlara yeni bir kapı aralanmıştır. Buradan çeşitlilik bakımından zenginlik arz eden malları kendi pazarlarına taşıyarak büyük vurgunlar yaptılar. Ucuza alınan ve pahallıya satılan bu mallar herkesin dikkatini çekiyordu. Yine kentlerde el zanaatkarlığın yerini alan manifaktürel üretim biçimi kentleri kıra karşı üstün konuma getiriyordu. Bu gelişmeler adım adım tüccarları yeni dönemin ayrıcalıklı sınıfı konumuna getirecektir. Güçlendikçe üstlendiği mekanı kendi çıkarları doğrultusunda örgütlemeye başlayan tüccar, yeni yasalarla tarımsal ve çeşitli zanaat ürünlerinin satıldığı pazar üzerinde tekel kurarak ve ticareti yalnızca kentin ticari topluluğuna üye olanlarla sınırlı tutma kurnazlığını göstererek kentlerdeki yerini daha da sağlama almayı bilmiştir. Kentin kırsal karşısında ki konumu güçlendikçe onu sömürme durumu da bir o kadar derinlik kazanacaktır.
15. ve 16 yy’a gelindiğinde tüccarlar sınır tanımaz oldular. “Coğrafi keşifler” dedikleri yolla işgal ettikleri yerlerde orada ki zenginlik kaynaklarına el koyarak ülkelerine taşıyorlardı. Bu durum tüccar sınıfına bulunduğu ülke’de ekonomik ve siyasi olarak güç kazandırıyordu. Arkasına aldığı siyasi erkle daha katmerli bir biçimde ekonomik olarak palazlanmanın yollarını aramalarına yol açmıştır. Kapitalistler sermayeyi işte bu yöntemlerle biriktirdiler. Kapitalist sistemin gelişip palazlanabilmesi için tek başına sermaye birikimi yetmiyor. Bu sermayeyi işleyecek endüstriyalizmin geliştirilmesi gerekiyor. Buda çok fazla iş gücüne ihtiyaç duyma anlamına geliyor. İş gücünü kiralayacak işçiler olmadan endüstriyalizmin gelişmesi mümkün değildir. Şunu hiç unutmayalım çalışacak bir toprak parçası yada zanaatı olan hiçbir insan bir başkasının emrinde çalışmak istemeyecektir. Başkalarının hizmetinde çalışmak ancak çok zorunlu olduğu zaman yapılan bir şeydir. Bu konuda İngiltere’de oldukça çarpıcı örnekler yaşanmıştır. Lordlar tarafından zorla topraklarından kovulan insanlar şehir varoşlarında aç ve sefil yaşamalarına ragmen, bir işçi olarak birilerinin yanında çalışmayı onurlarına yedirmezler. Bundan dolayı İngiliz hükümeti kanun çıkarır ve bu insanları zorla işe götürürler. Demek ki tarlası başında kendi emeğiyle geçimini sağlayan köylüyü, işçileştirmenin tek bir yolu vardır oda onu üretim araçlarından yoksun bırakmaktır. Bu yapılmadan kapitalist sistem kendi çarkını döndürmek için hiçbir zaman yeterli iş gücü bulamayacaktır.
“O zaman kapitalist üretim için gerekli emeğin nasıl sağlanabilir olduğunun hikâyesi, bu durumda, üretim araçlarından nasıl yoksun bırakıldıklarının hikâyesi olacaktır. Şu halde kapitalist sistem için yolu açan süreç, emekçiden üretim araçlarının tasarrufunu alan süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yandan geçim ve üretimin toplumsal araçlarını sermayeye, öbür yandan dolaysız üreticileri ücretli işçilere dönüştürür. Dolaysız üretici, emekçi, toprağa bağlı olmaktan çıktığı ve bir başkasının kölesi, serfi yada yanaşması olmaktan kurtulduğu zaman kendi kendisini serbestçe kullanabilir. İş-gücünü serbestçe satabilmek, kendi metasını bulduğu pazara taşımak için ayrıca lonca rejiminden, loncanın çırak ve kalfa kurallarından, çalışma yönetmeliklerinin engellerinden sıyrılması gerekir. Bu yeni azatlılar ancak bütün üretim araçları ellerinden alınıp eski feodal düzenin verdiği bütün varoluş garantilerini kaybettikten sonra kendi kendilerinin satıcıları oldular. Ve bunun mülksüzleşmelerinin tarihi, insanlığın kayıtlarında kandan ve ateşten harflerle yazılıdır” (6) bu durum tek başına kapitalizmin insanlığı, kendi karı için nasılda yerinden yurdundan edip sürmek için kurgulanan bir sistem olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Görüyor ki göç, üretim araçlarından yoksun bırakılma, açlık, fuhuş, hırsızlık her türlü ahlaksızlık, vicdansızlık ve sefalet gibi toplumsal sorunların temelinde kapitalist sistemin azami kar için uygulamış olduğu politikaları vardır.
17. yüzyıla doğru gelindiğinde iyice palazlanan tüccar sınıfı ve bu sınıfın yoğunlaştığı özellikle Hollanda ve İngiltere, devasa yapılarıyla Avrupa monarşisini önlerinde engel ve tehdit olarak görüyorlardı. Yine Katolik kilise ahlakının kapitalizmin gelişmesi önünde engel olmasından dolayı siyasi otoritesinin sınırlandırılması gerekirdi. İşte özelikle din savaşları adı altında tüm Avrupa kıtasını içine alan otuz yıl savaşlarını da -1618-1648- siyasi çıkarların çakışması sonucu çıkartılan savaşlar olarak ele almak gerekiyor. Bu dönemdeki din savaşlarının bile her şeyde olduğu gibi, dininde millileştirilmesi savaşları olduğu unutulmamalıdır. Kapitalist sermaye önünde engel teşkil eden Katolik ahlakı yerine, kapitalizme geçit veren ve meşrulaştıran Protestan ahlakı getirilmiştir. Otuz yıl savaşları Vestfalya anlaşmasıyla sonuçlanır. Kutsal Roma-Cermen imparatorluğunu meydana getiren birçok prenslik küçük devletlere bölünür. Hollanda’nın bağımsızlığı resmen tanınır. Bu anlaşma ile bir nevi kapitalist hegomon sistemin devlet formu olan ulus-devletlerin temeli atılır. Bu anlaşma kapitalizim ve öncü sınıfı olan burjuvazi için bir zafer iken; Avrupa halkı için büyük bir yıkım, katliam ve göç olmuştur. Bu savaşlarda yüzbinlerce insan ölürken, bir o kadarı da savaşların yol açtığı kıtlık ve salgın hastalıklar yüzünden ölmüştür. “Almanya’daki otuz yıl savaşları (1618-1648) kadar büyük bir felaket, belki de hiçbir zaman yaşanmamıştır. Toplam nüfusunun üçte ikisini kaybetmişti ve kalanların sefaleti de içler acısıydı. Ülke’deki köylerin altıda beşi yok edilmişti. Palatinate’de bir köyün iki yıl süre içinde yirmi sekiz kere talan edildiğini okuyoruz. Saksonya’da kurt sürüleri dolaşıyor çünkü kuzeydeki toprağın üçte birinde ekim durmuştu.” (7) Bu savaşların sonuçları sadece bu bilanço ile sınırlı değildi. Birde Protestanların çoğunlukta olduğu yerlerde Katoliklerin, Katoliklerin çoğunlukta olduğu yerleşim birimlerinde Protestanların sürülmesi söz konusudur. Binlerce insan bu sebeplerden kaynaklı yerlerinden ve yurtlarından edilerek başka yerlere sürülmüşlerdir. Görüldüğü gibi Avrupa kıtasında yürütülen bu savaşlar, neredeyse kırsal kesimi büyük oranda tasfiye etmiştir. Kırsal kesimin tasfiyesini hızlandıran diğer etkenler ise tüccar sınıfın güçlenmesiyle feodal derebeylikler üzerindeki baskının artması, kırsal kesimin çekiciliğini yitirmesi, feodal bey için eski tarz üretim ilişkilerinin fazla kar bırakmamasıyla bağlantılı feodal beyi de daha karlı yollara başvurmasına yol açmış olmasıdır. Bu durum mülkiyet ilişkilerinde dönüşüme yol açmıştır. Bunun sonucu olarak birçok köylü yerlerinden edilerek şehirlere sürülmüştür. Bu durumu en çarpıcı bir biçimde ifade eden örnek İngiltere’de ki toprakların çitlenmesi hareketidir. 1800’li yılların ortalarında İngiltere’de dokuma sanayisinin büyüyerek gelişmesi, kırsal nüfus açısından ağır sonuçlar doğurmuştur. Dokuma sanayisinin daha fazla koyun yününe ihtiyaç duymasından kaynaklı toprak sahibi olan Lordlar açısından koyun yetiştiriciliği daha karlı bir iş olarak görünmüştür. Bundan kaynaklı toprak sahipleri kendi topraklarında yaşayan çoğu kiracı köylülerin elindeki toprakları alıp onları işsiz bırakarak şehre sürmüşlerdir. Lordlar bu topraklarda ancak hayvan yetiştiriciliği ve bakımını yapacak kadar köylü bıraktılar. Bu durumdan kaynaklı İngiltere’de kırsal kesimden şehre doğru yoğun bir göç hareketi başladı. Bunun yanı sıra aç ve işsiz kalan köylüler çitlenmiş arazilere saldırmaya başladılar, çete grupları hırsızlık ve talan yaptılar. Giderek büyüyen çitlenme hareketine karşı isyanlar baş gösterir. 18. yy gelindiğinde bizzat İngiliz hükümeti tarafından “çevirme yasası” çıkarılır ve bu yasayla köylülerin ellerindeki meralar, topraklar alınarak köylüler kanunla sürülürler. Bu dönemde direnen köylü, karşısında orduyu bulur. Birçok yerde sadece topraklar ellerinden alınmaz, evleri yakılıp yıkılır ve topraklarından sürülürler. Bu durum sadece İngiltere’yle sınırlı kalmamıştır, Avrupa’nın başka ülkelerinde de 19.yy’a kadar devam etmiştir. Ayrıca gelişen fabrika sanayisi karşısında köy ve kent zanaatkarlığı da büyük bir çöküşü yaşamıştır. Zanaatkarın birkaç kalfa yada çırağıyla zor bela üretmiş olduğu malı, koca fabrikanın ürettiğiyle rekabet edecek güçte değildi. Rekabet yarışını kaybeden zanaatkâr önce işini kaybeder daha sonra ise aç ve sefil olmamak için bir işçi olarak fabrika kapısında emeğini satmak için iş arar hale gelir. Şehirlerde biriken bu büyük iş gücünün istihdam edilmesi ciddi bir sorundu. Şehir varoşlarında çok ağır koşullarda yaşamlarını idame eden bu kesim yeni gelişen fabrika sanayisi için ucuz emek gücüydü. “…1801’de 72.215 olan Manchester’in nüfusu, 1851’de 303.382’yi bulmuştu. Londra’da ise 1801’de 864.845 kişi barınırken, 1840’larda bu sayı 1.873.676’ya varmıştı… 1800 ve 1900 yılları arasında bütün Avrupa’da görülmemiş oranlarda bir kentsel nüfus artışı yaşandı. Paris’in nüfusu 547.000’den 3.330.000’e, Berlin’in ki 172.000’den 2.434.000’e yükselmişti. 1900’de Londra nüfusu ise 6.480.000 idi.” (8)
Kırsal alanın nüfustan arındırılıp şehir varoşlarına doldurulması oldukça bilinçli bir şekilde geliştirilen bir politika sonucuydu. Zorla yaşam alanlarından koparılıp sürülen bu kesimlerin çoğu değil yaşayabileceği bir konut bulmak karnını doyurmak bile ciddi bir sorun olmuştu. Avrupa’nın bu mega kentlerinin varoşlarında ortalama günde onlarca insan açlıktan ölmüşlerdir. İşsiz ve aç bırakılan bu kesimin yaşadığı alanlar ise şehrin en pis ve yaşanması güç yerleriydi. Fransa’da insanlar kira parası bulamadığı için orman ve dağlık alanlara sığınarak kulübelerde yaşamak zorunda bırakılmışlardır. İş bulan kesimler ise, en ağır koşullarda ve çok ucuza (karın tokluğuna) günde ortalama 18 saat çalıştırılarak sömürülmüşlerdir. Kadın ve çocuklar en ucuz iş gücü olarak görülmüşlerdir. Burjuvazinin insan emeği üzerinde kar sızdırma politikası tutmuş ve bunun için yedekte neredeyse bir işsizler ordusu, ucuza emeğini satmak için yalvar yakar duruma getirilmiş oluyordu. Görülüyor ki burjuvazi, daha fazla kar elde etmek için göçü bilinçli bir şekilde teşvik etmiştir. Bu zorlu koşullar, her gün biraz daha fazla toplumsal olarak çöküntünün yaşanmasına yol açmıştır.
• Endüstriyalizm ve Ulus Devletin Yol Açtığı Göçler
15. yüzyıl ve 16. yüzyıllarda tüm Avrupa kıtası boyunca Uzakdoğu, Amerika, Hindistan ve Afrika’ya kadar uzanan yeni ticaret yollarının keşfi, tüccar sınıfının iştahını kabartmıştır. Arkasına devlet gücünü alan uzun ama oldukça zengin getirisi olan ticaretin yol açtığı sonuçlar, Avrupa kıtası açısından oldukça dikkat çekicidir. Coğrafi keşifler olarak adlandırılan bu ticaret, ağırlıkta talana ve gaspa dayalıydı. Amerika kıtasındaki yerlilere ait tüm değerli madenlere ve diğer zenginlik kaynaklarına zorla el konularak Avrupa’ya taşınmıştır. Buradaki yerlilerin yerleşkelerini yağmalayıp ateşe vererek on binlerce insanı katletmişler. Daha sonra ise buralarda kurulan çiftliklerde çalıştırmak için Afrika kıtasından milyonlarca insan buralara taşınmıştır. Bu zorlu yolculuk esnasında milyonlarca Afrikalı ölür. Milyonlarcası da Amerika kıtasına taşınarak köle olarak tarlalarda ve büyük çiftliklerde bedava iş gücü olarak çalıştırılırlar. Köle ticareti neredeyse dönemin en fazla para getiren işi haline gelir. Bu yolla milyonlarca insan çok planlı ve sistemli bir şekilde zorla yerinden yurdundan edilerek başka ülkelere ve kıtalara taşınır. Bu Afrikalı “köleler” sadece Amerika kıtasına taşınmaz, bir o kadarı da Avrupa kıtasına taşınarak fabrikalarda bedava iş gücü olarak çalıştırılır. Örneğin İngiltere’de dokuma sanayisinde çalıştırmak için Manchester ve Londra’ya binlerce Afrikalı “köle” götürülmüştür.
Amerika kıtası, baştan sona Avrupalı tüccarlar tarafından işgal edilir. Buradaki zenginlik kaynaklarının rahatlıkla taşınabilmesi için önce yerli nüfus katliamdan geçirilir. Kıta neredeyse insansızlaştırılır ve var olan topraklar sahipsiz bırakılır. Avrupa’da sanayinin gelişmesiyle birlikte toprak işletmeciliği önem kazanınca, Avrupa’da kendine yer bulamayan ve zengin olma hayalleri peşinde koşan nüfusun çoğunluğu Amerika kıtasına taşınır. Daha önce insansansızlaştırılmış bu geniş topraklara zorla el koyarak kendilerine yurt edinirler. Bu durum Avrupa kıtasından Amerika kıtasına doğru ciddi bir göçe neden olur. “Rosman ve Rubel’e göre “XVI. yüzyıldan XIX. yüzyılın başına kadar yaklaşık olarak 8-10 milyon Afrikalı, Yeni Dünya’daki (Amerika kıtası) tarlalarda çalıştırılmak için getirildi.” (Rosman ve Rubel, 1998:301). “1810 yılına kadar Amerika’ya ithal edilen köle sayısı 7.5 milyondur. Bir başka deyişle, aynı dönemde Avrupa’dan gelen göçmenlerin üç katı” (Baron, 1971:5). Baron’un ortaya koyduğu ve 1800’lü yılların başına kadar olan dönemi kapsayan karşılaştırmalı oran, köle ticaret hacminin anlaşılması açısından çok önemlidir. Aynı dönemdeki bir başka göç akımı ise Avrupa’nın endüstriye geçişi ile birlikte İngiltere, Hollanda, İspanya, Portekiz ve Fransa’da ortaya çıkan fazla nüfusun, yeni keşfedilen bölgelere ve/veya sömürgelere göçü ile yaşanmıştır. Bu süreç içerisinde; Fransızlar önce Kanada’nın Quebec bölgesini iskan etmiş, daha sonra Kuzey Afrika’ya uzanmışlardır. 1846-1932 yılları arasında yaklaşık 18 milyon insan İngiliz Adaları’ndan Kuzey Amerika, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Afrika ve Karayip Adaları’na göç etmiş; 10 milyon İtalyan, 5 milyon Alman da bu dönemde Avrupa’yı terk ederek başka kıtalara kısmet aramaya çıkmıştır. 1821-1924 arası toplam 55 milyon Avrupalı denizaşırı yollara düşüp kendilerine yeni bir yer seçmiş, bunlardan 34 milyonu Birleşik Amerika’ya yerleşmeyi yeğlemiştir.” (9)
Aslında coğrafi keşifler olarak adlandırılan ve azami kar dışında hiçbir ahlaki kural tanımayan bu kanlı ticaretin kendisi bile kapitalizmin sistem olarak insanlık için ne ifade ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu yollarla elde edilen sermaye, kapitalizme mekanlık eden alanlara taşındığında tüccar sınıfı sadece sermaye olarak güç kazanmış olmuyor aynı zamanda yönetim işlerinde de etkinlik kazanmaya başlamaktadır. Çünkü bu dönemde bulunduğu ülkenin neredeyse tüm savaş giderleri ve borçlarını bu kesimler karşılıyorlardı. Tabii karşılığında ülkenin en verimli yer altı ve yer üstü zenginlik kaynaklarından pay alıyorlardı. Yine devlet idaresinde etkinliğini artırıyorlardı. “Coğrafi keşiler” adı altında yabancı toprakların sömürgeleştirilmesi politikasının temel yürütücüleri bu dönemdeki tüccarlar olmuşlardır. Dikkat edilirse bu dönemde kurulan şirketlerden herhangi birisi yeni keşfettiği bir ülkeye ticaret için giriş yaptığında ilk yaptığı şey kurulduğu yere yeterince paralı asker taşıyıp garnizon kurmadır. Savunma için kaleler inşa ettikten sonra ikinci adım olarak ticaret yapılır. Boşuna Karl Marx şunları ifade etmemişti: “para bir yanağı doğuştan kan lekeli doğduysa, sermaye tepeden tırnağa kan damlayarak, her gözeneğinden kan ve kir fışkırarak doğdu.” (10) der.
Gasp, talan ve sömürge politikasıyla biriktirilen sermayenin yanında makinenin devreye girmesiyle birlikte kapitalizm, yeni bir aşaması olan endüstriyalizme geçiş yapacaktır. Endüstriyalizm daha fazla pazar ve sömürge demektir. Fabrikalarda ucuz emek gücüyle yığınla meta üretilerek daha ucuza piyasaya sürülmesiyle Endüstriyalizm için ilk adım atılmıştı. Azami kar için daha ucuz iş gücü, fazla meta üretimi ve dolayısıyla daha geniş pazarlara ihtiyaç vardı. Öncelikle iç pazarların ithal mallara kapatılması gerekmektedir. Bunun için burjuvazi ulusal pazar politikasına ihtiyaç duyar. İç pazarın doyuma ulaştığı noktada dış pazarlara açılmak ihtiyacı bir zorunluluk haline gelir. Yoksa sistem bunalım üretir ve krize girer. Daha geniş pazarlar demek, daha fazla meta üretimi, iş gücü ve daha fazla hammadde ihtiyacı demektir. Kârda sınır tanımayan endüstriyalizm bu ihtiyaçları karşılamak için başka ülkelerin sömürgeleştirilmesine ihtiyaç duyar. Tek başına bunu yapamayacağına göre arkasına devlet gücünü almalıdır. Bunu da ancak ulus-devlet formu ile yapabilir. Burjuvazi, çıkarlarını ulusun çıkarlarıyla eş değer tutma yalanıyla tüm ulusun gücünü arkasına alarak ilhak ve sömürge politikasını geliştirir. Burjuvazi ulus-devlet ve milliyetçilik olmadan sonuçları çok kanlı ve ağır olan bu sömürge politikalarına girişmeyeceğini çok iyi bilmektedir. Milliyetçilik ise dilin, kültürün, sanatın, dinin, tarihin, coğrafi sınırların ve kısacası ulusallık adına her şeyin millileşmesi süreciyle ete kemiğe büründürülecektir. Burjuvaziye geniş pazarlar, ucuz hammadde yatakları, ucuz iş gücü sağlayan ama milyonlarca insanın öldürüldüğü ve milyonlarcasının sakat ve bir o kadarının da yerinden yurdundan edilmesi için güç sağlayan temel şey endüstriyalizmin ulus-devlet ve milliyetçilik ideolojisi olmuştur.
19.yy’a gelindiğinde başta İngiltere olmak üzere Fransa, Hollanda, Portekiz, İspanya, Belçika ve İtalya üretilen fazla meta için başka ülkeleri ilhak etme yarışına girdiler. Kim daha fazla sömürge elde ederse sistemin hegemonya gücü o olacaktı. Bu konuda 1898 yılında Amerika’nın Boston ilinde bazı iş adamlarına konuşan cumhuriyetçi senatör Albert j. Beveridte şunları ifade eder; “Amerikan fabrikaları Amerikan halkının tüketebildiğinden fazlasını üretiyor; Amerikan toprağı tüketebilenden fazlasını üretiyor. Politikamızı kader çiziyor; dünya ticareti bizim olmalıdır ve olacaktır. Ve bunu, bize annemizin (İngiltere) öğrettiği gibi elde edeceğiz. Dünyanın her yerinde Amerikan mallarının dağıtım noktaları olan ticaret üsleri kuracağız. Okyanusu ticari filomuzla kaplayacağız. Büyüklüğümüzün ölçüsüne yakışan bir deniz gücü kuracağız. Kendilerini yöneten, bizim bayrağımızı dalgalandıran ve bizimle ticaret yapan büyük koloniler kurulacak ticari üslerimizin çevresinde.” (11) Burada sorulması gereken soru cumhuriyetçi senatör Albert j. Beveridte iş adamlarına vermiş olduğu sözü nasıl ve hangi yöntemlerle yerine getireceğidir. Dünyanın her yerinde ki halklar isteyerek mi ülkelerini Amerika sermayedarlarına peşkeş çekecekler? Elbette değil, o zaman Amerika senatörü açıkça başka ülkelerin daha fazla sermaye için sömürgeleştirileceğini ifade ediyor. Bilinmeli ki hiçbir ülke yada halk askeri zor, ilhak ve savaş olmadan kendi ülkesinde ki yer altı ve yer üstü zenginlik kaynaklarının başkaları tarafından talan edilmesine izin vermez. Sömürge politikası ise bunun aksine her zaman savaş, baskı, zülüm, yoksulluk, açlık, ölüm, asimilasyon, fiziki ve beyinsel göç, katliam, yer altı ve yer üstü kaynakların pervasızca talanı demektir.
15. ve 16. yy. da coğrafi keşiflerle başlayan sömürgecilik 20. yüzyıla vardığında Dünya’nın tamamının İngiltere, Fransa ve Hollanda tarafından paylaşıldığı bir biçim almıştı. Dünyanın en büyük gücü olan İngiltere “Güneş batmayan imparatorluk” olarak en fazla sömürge sahibi ülkeydi. Otuz yıl savaşlarının sonucu Almanya için oldukça ağır olmuştur. Almanya 19. yy’a kadar siyasi, ekonomik ve sanayi olarak kendisini toparlayamamıştır. Bu durum Almanya’nın sömürgecilik hareketlerinde İngiltere ve Fransa’dan geri kalmasına yol açmıştır. 19.yy’a gelindiğine siyasi birliğini kuran ve giderek sanayide güç kazanan Almanya sömürgecilikte kendine pay isteyecektir. Bu durum İngiltere ve Fransa için oldukça tehlike arz eder. İngiltere elindeki sömürgelerin korunmasını, deniz ticaretindeki üstünlüğünün devamı ve bir ağ gibi dünyanın her tarafına dağılmış küresel şirketlerinin hâkimiyetlerinin sürdürülmesi yönünde politikalarını yürütüyordu. Yine Ortadoğu’da keşfetmiş olduğu petrol rezervlerinin kontrolü onun temel politikalarını belirliyordu. Bu durum İngiltere’yi Dünya’nın hegomon gücü haline getirmişti. İngiltere ve Fransa’nın bu durumları Almanya’nın sömürge politikası önünde ciddi bir engeldi. Çünkü Almanya bu ülkelerin ellerindeki sömürgelerden pay istiyordu. Yukarda sayılan nedenlerle birlikte, Çarlık Rusya’sının Osmanlı İmparatorluğunun topraklarına göz dikmesi I. Dünya savaşının asıl nedenleri olmaktaydı.
I. Emperyalist paylaşım savaşının sonuçları halklar açısından oldukça ağır olmuştur. Uçaklar, tanklar, toplar, mayınlar, kimyasal, makineli silahların kullanıldığı bu savaşta sadece savaşan güçler etkilenmedi. Cephe gerisinde olan kadın, çocuk, yaşlı kısacası toplum bir bütün olarak payını aldı. Halklar açısından büyük trajedilere yol açan, büyük katliam ve soykırımların ortaya çıktığı, yerleşim alanların yakılıp yıkıldığı, büyük göçlerin ve tehcir politikaların tüm acımasızlığıyla devreye sokulduğu bir savaş oldu. Bu savaşta; “Tüm ülkelerden 65.038.810 askerin katıldığı bu savaş, arkasında resmi rakamlara göre toplam 8.556.315 ölü, 21.219.452 yaralı ve 7.750.945 kayıp veya esir bırakmıştır.” (12)
Birinci dünya savaşına gelmeden önce Osmanlı toprakları içinde ki Balkan halklarının yavaş yavaş bağımsızlıklarına kavuşması, Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından işgal edilmesi İttihatçıları epeyce korkutmuş ve bundan dolayı tedbir amaçlı iskân ve demografik yapının değiştirilmesi politikaları devreye konulmaya başlanmıştır. “Makedonya’nın aynı kaderi paylaşmaması için bölgenin nüfusunun etnik-dinsel dokusuna müdahale etmek kararına varılmıştır. İttihatçıların en etkili üyelerinden Dr. Nazım Bey bölgede uygulanacak göç ve iskân politikası için aktif rol alır. Dr. Nazım Bey, Bosna-Hersek ve Bulgaristan Müslümanlarını Anadolu ve özelikle Makedonya’da iskân etme projesini hayata geçirmek için 1909 Mart ayının sonlarında Selanik’e gelir.” (13) Burada Osmanlının daha fazla toprak kaybetmemesi için izleyeceği strateji üzerine çeşitli konferanslar verir ve gerekli bilgilendirmeleri yapar. Bu stratejiyi uygulamak için bizzat bir komisyon kurarak görevlendirir. Bu komisyonun asıl amacı “kaybedilen topraklardaki Müslümanların Makedonya’ya göçmeleri için çok güçlü bir kampanya başlatmak ve Müslümanları göçe teşvik etmeleri için ajanları göndermektir. Belirlenen ikinci amaç ise, göçü organize etmek ve göçmenlerin iaşelerinde (beslenme) harcanmak üzere gerekli finans kaynaklarını bulmaktır.” (14) Tabii ki Makedonya’ya göç eden her Müslüman nüfus karşılığında Hıristiyan yada başka dinden olan insanlar kendi topraklarından sürülecektir. Bu politikanın uygulanması beraberinde bazı tehlikelerde taşımaktaydı. Örneğin Osmanlının daha içlerinde yaşayan Ermeni, Rum ve Asuri halkları tedirgin edebilir ve erkenden bir isyana neden olabilir. Yine Balkanlardaki diğer Hıristiyan toplulukları harekete geçirme tehlikesi söz konusuydu. Nitekim böyle bir durumda olur. Bundan kaynaklı bu politikalar hayata geçirilemez. Balkanlar tümden kaybedildikten sonra İttihatçıların başı olan Enver ve Talat paşalar artık tamamıyla Anadolu’ya yoğunlaşma gereği duyarlar. Buralarında Makedonya’nın akıbetine uğramaması için âdete büyük bir panik ve telaş içinde hızla harekete geçerler. İttihatçılar artık Hıristiyan halklardan tamamıyla umutlarını kesmişlerdir, hatta kendileri için büyük bir tehlike olarak görmektedirler. Bunun için biran önce Makedonya’da uygulamak istedikleri ama başaramadıkları iskan, tehcir politikalarını Anadolu’da ki Hıristiyan halklara karşı oldukça planlı bir şekilde uygulanmasının şart olduğuna ikna olmuşlardır. “1913 kongresinde alınan karar gereği, 13 Mayıs 1913’te İAMM (muhacirlere yönelik kurulan komisyon) kurulur. İttihatçıların iki temel nüfus kaynağı vardır: Muhacirler ve göçebeler. Bu müdüriyet, hükümetin nüfusun sevk ve iskan ile ilgili politikalarını hayata geçirmekle yükümlü kılınır. Bu kurum aynı zamanda etnik gruplar üzerine bilgi toplama, üretme ve yayma merkezi de olur… Bahsi geçen iki nüfus kaynağı (muhacirler ve göçebeler), iki bölgeye müdahale anlamına geliyordu. Muhacirlerin iskanı ile burada ki bölgeleri ve esas olarak iki halkı, Bulgarları ve Rumları; göçebelerin iskanı ile doğudaki bölgeleri ve esas olarak Ermenileri ve Kürtleri hedefliyordu.” (15) Bu dönemde elden çıkan Balkan ülkelerinde Osmanlıya doğru yoğun bir göç söz konusuydu. İmparatorluk yanında yer alıp bölge halklarına karşı savaşmış ve Müslüman olan kesimlerin çoğu kaçmak zorunda kalmıştır. Bunun yanı sıra ittihatçılar Anadolu’da Ermeni, Rum, Asuri ve Kürtlere karşı hazırlık içinde oldukları tehcir politikaları için Balkanlardaki göçü teşvik ediyorlardı. İttihatçılar I. Dünya savaşına bu kafa yapısıyla girdiler. Aslında bu planların rahatlıkla uygulanabilmesi için böylesi bir savaş bulunmaz bir ortam sunuyordu. İttihatçıların tamda istediği buydu.
Ayrıca Osmanlı toprakları içinde yaşayan Ermeni, Rum ve Asuriler ticaret ve sermaye tekelini ellerinde bulunduruyorlardı, Avrupa’da boy veren modern ulus-devlet oluşumlarından oldukça etkilenmişlerdir. Ermeni milliyetçiliğin ulus-devlet çabaları ve İngilizlerle olan ilişkileri ittihatçıları daha fazla tedirgin etmiş durumdaydı. Dağılmakta olan Osmanlı imparatorluğunun yıkıntılarından modern ulus-devlet yaratmak isteyen İttihatçılar için sermayenin biriktirilmesi bir sorun iken diğer bir sorun Hristiyan halkların yaratmış olduğu tehlikeydi. Bunların tasfiye edilerek mal varlıklarına el konulması her iki sorununda kısa yoldan çözümü olacaktı. Adeta sırtlan payından yaratılmak istenen Türk ulus devleti, önündeki tüm engellerin kaldırılması için I. Dünya savaşı koşullarından yararlanarak 1914 ile 1923 yılları arasında İttihatçılar tarafından Hıristiyan halklara karşı etnik temizlik operasyonu başlatılır. 24 Nisan 1915 tarihinde Talat paşa tarafından verilen bir emirle Ermeni halkının önde gelen isimleri, yazarları ve aydınları tutuklanır. Daha sonra 27 Mayıs 1915 tarihinde tehcir kanunu çıkartıldığında tutuklanan tüm yazar ve aydınlar katledilir. Daha sonra ise Ermeni halkına tehcir uygulanır. Bu politikalar sonucu yaygın kanı 1- 1.5 milyon Ermeni’nin katledildiğidir. Geride kalanlar ise Osmanlı toprakları dışına sürülürler. Bunun yanı sıra Ermenilerin tüm mal varlıklarına ve yerleşim birimlerine el konulur, boşalan yerleşim birimlerine dışardan getirilen muhacirler yerleştirilir. Rumlara karşı da; “1914 yılının yaz mevsiminde hükûmet ve ordu yetkilileri tarafından desteklenen Teşkilat-ı Mahsusa, askerlik çağında olan Trakya ve Batı Anadolulu Rum erkekleri işçi taburlarına aldırdı ve bunların yüz binlercesi öldü.” (16) Yüzlerce mil mesafeden İç Anadolu’nun içine sevk edilen bu askerler yol yapma, bina yapma, tünel kazma ve diğer saha çalışmasında istihdam edildi. Fakat onların sayısı yoksulluk ve kötü muamele ya da Türk muhafızları tarafından düpedüz katledilmesiyle büyük ölçüde azaldı. Bu zorla askere alma programının kapsam alanı daha sonra Pontus dahil olmak üzere Osmanlı Devleti’nin diğer bölgelerine genişletildi.” (17) Rum erkeklerin zorla askere alınması, genel nüfusuna yönelik katliamlar ve ölüm yürüyüşleri de dahil olmak üzere sürgün ile tamamlandı. Rum köy ve kasabaları Türkler tarafından kuşatılıp komşular tarafından öldürülecektir. Örneğin, “12 Haziran 1914 tarihinde Batı Anadolu’da Smyrna (İzmir)’nın 25 mil kuzeybatısında bulunan Phokaia (Yunanca: Φώκαια, İzmir/Foça)’da erkek, kadın ve çocukların ölüleri bir kuyuya atıldı.” (18) Rumlara karşı başlatılan tehcirin Ermeni tehcirinden geri kalır yönü yoktu. Kimi kaynaklara göre yüzbinlerce Rum katledilir ve 1 milyondan fazlası da ülke topraklarının dışına sürülür. Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığı görevlisi George W. Rendel’e göre, “1918 yılına kadar 500.000’den fazla Rum sürgün edildi ve orantılı olarak bunların az kısmı hayatta kaldı.” (19)
Aynı tarihlerde Asurilere karşıda tehcir politikası uygulandı Rum ve Asuri katliamları ağırlıkta Ermeni katliamının gölgesinde kaldığı için çok fazla gündem olmadı. Bu dönemde kimi kaynaklara göre; “Toplam ölü sayısı 270 bin ila 300 bin arasındadır.” (20)
Modern Türk ulus devletinin oluşumu için tehlikeli görülen tüm halklar tasfiye edilmiştir. Geriye kalanlara yönelik ise yapay olarak oluşturulmaya çalışılan Türk milliyetçiliği içinde eritme politikası esas alınacaktır. Bu politikalardan Kürtlerde fazlasıyla paylarını alacaklardır. Belki Hıristiyan halklara karşı uygulanan toplu katliamları Kürtlere uygulamayı göze almamışlardır. Bunda Kürtlerin geniş bir araziye yayılmış olmaları, daha büyük bir nüfusa sahip olması ve yönelindiğinde isyan potansiyellerin olmasından kaynaklı cesaret edilmemiştir. Fakat Kürtleri de uzun soluklu politikalara tabii tutarak yeri geldiğinde katliamlar, sürgünler ve daimi bir şekilde kültürel soykırıma tabi tutmuşlardır. Kürtlerin Türkleştirilmesi temel bir amaç olarak güdülmüştür. Mecburi iskan yasalarıyla Kürdistan’da ulusal nüve taşıyan ve etkin olan şahsiyetler yerlerinden edilerek Türkiye şehirlerine sürülürler. Özelikle her isyandan sonra isyan bölgesi adeta ablukaya alınarak önce katliamdan geçirilir, daha sonra geri kalan nüfusun ağırlığı sürgüne gönderilir. Köyler ve yerleşim birimleri yakılıp yıkılır. Kürdistan’dan göçe zorlanıldığı gibi Kürdistan’ın içlerine doğru dışarıdan getirilen nüfus iskân edilir.
Tehcir kanunlarıyla yerlerinden ve yurtlarından edinilen Ermeni ve Asuri halklarının Diyarbakır ve Mardin’de ki demografik yapıların ne derecede değiştirildiğine dahil aşağıdaki tablo fikir verecektir.
Yarın: I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında Diyarbakır’da Hristiyan nüfusu
Göç Dosyası-Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi