Kürdistan coğrafyasında bir fiil göçe zorlanan Kürt halkı ve Kürdistan’da yaşayan halkların Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında da göç ve iskan politikalarına nasıl maruz kaldığına ilişkin tarihsel analizi bulacağınız bu bölümde, ‘isyan’ adı altında bahanelerle Kürdistan’ı Kürt halkından arındırma politikalarının resmiyete kavuşturulması ve ‘Elimi Kürt kanına bulamam’ diyenlerin savaş yanlıları tarafından tasfiyesi
HABER MERKEZİ
Bakurê Kürdistan’da Göç ve İskan Politikaları
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluş Aşamasındaki Göç ve İskan Politikaları (1920 ile 1940 arası)
Cumhuriyetin kuruluşuna doğru giderken oldukça sıkıntılı bir süreç söz konusuydu. 1913 yılında resmen Osmanlı imparatorluğunun iktidarına el koyan İttihatçılar, Almanlarla birlikte I. Dünya savaşında yenilgiyle çıkmaları sonucu Osmanlının dağılmasına neden olmuşlardı. Bu yenilgiden hemen sonra İttihatçıların başta gelen önderlerinden Enver, Talat ve Cemal Paşaların ülkeyi bırakıp kaçmaları ittihatçıları oldukça zor durumda bırakmıştı. Yaratılan bu boşluğu daha alt düzeyde yer alan kadrolardan Mustafa Kemal devralır. Çünkü, Mustafa Kemal’in sahip olduğu ilişki ağı konumunu güçlendiriyordu. Kürdistan bu dönemde oldukça stratejik düzeyde önem kazanır. Çünkü Kürdistan’da itilaf devletlerinin işgal hareketlerine karşı, kendiliğinden gelişen direniş hareketleri söz konusudur. Dolayısıyla, Kürtlerin desteği alınmadan düşünülecek ulusal kurtuluş savaşının verilmesi neredeyse imkânsızdır. Bu durum Mustafa Kemal’in rolünü oldukça belirgin hale getirecektir. Çünkü Mustafa Kemal, 1916 yılında Diyarbakır’da 16. Orduda görevli iken birçok önde gelen Kürt şahsiyetlerle iyi ilişkiler kurmuştur. Nitekim bunların yardımına ihtiyaç duyduğunda örneğin, Cemil Paşazade Kasım Beye bir telgraf göndererek işgalci güçlere karşı birlikte hareket etmelerini talep eder. Cemil Paşazade Kasım Bey, sadece kendisinin değil diğer Kürt önde gelenleriyle de görüşerek M. Kemal’in bu talebine olumlu cevap verir. Bu destek M. Kemal’in konumunu güçlendirdiği gibi, işgalci güçlere karşı verilecek mücadelede daha kararlı ve inançlı hareket etmesini sağlamıştır. Aslında Kürdistan’dan gelen bu destek M. Kemal’in rolünü belirgin bir şekilde açığa çıkarmıştır. Bu durum daha somut bir biçimde 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında yapılan Erzurum Kongresiyle ete kemiğe bürünür. Bu kongre Mondros ateşkesiyle itilaf devletlerine resmen teslim olmuş iradenin tanınmaması, buna karşı ulusal kurtuluş iradesinin beyan edilmesi anlamı taşıyordu. Yani ulusal Kurtuluş savaşının stardı Erzurum Kongresiyle verildi. Kongre’ye katılan delegelerin çoğunluğunun Kürt ileri gelen şahsiyetlerinin olması Kürtlerin bu savaştaki rolünü açıklar nitelikteydi. Erzurum kongresi Kürtler ile Türklerin ortak vatan üzerine varmış oldukları ittifaktı. “TBMM’nin ilk bileşimi bu ittifakı açıkça yansıtır… 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu’yla (TC’nin ilk anayasası) Kürt unsurunun eşitliği garanti altına alınıyor. 10 Şubat 1922 tarihli Kürt Özerklik Yasası’yla karşılıklı güven pekiştiriliyor.” (44) Bu derecede stratejik düzeyde önem kazanan Kürdistan halkının taleplerini göz ardı etmek demek, başta verilecek olan savaşın kaybedilmesi anlamına geliyordu. Ama Kürtlerin talepleri İttihatçı zihniyetin oluşturmak istediği yapay ulus devletini doğalında reddediyordu. Ayrıca Kürdistan’da ki aşiret örgütlenmesi ve toplumsal yapı ulus-devlet zihniyetiyle uyuşmuyordu. Bu durum ittihatçı ulus-devlet zihniyeti önünde ciddi bir engel olarak görülüyordu. 24 Temmuz 1923 yılında imzalanan Lozan anlaşmasıyla oluşturulmak istenen ulus-devlet biçimi netlik kazanmıştı ve dolayısıyla Kürtler ihanete uğramışlardı. Hemen akabinde 20 Nisan 1924’te ikinci Anayasanın mecliste kabul edilmesiyle bu ihanet durumu devlet nezdinde resmi bir belgeye kavuşturulmuş olur. 1924 Anayasasını hazırlayan komisyonun kaleme aldığı gerekçede şöyle deniyordu: “Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka millet tanımaz. Millet dahilinde eşit hak ve hukuka sahip olması gereken ve başka ırktan gelen kimseler de vardır. Fakat bunlara da ırki durumlarına uygun olarak haklar tanımak veya bu anlama gelecek sözler etmek caiz değildir.” Aynı şekilde Kürt halkının haklarını garanti altına alan 1921’de çıkarılan Teşkilatı Esasiye Kanunu böylelikle yürürlükten kalkmış oluyordu. Kürtler için tüm bu uygulamalar ve yeni anayasa ilerde uygulanacak olan katliam, göç ve asimilasyon politikalarının rahatlıkla uygulanabilmesi için zemin hazırlama çalışmasıydı. Yeni kurulan Cumhuriyetin yumuşak karnı Kürt sorunuydu. Ne olursa olsun Kürtlük adına ortada bir şey kalmamalıydı, bu devletin bekası için olmazsa olmaz şarttı.
Bu projenin baş mimarı ve pratik uygulayıcıları İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak olacaklardı. Nitekim İsmet İnönü Başbakan sıfatıyla meclise, hükûmete olağanüstü yetkiler veren Takrir-i Sükûn Kanunu ile Kasım 1924 ortalarında dinsel gericilik tehlikesine karşı sıkıyönetim ilân edilmesini ister. Ancak Meclis’te bu isteğini kabul ettiremeyince istifa eder. Yerine Fethi Okyar geçer. İsmet İnönü istifa etmiş ama emellerinden vaz geçmemiştir. Onun için 1924 yılında İsmet İnönü tarafından Meclise onaylatmak için bu sefer Şark Islahat planı getirilir. Bu planda meclis tarafından reddedilir. Ayrıca dönemin Başbakanı olan Fethi Okyar “Ben elimi Kürt kanına bulaştırmam” der. İsmet İnönü, Kürtleri kışkırtabilirse inisiyatifi ele geçirebileceğini çok iyi bilmektedir. 13 Şubat 1925 tarihinde Şeyh Sait kışkırtılarak isyan ettirilince Fethi Okyar “Ben elimi Kürt kanına bulaştırmam” dediği için istifa ettirilir ve yerine Başbakan olarak İsmet İnönü geçer. Başbakan olduktan bir gün sonra 4 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükûn Kanunu meclisten geçirilir. Biri isyan bölgesinde diğeri yurdun geri kalan bölgelerinde çalışmak üzere iki İstiklal Mahkemesi kurulur. Ordu hemen isyan bölgesine doğru harekete geçirilir. Hemen ertesinde Diyarbakır’da kurulan gezici istiklal mahkemesince Seyit Abdulkadir ve Şeyh Sait başta olmak üzere 48 kişi idam edilir. Onlarca kişi de çeşitli cezalara çarptırılır. Bu isyanın ortada hiçbir şey yokken çok kanlı bir biçimde bastırılması, elbette bölgede çıkan rahatsızlıklardan kaynaklı bir durum değildir. İşin arkasında daha kapsamlı hesaplar vardır. Kürdü tekrardan soykırım, inkâr ve asimilasyon politikalarının cenderesine almak vardır. “Lozan Antlaşması’nın imzalanması ve Cumhuriyet’in ilanıyla yeni bir aşamaya girilir. Kürdistan’ın oluşturulmak istenen Irak temelinde parçalanması, Misak-ı Millînin açık ihlalidir. Bu gelişme TBMM’de ve Kürtler arasında büyük infiale yol açmıştır. İngilizlerle yapılan 5 Haziran 1926 tarihli bu anlaşma halen karanlıkta bırakılmış birçok unsur taşımaktadır; Kürt soykırımının başlangıç tarihi olarak işlemek şarttır. Bu antlaşmayla Kürtlerle Türkler arasındaki tarihsel uzlaşmanın temeline dinamit konulduğu kesindir. 1925’teki Şeyh Sait önderlikli isyan aslında bu tarihsel ihaneti örtbas etmek için hem provoke edilmiş, hem de anlamsız yere çok acımasız ve kanlı biçimde bastırılmıştır. 1925 yılı bu anlamda sadece isyanın değil, asıl olarak komplonun, ihanetin ve soykırımın başlangıç tarihidir. Bunda belirleyici rolü İngiliz diplomasisi ve Yahudi unsurlar oynamıştır.” (45)
Şeyh Sait İsyanı bastırıldıktan iki buçuk ay sonra İsmet İnönü bir gazeteye vermiş olduğu demeçte; “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehâl (derhal) Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı [unsurları] kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf (nitelikler) her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır” (46) der. Bu açıklama Kürtler için bundan sonra TC devletinin ne ifade ettiğini ve gidişat rotasının ne olacağını açıkça ortaya koyuyordu. İsmet İnönü şahsında tekrardan hortlayan bu İttihatçı zihniyeti Kürtler çok iyi tanıyorlardı ve zaten sürekli kuşkulu yaklaşımları söz konusuydu. Bu zihniyet daha önce Balkanlar’da, sonrasında I. Paylaşım savaşında Almanların yanında yer alarak savaştan yenilgiyle çıkmalarına ve İmparatorluk topraklarının itilaf devletleri arasında paylaşılmasına neden olmuştu. Koca bir imparatorluktan geriye kalan Kürdistan ve Anadolu toprakları olmuştur. İttihatçılar psikolojik olarak toprak kaybı konusunda adeta paranoyak düzeyde sorun yaşıyorlardı. Onun için elde kalan bu toprak parçası üzerinde, Türk etnik yapısına dayalı zoraki ve yapay bir ulus-devlet oluşturmayı stratejik düzeyde hedeflemişlerdi. Onun için “Misak-ı Milli sınırları” denilen coğrafyada yaşayan tüm dini ve etnik yapıları tek potada eriterek Türkleştirmek gerekecekti. İttihatçılar iskân, tehcir, asimilasyon, katliam vb. toplum mühendisliği gerektiren politikalar konusunda oldukça uzmanlaşmış ve ciddi anlamda kurumsallaşmışlardı. 1913 ile 1916 yılları arasında önce Anadolu ve Kürdistan’da gayrimüslim olan Ermeni, Rum ve Asuri halklara karşı uygulamış oldukları tehcir ve iskân politikalarıyla milyonlarca insan yerlerinden edilmiş ve bir o kadarı da katledilerek, kurulacak olan ulus-devlet sözüm ona büyük bir tehlikeden kurtarılmıştı. Bu süre içinde Kürtlerde kendi paylarına düşeni fazlasıyla aldılar. Ama Kürtler ne coğrafyalarından tümden temizlenebildi ve ne de dışarıdan getirilen başka etnik gruplarla asimilasyonu tamamlanabildi. Kürtlerin geniş ve dağlık bir arazide büyük bir nüfusa ve isyancı bir yapıya sahip olmasının yanı sıra savaş koşullarında Kürtlere olan ihtiyaçtan kaynaklı, yarım kalan proje cumhuriyet sonrasına ertelenecektir. Cumhuriyet kurulduktan sonra “Misak-I Milli” sınırları içinde uygulanacak olan Türkleştirme politikasına karşı direnecek tek etnik yapı olarak Kürtler kalmıştı. Dolayısıyla devlet için tek tehlike Kürtlerdi. Sözüm ona İsmet İnönü ve ekibi bu tehlikeyi bertaraf etmeye çalışıyordu. İşte bu tarihten sonra Kürtler için yeni bir sürecin başlangıcıdır artık. Bunun için İttihatçılar yarım kalan projelerini -iskân, tehcir, katliam ve asimilasyon politikalarını- esas olarak bu dönemde uygulayacaklardır.
İskân, tehcir, katliam ve asimilasyon politikalarını daha rahat hayata geçirebilmek için İsmet İnönü 1924 yılında TBMM tarafından red edilen Şark Islahat Planı’nı ikinci defa 24 Eylül 1925 tarihinde meclis gündemine taşırır. Ve bu plan Meclis’te Kabul edilir. Bu plan Kürdistan’ı baştan sona fethetmeyi ve inkâr etmeyi hedefliyordu. Plan’ın ilk maddesi zaten her şeyi açıklıyor. “Tüm Doğu vilayetlerinde T.C. egemenliği tam tesis edilene kadar plan uygulanacaktır.” Egemenlikten kasıt Bakurê Kürdistan’ın tümden Türkleştirilmesidir. Plan hızla hayata geçirilir. İlk elden yapılması gereken Kürdistan’daki arazilerin çoğunluğuna devlet hazinesi adı altında el konulmasıdır. Ermeni soykırımından geriye kalan gayrimenkullerin Kürtlerin elinden alınması ve Kürdistan’ın demografik yapısının değiştirilmesidir. Yine asimilasyonun sonuç vermesi için Türkçe dilinin öğretilmesi, Kürtçenin yasaklanması bir elzem olarak duruyordu. Yukarıdaki uygulamaların hayata geçirilebilmesi için şark ıslahat planının ilgili maddesinde şunlar ifade ediliyordu; “Van şehri ile Midyat arasındaki hattın batısında Ermenilerden boşaltılan arazilere Türk muhacirleri yerleştirilecektir. Bunun için bu plan dahilindeki vilayette bulunan Ermenilerden ele geçirilen varlıklar satılmayacak ve hatta Kürtlere kiraya dahi verilmeyecektir. Yugoslavya’dan gelen Türk ve Arnavutlar ile İran ve Kafkasya’dan gelecek olan göçmenler, öncelikle Elaziz, Ergani, Diyarıbekir, Elaziz – Palu – Kiğı, Palu – Muş arasındaki Murat vadisi, Bingöl dağının Doğu ve Güneyi ve Hınıs, Murat vadileri, Muş ovası, Van gölü havzası, Diyarıbekir – Garzan – Bitlis hatlarında iskân edilecektir. Bunlardan başka Rize, Trabzon vilayetleriyle Erzurum vilayetinin kuzeydoğu kazalarında yerleşik yerel halktan insanlar da istemeleri ve şartları yerine getirmeleri halinde Hınıs çayı ve Murat vadisine ve Van gölünün kuzey mıntıkasına nakledilebileceklerdir. Doğuya yerleştirilecek göçmenler ve yerli Türklerin iskân edilecekleri mıntıkalara kadar hükümet bunların yol iaşeleri ve bir senelik iaşelerini sağlayacaktır. Ayrıca evlerini inşa edecek, hayvan ve ziraat araç-gereçlerini de karşılayacaktır. Türk muhacirinin yerleştirileceği Ermeni mülklerini ne sebeple olursa olsun ellerinde tutan Kürtler çıkarılarak geldikleri eski yerlerine gönderilecek veya istemeleri halinde Batı’da hükümetin göstereceği mahallere nakledilmeleri sağlanacaktır. Söz konusu mıntıkalara yerleştirilecek Türklerin, Kürtlerin taarruzundan korunmaları için özel tedbirler alınacaktır. 1925 yılında en fazla 50 bin nüfus sevk ve iskân edilecektir. 10 yıl içerisinde Yugoslavya, Bulgaristan, Kafkasya ve Azerbaycan’dan beş yüz bin göçmen getirilip Doğuya yerleştirilecektir.” Söz konusu olan 50 bin nüfusun Kürdistan’a iskanı, Kürdistan’ın değişik illerinde ki diğer etnik topluluklara bakılarak anlaşılabilir. Aynı şekilde Kürtlerin Anadolu’nun içlerine doğru göç ettirilmesi daha yoğunluklu ve daha kalabalık nüfuslar şeklinde olmuştur. Kürdistan’daki aşiret örgütlülüğünü ve toplumsal yapıyı sindirip dağıtmadan bulundukları coğrafyadan koparmanın mümkün olmayacağını çok iyi biliyorlardı. İstenilen demografik değişikliğin yapılabilmesi için öncelikle aşiret örgütlülüklerin dağıtılması gerekmekteydi. Bu dönemde deyim yerindeyse Kürdistan alanı baştan sona doğru fethedilmeli ve tümden Türkleştirilmeliydi. Bunun için ilk önce direnebilecek olan kesimlerin iradesi kırılıp teslim alınmalı ve daha sonra toplumsallıkları dağıtılmalıydı. Buda katliamdan geriye kalanların payına düşenin göç ve sürgün olması demekti. Bu yapılırsa ancak asimilasyon politikası başarıya ulaşabilir. Onun için düşünülen bu “temizlik operasyonlarının” rahat yapılabilmesi için “Dinî ve etnik azınlıkların Türkleştirilmesi sürecinde [47] otoriteyi sağlamlaştırmak amacıyla TBMM 1164 sayılı ve 25 Haziran 1927 tarihli kanunu çıkardı. Bu kanuna göre kurulan umumi müfettişliklerin geniş yönetsel, askerî ve yargısal yetkileri vardı. 1 Ocak 1928 tarihinde Diyarbakır, Elâzığ, Urfa, Bitlis, Van, Hakkâri, Siirt ve Mardin illerini kapsayan ve merkezi Diyarbakır’da bulunan Birinci Umumi Müfettişlik kuruldu.[48]Ve Trakya’da yaşanan pogromlardan önce 19 Şubat 1934 tarihinde, Kırklareli, Edirne, Tekirdağ ve Çanakkale illerini kapsayan ve merkezi Edirne’de bulunan İkinci Umumi Müfettişlik kuruldu. [49] 25 Ağustos 1935 tarihinde Ağrı, Kars, Artvin, Rize, Trabzon, Gümüşhane, Erzincan ve Erzurum illerini kapsayan ve merkezi Erzurum’da bulunan Üçüncü Umumi Müfettişlik kuruldu[50][51]. 6 Haziran 1936 tarihinde tarihî Dersim Bölgesini (Tunceli, Elazığ ve Bingöl) kapsayan ve merkezi Elazığ’da bulunan Dördüncü Umumi Müfettişlik kuruldu ve Umumi müfettişliğe Korgeneral Abdullah Alpdoğan atandı [52]. 1936 yılında açılan dördüncü umumi müfettişliğin başına getirilen Korgeneral Abdullah Alpdoğan, mahkeme kararlarını imzalamaya, düzeni ve güvenliği sağlamak açısından gerekli gördüğü durumlarda ilde yaşayan kişileri ve aileleri, il sınırları içinde bir yerden bir başka yere göndermeye ve il sınırları içinde oturmalarını yasaklamaya da yetkiliydi.” Olağan üstü yetkilerle donatılan bu müfettişlikler Kürdistan’ı Türkleştirme politikaları doğrultusunda her tür keyfi uygulamaya yetkileri vardı. Katliam, sürgün, talan, gasp ve devlet adına her türlü mal varlıklarına el koyma bu politikaların başta gelenleriydi. Doğal kültür ve yaşamıyla Kürtlükte ısrar edeni bekleyen bu uygulamalar devlet nezdinde meşruydu. Deyim yerindeyse Kürdistan bu dönemde eşkıya kanunuyla yönetilmeye çalışıldı.
24 Eylül 1925’te çıkarılan Şark Islahat Planı ile, 25 Haziran 1927’de çıkarılan müfettişlik kurulu planı çerçevesinde 1925’ten 1940’lı yıllara kadar Kürdistan’da öncelikle “sorunlu bölgelere” askeri operasyonlar başlatılır. Kürt inkâr ve imha operasyonlarına karşı Kürtler hazırlıksız yakalanırlar. Bu dönemde Kürdistan’da yaşanan isyanların asıl sebebi, Türkleştirme politikaları temelinde dayatılan asimilasyon ve demografik yapının zorla değiştirilmeye çalışılmasına karşı Kürt ileri gelenlerinin ve halkın tepkisidir. TC’nin ulus devlet yapısıyla uyuşmayan, Kürdistan toplumsal yapısı ve aşiret örgütlenmesinin dağıtılması için çok planlı bir şekilde geliştirilen imha, inkar ve tasfiye hareketleridir. Bu hareketlere karşı gelişen isyanları gerici isyanlar olarak lanse edip iç ve dış kamuoyunu yanıltarak Kürdistan’ı ulus-devlet yapısına entegre etmeye çalışmışlardır. Yani asimilasyon ve inkâr politikaları ekseninde geliştirilen uygulamalar olmuştur. Devlet bu operasyonlar esnasında Kürdistan’ı tümden kapsayacak bir harekâtı göze alamadığı için, belirli aralıklarla farklı farklı alanlara silah toplama veya aşiret ileri gelenlerin ailece sürgünlerini gündeme alarak belirlenen mıntıkalara askeri operasyon başlatmışlardır. Bu uygulamaları hiçbir Kürt aşiretinin kabul etmeyeceklerini çok iyi bildikleri için böylesi yöntemlere başvurarak aşiretleri isyana provoke etmişlerdir. Sırayla; Koçgiri isyanı (6 Mart-17 Haziran 1921), Şeyh Sait isyanı (13 Şubat-31 Mart 1925), Beytüşşebap ayaklanması (3 Eylül 1924), Raçkotan ve Raman ayaklanması (9-12 Ağustos 1925), Sason Ayaklanması (1925-1937), Koçuşağı ayaklanması (7 Ekim-30 Kasım 1926), Mutki Ayaklanması (26 Mayıs-25 Ağustos 1927), Bicar Ayaklanması (7 Ekim-17 Kasım 1927), Ali Resul Ayaklanması (22 Mayıs-3 Ağustos 1929), Tendürek harekâtı (14 Eylül- 27 Eylül 1929), Savur harekâtı (20 Mayıs- 9 Haziran 1930), Zilan harekâtı ( 20 Haziran-Eylül 1930), Oramar harekâtı (16 Temmuz-10 Ekim 1930), Pülümür harekâtı (8 Ekim-14 Kasım 1930), Ağrı İsyanı (16 Mayıs 1926-25 Eylül 1930), Dersim İsyanı (20 Mart 1937-Aralık 1938). Her isyan sonrası birçok yerleşim birimi yerle bir edilmiş, yüzlerce insan katledilmiş ve binlercesi sürgün edilmiştir. Dolayısıyla Türk devleti bu dönemde eli silahlı olan isyancılara karşı değil sivil insanlara karşı savaşmış ve katletmiştir. Kürtler ise yerlerinden ve yurtlarından olmamak ve katliamdan geçmemek için direnmişlerdir. Bu dönemde aslında Kürdistan öyle bir hale getirilir ki burada yaşamak her an ölümle burun buruna gelmek demektir. Kürdistan, Kürtler açısından yaşanılmaz bir hale getirilerek Kürtlerin Kürtlükten ve Kürdistan’dan veba gibi kaçacakları bir yer haline getirmeyi amaçlamışlardır. Bu uygulamalarla asimilasyonun zemini hazırlanılıyordu.
Belli başlı isyanlarda ise Koçgiri, Şeyh Sait, Sason Ayaklanması, Bicar ayaklanması, Ağrı ve Dersim isyanına yönelim daha kapsamlı olmuştur. Koçgiri isyanında; Topal Osman tarafından 500’den fazla insan katledilir, yerleşim birimleri yakılıp yıkılır, 32 aşiret reisi teslim alınır. Daha sonra Sivas Sıkıyönetim Mahkemesi Alişan Bey, Haydar Bey, Alişer Bey ve Zarife ile ayrıca 95 isyancıyı idama, 180 isyancıyı ise 5 yıl ile müebbet hapis arasında değişen cezalara mahkûm eder. Şeyh Sait isyanında; Seyit Abdulkadir ve Şeyh Sait başta olmak üzere 48 kişi idam edilir. Onlarca kişi de çeşitli cezalara çarptırılır. İsyan sonrası bölgede temizlik operasyonları yapılırken, halktan olaylara karışanlar tespit edilir ve bölgede silahlar toplanır. Ayaklanma sonucunda 206 köy ve 8758 evin yıkıldığı, 15 ile 20 bin arasında kişinin de öldüğü kayıtlara geçiyor. Aynı zamanda birçok aydın ve yurtseverde batı Kürdistan’a sığınır. Sason ayaklanmasında; Türk ordusu 1932, 1935, 1936 ve 1937 yılları olmak üzere dört sefer operasyon düzenler, bu operasyonlar sonucunda basılan köylerin çoğu yakılıp yıkılır. Toplamda 430 kişi katledilir. Bicar ayaklanması; harekât Diyarbakır, Silvan, Muş, Hazro, Lice, Kulp, Genç, Hani, Palu, Maden ve Çüngüş alanlarını kapsar. Bu harekât sırasında sık sık çatışmalar yaşanır. Harekât sonucunda resmi rakamlara göre 280 köy yakılmış, 2000’in üzerinde insan yaşamını yitirmiştir. Ağrı isyanlarında; isyanın olduğu bölgede binlerce köy yakılıp yıkılır, binlerce insan katledilir ve yaklaşık olarak 1400 ailede sürgüne gönderilir ve çoğunun yollarda katledildiği söylenir. “Bu harekât sırasında 12 Temmuz 1930 veya 13 Temmuz 1930’da Zilan Olayları yaşanır ve Ağrı eteklerindeki köyler tamamen yakılırken, ahalisi Erciş’e sevk ve iskân edilir. Zilan harekâtında imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır.”(53-54) O dönemdeki İngiliz Dışişleri kaynakları Erciş ve Zilan olayları hakkında şunları ifade ediyor; “Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığına ait rapor, Erciş ve Zilan yakınındaki Türk başarısının birkaç silahlı adam ve büyük bir çoğunluğu oluşturan silahlı olmayan sivillere karşı kazanıldığını aktarmaktadır.”(55) Dersim’e yönelim ise daha kapsamlı ve acımasız olmuştur. “Jandarma Umum Kumandanlığı’nın Dersim adlı kitabında dönemin İç İşleri Bakanı Şükrü Kaya’nın Başbakanlığa verdiği 18. 11. 1931 tarihli raporunun ek bölümü Lahika başlığı altında olduğu gibi verilmektedir. Bu ek, daha o tarihte (1931), hazırlığı yapılan saldırının başarısını takiben Dersim’de kimlerin nerelere sürgün ve iskân edileceğine ilişkin olarak Başbakanlığa sunulmuş bir plandır. Burada yaklaşık doksan aşiretten 347 önde gelen ailenin (3470 kişi) Batı’ya ve Trakya’ya sürgünü, bunlardan 72 ailenin Tekirdağ’a, 38 ailenin Edirne’ye, 56 ailenin Kırklareli’ne, 65 ailenin Balıkesir’e, 73 ailenin Manisa’ya ve 34 ailenin de İzmir’e iskânı öneriliyor. Nakliye masrafı ve güzergâhı bile saptanmıştır. ” Dersim’de zehirli gazlar kullanılır, uçaklarla her taraf bombardıman altına alınır, karadan ise on binlerce askerle kadın, çocuk, yaşlı demeden yaklaşık olarak 50 bin, kimi değişik kaynaklara göre 90 binden daha fazla insan katledilir. 206 köy yakılır 8758 ev yıkılır ve binlerce insan batı illerine sürülür. Aileleri tümden imha olan çocuklara devlet tarafından el konularak batıya Türkleştirmek üzere ağırlığı Kemalist ailelere evlatlık verilir. Daha sonra 10 yıl boyunca Dersim’e giriş çıkışlar yasaklatılır. Bu süreçte asimilasyon programlarına hız verilerek Dersim tamamıyla Kürtlükten çıkarılmak istenilir.
Bu arada Kürdistan’ı tamamıyla Türk ulus-devlet yapısına entegre edebilmek için Kürdistan’ın genelinde Kürtçe dili yasağı başlatılır. Kendi anadillerinden başka hiçbir dili konuşmayı bilmeyen insanlara kendi toprakları ve toplumsallığı içinde bilmediği yabancı bir dil ile konuşma dayatılır. Köyünde, mahallesinde, evinde ve çarşıda konuşulan her Kürtçe kelime karşılığında o dönemin parasına göre 5 kuruş ceza kesilir. Kendi anadilinden başka hiçbir dili konuşmasını bilmeyen bir topluma böylesi bir yasak getirmek o toplumun tümden susması yani lal bir toplum haline gelmesi anlamı taşıyordu. Kürt toplumuna ya lal olmayı seç yada Türkçe konuşmayı öğren dayatmasından başka bir şey değildir. Şark Islahat Planı’nın bir maddesi de bu yasaklamaya göndermede bulunuyordu. Bakın ne diyor; “Malatya, Elaziz, Diyarıbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur (Adıyaman), Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair müesseste ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananlar hükümet emirlerine ve belediyeye muhalif ve mukavemet etmek suçundan cezalandırılırlar.” Aynı şekilde bazı özel kanunlarla Kürdistan’da devlet kurum ve kuruluşlarında göreve alacak hiçbir memurun yerli yani Kürt olmamasına özen gösterilir. Böylelikle devletin herhangi bir kuruluşuyla- hastaneler, sağlık ocakları, öğretmenler, hakimler, savcılar vs.- ilişkilenen herkes Türkçe öğrenilmeye zorlanılmış olacaktır.
Yarın: 1940 ile 1970 Arası Uygulanan Göç ve İskan Politikaları / 1970 ile 2000 Arası Uygulanan Göç ve İskan Politikaları / 2000 ile 2016 Arası Uygulanan Göç Ve İskan Politikaları
Göç Dosyası-Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi