“Mahşer günü gibiydi; Tanrı’nın huzurundaydık.” sözleri Enfal’e şahit olan ve hala hayatta kalma mücadelesi veren yurttaşlardan birine ait, bu cümleler günümüze kadar çok sayıda Enfal’i yaşayan Kürt halkının insanlık tarihi hafızasındaki yerini özetler nitelik taşıyor. Elma kokulu ölümleri, Kimyasal Ali’leri, chaşları Enfal ve Enfal’e giden sürecin yanı sıra yaşananları Göç Dosyası’nın 10. bölümünde ayrıntılarıyla okuyabilirsiniz.
Nüfus Sayımıyla Teslimiyete Çağrı
İran ile savaşımından dolayı epey yıpranan Irak ordusu Kimyasal Ali’nin Kürdistan’da başlatmış olduğu operasyonun kapsamına gücü yetmiyordu. Bu operasyonlar hem ciddi bir ekonomik güç gerektiriyordu, hem de arazinin genişliğinden kaynaklı epey bir ordu gücüne ihtiyaç vardı. Irak ordusu sanki İran ile savaşı durdurmuş Kürtlere karşı savaşı başlatmışcasına, Kimyasal Ali Kürdistan’ın tüm coğrafyasını önüne almıştı. Ordu gücü yetmeyince operasyonlara ve köy imha etme çalışmalarına Haziran -1987- ayının sonlarına doğru ara verilir. Burada ki asıl hedef elindeki ordu gücüne göre daha öncelikli olan alanlara operasyon düzenlemekti. Zaten kısa bir süre sonra asıl hedef belirlenmişti “Musul’dan Erbil, Kerkük ve Duzxurmatu’ya, oradan da doğuya dönmeden Kifri, Keler, Pîbaz ve Derbendîxan’a giden otoyol etrafındaki, önceden hükümetin kontrolü altında bulunan geniş bir bölgeyi ortadan kaldırmak şeklinde oldu.” Tüm bunlar Enfal operasyonlarının ön hazırlığıydı. İkinci önemli hazırlık ise Enfal operasyonlarının hemen öncesinde bizzat Kimyasal Ali tarafından Kürt halkına sözüm ona “ulusal saflara” çağrıyla tanınan bir şanstı. Bu çağrının esas amacı Kürt halkını devletin yanında ve karşısında olmak üzere keskin bir ayrıma götürmekti. Köylerini ve yerleşim birimlerini bırakıp devlete ve onun oluşturmuş olduğu merkezi kamplara yerleşenler “ulusal saflara” katılmış sayılacaktı. Kendi köylerinde ve yerleşim birimlerinde kalmakta ısrar edenler karşı taraftandı ve dolaysıyla düşmandılar.
Bu keskin ayrımı yapmanın tek yolu Kimyasal Ali’ye göre yeniden nüfus sayımı yapmaktan geçiyordu. Yapılacak nüfus sayımı bildiğimiz diğer nüfus sayımlarından çok farklı olacaktı. Burada asıl amaç ülkedeki nüfusun belirlenmesi değildi. Nüfus sayımına katılan herkes direk “ulusal saflara” katılmayı, sayıma katılmayanlarda ülke vatandaşlığından düşürülüp karşı taraftan sayılarak safları netleştirme sayımı oluyordu. Dünyanın hiçbir yerinde nüfus sayımına katılmadığı için sorgusuz sualsiz ölüm cezasına çarptırılan bir uygulama ile karşılaşılmış mıdır? İşte bu nüfus sayımının böyle bir özelliği vardı. Sayıma katılmayanlara Irak yasalarınca hakkında gıyaben ölüm cezası veriliyordu. Yine sayım yapacak olan memurlar halk içinde dolaşmıyordu, Irak ordusunun hâkimiyetinde ki bir bölgede açmış oldukları bir büro ile işleri yürütüyürütüyorlardı. Nüfus sayımına katılmak isteyenlerin kendileri gidip bu bürolara başvurmak zorundaydılar. Bu uygulamanın bir diğer amacı ise Peşmerge güçlerinin denetimindeki halkında gelip Irak güçlerine teslim olmasıydı. Bu bir sayım değil açıkçası teslimiyet belgesinin verilmesiydi. Çünkü sayıma katılmak, aynı zamanda yaşadığı yeri bırakıp onların denetiminde ki merkezi kamplardan birine yerleşmek anlamına geliyordu.
Bu sayıma Başur’ê Kürdistan halkının %70’i katılmamıştır. Çünkü o ana kadar görmüş oldukları uygulamalar dehşet vericiydi. Ölüm ve kalım kararının, sadece ama sadece psikopat ruhlu bir adamın elinde olduğu birinin inisiyatifine kim kendini bırakabilir. Sivil Kürt halkının yüreklerine korku ve dehşet salmış bu güruhun vereceği söze kim güvenebilirdi ki? Onun için halkın çoğunluğu olabildiğince bu güruhtan kaçmayı ve uzak durmayı tercih etmiştir. Seçime katılan Kürtler ise onlarla birlikte hareket eden ve onların denetimindeki alanlarında bulunan kesimler olmuştur. Zaten sayımdan sonra eşleri ya da birinci derece akrabaları peşmerge güçlerinin içinde olan ama kendileri Irak ordusunun denetiminde ki kamplarda ya da yerleşim birimlerinde olan ailelerin kabul edilmeyeceği ve onlarında Peşmerge güçlerinin bulunduğu alana gönderileceği kararı alınır. Ama tüm erkekler ayıklanarak sadece kadınlar gönderilir. Erkeklerin çoğundan daha sonra hiç haber alınmayacaktır. “6 Eylül’de Ali Hasan el–Mecid, sayım hazırlıklarını görüşmek üzere Baas partisi üst düzey yetkilileri ile bir toplantı yaptı. Mümkün olan en yasal şekilde herkesin tek tek hangi tarafta yer aldığı tespit edilecekti. “Pişman olan bozguncuların” sayım gününe kadar sürüye [devletin saflarına –y.h.n.] katılmalarına izin verildi. Ancak 17 Ekim’den sonra “silahlarını teslim etseler bile” kabul edilmeyeceklerdi. Aynı zamanda, El–Mecid, pişman olmayan sabotajcıların ailelerinin hükümet kontrolündeki bölgelerde kalmasını kabul edilemez buldu. Bu insanlar, yasak bölgelerdeki sabotajcı akrabalarının yanlarına gönderilecek ve zorla onlara katılmaları sağlanacaktı. Söz konusu aileler, bozguncu akrabalarının olduğu bölgelere sürülecekti, bunun tek istisnası, 12 ve 50 yaş arası erkekler gözaltına kalacaktı.”(79)
“1977 sayımında Süleymaniye’nin 1.877 köyü bulunmaktaydı; 1987 sayımında bu sayı 186’ya düşmüştü. Yaklaşık 1.700 köy resmi haritadan silinmişti. Bunların birkaç yüz tanesi 1970 sınır temizlikleri sırasında ve İran savaşının değişik aşamalarında yok edilmişti. Buralarda oturanlar, 1987 sayım listesinde de yer alan dokuz komplekse yerleştirilmişlerdi. Kalan köyler sayılmadı, çünkü onlar pêşmergenin tesirindeki ‘yasak bölgelerdeydi.”(80)
Sayım bittikten sonra saflar netleşmiş oluyordu. Ondan sonra sayıma katılmayan bölgeler yani Başur’ê Kürdistan’ın %70’i ağır bombardımana tutulur. Bunun yanı sıra toplu katliamların yapılması için talimatlar verilir. Aslında Enfal operasyonlarının startının verilmesiydi. Irak ordusuna göre her şey netleşmişti, bunun için daha sistematik ve kapsamlı bir şekilde öncelikli operasyon alanları belirlenerek sırayla bunların insanlardan arındırılması gerekiyordu. Yani soykırım operasyonlarının startı verilmiş oluyordu.
“Enfal’ın ana askeri hamlelerini, Birinci ve Beşinci Kolorduların düzenli birlikleri yapıyordu, İran cephesinden fırsat kaldığında diğer birliklerin desteği de alınıyordu. 5 Seçkin Cumhuriyet Muhafızları, Enfal’ın ilk evresinde görev aldılar; Enfal’da yer alan diğer birlikler arasında ise Özel Kuvvetler (Quwat al–Khaehs), Komando Kuvvetleri (Maghawir) ve Acil Kuvvetler (Quwat al–Taware) bulunmaktadır. Acil Kuvvetler, Baas partisi kontrolündeki terörizme karşı şehir timleridir. Son olarak ise, düzenli ordunun önünde yerleşim yerlerine girip köyleri yakmak ve yağmalamak, kaçak köylüleri takip edip yakalayarak teslim etmek gibi çeşitli destek faaliyetleri ise paramiliter Kürt cahşlar tarafından yerine getiriliyordu.”(81)
1.Enfal Operasyonu:
“Mahşer günü gibiydi; Tanrı’nın huzurundaydık.”
Operasyon başlangıcı, YNK için önemli bir üs alanı olan ana karargâhının üstlenmiş olduğu Caf aşiretinin bulunduğu Cafatî vadisineydi. Yine YNK’nin politbüro üyelerinin çoğunluğu, hastanesi ve radyo istasyonu Yekşamar ve Bergelî köylerinde üslenmişti. Yine YNK’nin ikinci bölge komutanlığı Sergelî nahiyesindeydi. Bu bölgenin tümü daha önceden Irak ordusu tarafından yasaklı bölge olarak ilan edilmişti. Bu vadide yaklaşık olarak 30 köy vardı. Ayrıca ilk kimyasal silahı 15 Nisan 1987 tarihinde burada kullanmışlardı. 23 Şubat 1988 tarihinde Irak ordusu büyük bir güç ile bu alanı abluka altına alır. Öncelikle yoğun bir hava bombardımanı yapılır. Daha sonra ise karadan ilerlemeye başlarlar. Bu anı olaya tanıklık eden bir peşmerge şu şekilde açıklıyor; “Karargâhı kuşatan ordu o kadar büyüktü ki sanki bölgeyi Kürdistan’ın diğer kısımlarından ayıran bir çit vardı”. Gölün doğu yakasındaki Bingird’den Dokan’a, sonra da Süleymaniye’ye ve Mawat ve Çwarte kasabalarına kadar uzanan cephe hattı tam altmış dört kilometre uzunluğundaydı. Saldırıda ordu, hava kuvvetleri ve Enfal’ın sadece başlangıç aşamalarında görevlendirilmiş olan seçkin Cumhuriyet Muhafızları’nın yer almıştı.” (82) Bu saldırıda peşmerge güçlerinin direnişi kırılınca ordu buldozerlerle bu vadiye girerek tüm köyleri tek bir ev ayakta kalmayacak şekilde yerle bir etti. Canını kurtaran insanların çoğunluğu çareyi tekrardan sınıra yakın olan İran’a kaçmakta bulmuştu. Kaçanlar sadece siviller değildi peşmgergelerde saldırının kapsamını görünce ne halkı nede kendilerini savunacak güçlerinin olmadığını anlamışlardı ve hızla alandan çıkmaya başlamışlardı. Sergelîli orta yaşlı bir köylünün belirttiği gibi “50 yılda biriktirdiğimiz her şeyi bıraktık da geldik”. “Halk paniklemiş sığır sürüsü misali dağlardan İran yönüne hareket ediyordu. Yağmur yağıyordu. Savaş uçakları tepemizdeydi….Sergelîli altı kişi yolda donarak öldü ve diğer köylerden otuz kişi de aynı vadide öldü.” (83)
• Halepçe Katliamı:
Birinci enfalın ikinci ayağı 60.000 nüfusu olan Halepçe kasabasıydı. Iraklı bir üst düzey yetkili Halepçe kasabası için Washington Post’dan Patrick Tyler’a yapmış olduğu açıklamada; “Tarihimizde ilk kez İranlıların saldırmasını istiyoruz “diyordu. Çünkü Halepçe kenti bulunduğu coğrafik konumu gereği Irak rejiminin uzun süreden beri hâkimiyet kuramadığı bir alandı. YNK, Sosyalist, Komünist ve İslami hareketlerin üs alanı gibiydi. Tüm hareketlerin ortak noktası ise İran ile sıkı ilişkilerinin olması ve İran tarafından desteklenmiş olmalarıydı. Bundan kaynaklı İran istihbarat güçleri ve askerleri Halepçe kasabasında cirit atıyorlardı. Dolaysıyla Halepçe her zaman Irak rejimi için kanayan bir yara olmuştur. Irak rejimi bunun intikamını almak istiyordu. Irak istihbarat örgütü, Halepçe’de ki hareketliliği fark etmiş ve İran ile YNK güçlerinin ortak bir operasyon hazırlığı içinde olduğu bilgisini daha önce almasına rağmen hiçbir tedbir almadan adeta saldırmalarını istiyordu. Bunun üzerine İran ve YNK güçleri birlikte 13 Mart 1988 tarihinde Halepçe kentine saldırırken, Irak askeri güçleri ve devlet memurları hiç direnmeden geri çekildiler. 16 Mart tarihinde önce top atışları, daha sonra ise yoğun hava saldırılarında napalm, fosfor ve kimyasal bombalar kullanıldı. Saatlerce hiç durmadan hava saldırısı devam ettirilir. Akşam olduğunda “Ölü bedenler –insanlar ve hayvanlar– sokaklara serilmiş, kapılarda yığılıp kalmış ve arabaların direksiyonlarına kapaklanmış vaziyetteydi. Hayatta kalanlar sendeleyerek dolaşırken histerik kahkahalar atıyorlar, en sonunda da yere düşüyorlardı. Koruyucu elbiseler giymiş ve yüzlerinde gaz maskeleri olan İran askerleri karanlık sokaklardan geçerek sıvıştılar.” (84) Gaz maskesi olanlar sadece İranlı askerler değildi aynı şekilde peşmerge güçlerinde de gaz maskeleri vardı. İran askerleri ve peşmergeler bu duruma hazırlıklıydılar. Halkı korumak içinde herhangi bir tedbirleri söz konusu değildi. Ona rağmen böyle bir şeye neden kalkıştıkları ve YNK’nin neden böyle bir oyunda yer aldığı bir muamma olarak kaldı. İran, Irak’ı uluslararası kamuoyunda zor durumda bırakmak için böyle bir oyuna başvurmuş olabilir? Peki, YNK’ye ne demek gerekiyor?
Irak ordusu kenti ele geçirdikten sonra, buldozerlerle girerek tüm evleri ve binaları yerle bir ederek Halepçe kentini adeta haritadan silmiş oldu. Şehirdeki halk, yerdeki cesetler dışında herkes İran’a kaçmak zorunda kaldı. Irak ordusu şehri yıktıktan sonra geri çekilerek şehri İran’a bıraktı. Kimi kaynaklara göre bu saldırıda 5000 ile 7000 insan öldü. 15000 insan yaralandı ve çoğunluğu kalıcı hastalıklara yakalandı. Ve halada bir çocuğun sakat doğması ve doğuştan karşılaşmış olduğu kimi hastalıkların asıl sebebinin kimyasal silahlar olduğu belirtiliyor. Irak ordusu Temmuz ayında Halepçe şehrine girdiğinde hala sokaklarda insan cesetleri vardı. İşin ilginç yanı Irak ordusunun, Halepçe katliamını Enfal operasyonun dışında tutmasıydı. Onun için Halepçe katliamından kaçan kimseyi tutuklamadılar. Onlara göre Enfal, şehirlere değil kırsal kesimde ki köylere karşı uygulanmalıdır. Bir diğer şey ise yapılanların propagandasının iyi yapılması gerekiyordu. Bunun içinde bu dehşete tanık olanların yüreklerine saldıkları korkunun gittikleri yerlere taşırılması ve istenilen düzeyde panik yaratılması amaçlanıyordu. Bir özel savaş taktiği olarak uygulamaya tabii olanların kendi dilinden olayı anlatmaları daha da etkili olacaktı. Oysa kırsal kesimlerde yapılan operasyonlarda kaçanlar tutuklandığı gibi, teslim olanlarda enfal operasyonları için hazırlanan kamplara götürülüyordu. Bu kamplar ölüm kamplarıydı.
Halepçe katliamın diğer önemli bir şeyi ise tüm Başur’ê Kürdistan halkı üzerinde yaratmış olduğu psikolojik durumdu. Daha öncede Irak ordusu çeşitli yerlerde kimyasal silah kullanmıştı ama bu düzeyde kapsamlı ve yoğunluklu değildi. Aynı şekilde peşmerge güçleri üzerinde de ciddi bir psikolojik etki yaratmıştı. Onun için Başur’ê Kürdistan halkı kafile kafile ülke topraklarından kaçıyorlardı. Ne peşmerge güçlerinin nede halkın, Irak ordusu karşısında zafer kazanacağına ve savaşabileceğine inancı kalmamıştı. Başur’ê Kürdistan, tarihinin en büyük göçünü bu dönemden sonra yaşadı.
Bu operasyondan sonra arka arkaya enfal operasyonları düzenlenir. 2. Enfal operasyonu (22 Mart – 1 Nisan) Karadağ mıntıkasına, 3. Enfal operasyonu (7-20 Nisan) Germiyan bölgesine olur. Çok geniş bir bölge olduğu ve tek harekette tüm yerleşim birimlerinin temizlenmesi mümkün olmadığıdan birinci operasyon Duzxurmatu’ya, ikinci operasyon Qadir Kerem’e ve Kuzey Germiyan’a, üçüncü operasyon ise Sengaw ve Güney Gemiyan’a düzenlenilir. 4.enfal operasyonu (3-8 Mayıs’ta) ilk operasyon küçük Zap vadisine, ikinci operasyon Göktepe ve Esker’e, üçüncü operasyon Taqtaq’ın doğusuna ve dördüncü operasyon Şiwan bölgesine yapılır. 5.-6.-7. Enfal operasyonları (15 Mayıs-26 Ağustos) Şeqlawa ve Rewandûz Dağı vadilerine yapılır. 8.enfal operasyonu (25 Ağustos-6 Eylül) Behdinan bölgesini kapsar. Operasyon olarak ismi geçen alanların tüm yerleşim birimlerinde -köy ve kasaba- “temizlik” operasyonu yapılır. Sekiz aşamada tamamlanan Enfal operasyonlarında kimi kaynaklara göre 4000 köy, tüm evleri imha edilerek yerle bir edildi ve 182 bin insan öldürülür. Operasyon kapsamına giren halkın değerli eşyaları, hayvanları ve taşınabilir tüm mal varlıkları askerler ve cahşlar tarafından talan edilir. Binlerce köy yerle bir edilir. Halepçe’den önce ve sonra defalarca kimyasal silah kullanıldı. On binlerce insan toplama kamplarına yerleştirdi ve en kötü koşullarda yaşamaya mahkûm edildi. Yüzbinlerce insan kullanılan kimyasal silahtan ve askeri operasyonların korkusundan Türkiye ve İran’a geçtiler. Sadece Behdinan operasyonunda 80 bine yakın insan Türkiye’ye geçmiştir. Kürdistan adeta insansızlaştırılmıştı. Şehirler, köyler ve kasabalar hayalet alanları andırıyordu.
• Cahşlar’ın Enfaldaki Rolleri:
Cahşlar’ın ( korucular) bu operasyondaki rolleri hiçte küçümsenecek düzeyde değildi. Her şeyden önce bölge insanı olmalarından kaynaklı araziye hakimiyetleri söz konusuydu. Irak ordusuna kılavuzluğun yanı sıra öncü kuvvetler olarakta operasyonlarda epeyce rol oynuyorlardı. Yine operasyonlardan kaçan halkın gelip teslim olması için önemli bir rol üstlendiler. Halk, o çaresizlik içinde tutunacağı bir dal ararken Arap askerlere değil de, tıpkı kendileri gibi Kürt olan ve kendi dilleriyle konuşan cahşlara tereddüt etse de inanmak istedi. Cahşlar o duyguları suistimal ederek, onları insafsızca ölüme gönderdiler. Bunun karşılığında ise kendi celladının taktirini aldılar ama hiçbir zaman celladın güvenini tam olarak kazanmadılar. Ama gereğinden fazla ganimet topladılar. Belki de operasyonlara çıkmanın temel sebebi, Irak ordusunun kendilerine vermiş olduğu ganimet sözüydü. Irak ordusu, cahşların aşiret reislerine müsteşar sıfatı vermişti. Diğer adıyla Milli Savunma Taburları’nın danışmanlarıydı. Danışmanlıkları askeri uzmanlıklarından gelmiyordu. Araziyi ve bölge aşiretlerini iyi tanıdıklarından kaynaklı kılavuzluk ve öncü kuvvetler olarak ileri sürülmelerinden geliyordu. Irak ordusu bu halk hainleri için çıkarmış olduğu kararda mükafatlarının ne olduğunu açıklıyordu; “Milli Savunma Taburları’nın danışmanları (müsteşarlar) ya da onların savaşçıları tarafından ele geçirilen, ağır, destek ve orta silahlar dışındaki her şey bedelsiz olarak kendilerine verilecektir.” Yine başka bir yerde; “Baas Partili “yoldaş” bunu bir cahş liderine şöyle tercüme etmiştir, “Adamları bize ver, malları senin olsun.” Ordu istihbarat subaylarının verdiği bir seminerde eski müsteşara şu söylenmişti, “Pêşmergeler birer imansızdır ve onlara böyle davranmak gerekir. Onlarla savaşırken ele geçirdiğiniz pêşmerge mallarını almalısınız. Tıpkı koyunları ve sığırları gibi karıları da sizin helalinizdir.” (85) Cahşlar tıpkı kendilerine söyledikleri gibi girdikleri her köyde ve kasabada önüne gelen her şeyi talan etmişlerdir. Talanda sınır tanımamışlardır. Çünkü bu onların kendi hakkıydı ihanetlerine karşılık verilen ödüldü. Evi ve köyü cahşlar tarafından talan edilen kadın gördüklerini şöyle ifade ediyor; “Cahşlar benim de bulunduğum sırada bütün mefruşat da dahil olmak üzere evimdeki her şeyi aldılar. Param yoktu ama ziynet eşyalarımı, hayvanlarımı ve traktörümü aldılar ve hepsini bir kamyona yüklediler. Köydeki diğer evleri de aynı şekilde silip süpürdüler. Sonra onları, elbiseler gibi evlerin içinde buldukları ve kendilerinin ve askerlerin işine yaramayan şeyleri yakarken gördüm. Evleri ateşe vermek için kerosen kullandılar; gözlerimle gördüm.” (86) Köylerin Cahşlar tarafında talan edilip yağmalamalarına, Irak ordusundan bir subay şaşkınlık içerisinde şu ifadeleri kullanır; “”Bu insanlar ölüme gidiyorlar; para ya da altınları yanlarına almış olamazlar.” (87) Kimi kaynaklara göre toplama kamplarına toplatılan insanların öldürüleceği konusu, Irak ordusu tarafından hiçbir zaman Cahşlara ifade edilmemiştir. Hatta daha önce – 1976 yıllarında – olduğu gibi merkezi ve daha modern köylere yerleştirecekleri ifade edilmiş. İşin aslı anlaşıldığında, bazı cahşların bu kamplardaki insanların kaçışına yardım ettiği halk tarafından da ifade edilmiştir.
• Toplama Kampları:
Toplama kampları tıpkı Hitler’in II. Dünya savaşında birçok ülkedeki Yahudi halkını toplayarak kapatmış olduğu kamplara çok benzemektedir. Belki bu kamplara toplanan sadece Başur’ê Kürdistan’daki halktı. Ama çocuk, yaşlı, kadın, erkek, hasta hatta Kürtlerin delileri bile bu kamplara toplanmışlardı. Peki neden sonra, II. Dünya savaşında Hitlerin Yahudi halkına uyguladığı katliamlardan daha beteriyle karşılaştıktan sonra. Toplama kamplarına kapatılmadan önce Irak ordusu en ağır hava bombardımanlarıyla çeşitli kimyasal silahlar kullanarak binlerce insanı katletmiş binlercesini de kimyasal silahla yaralamıştır. Irak ordusunun halk üzerinde yürütmüş olduğu psikolojik harp; somut uygulamalarıyla kadın, çocuk, yaşlı ve erkeklerin yüreklerine dehşet saçmıştır. Deyim yerinde ise cehennemdeki tüm zebaniler başlarına toplanmış. Kaçacak hiçbir yeri olmayan bu insanların gözlerinde ve yüreklerindeki korkuyu tahmin etmek mümkün değildir. Zaten o korkunun etkisiyle olacak ki, çoğu kadın ve çocuk çareyi kaçmakta değil cellatlarına teslim olmakta bulmuşlardır. Belki vicdanları galeyana gelirde affedilirler diye? Ama nafile çünkü bu uygulamaların sahipleri her şeyden önce vicdani seslerini dinleyecek karakterden yoksunlardı. Tıpkı HANNAH ARENDT’in Yahudi soykırımından yargılanmak için İsrail’e kaçırılan Hitler’in bir subayı olan Adolf Eichmann’ın için dile getirdiği gibi; “…Eichmann’ın defalarca karşı çıktığı şey iddia makamının savlarının aksine kendi inisiyatifiyle hiçbir şey yapmadığıydı. Tek yaptığı, iyi veya kötü niyet barındırmaksızın verilen emirlere harfiyen itaat etmekti. Bu tipik Nazi mazereti dünyada işlenmiş en büyük kötülüklerin önemsiz insanlar tarafından gerçekleştirildiğini açıkça ortaya koyuyor. Herhangi bir gayesi bulunmayan fikirden yoksun, ruhsuz kalpleri veya şeytani iradeleri olmayan insanlar. Birey olmayı reddeden insanlardır. Ve ben bu olguya kötülüğün sıradanlığı diyorum. Bir birey olmayı reddederek, Eichman o tek ve en belirleyici insani özellikten vazgeçmişti. Düşünebilme yetisinden yani. Sonuç olarak da ahlaki kararlar alma yeteneğine sahip değildir. Bu düşünme yetersizliği bir sürü sıradan adamın dev bir ölçekte ve daha önce görülmemiş bir biçimde kötülükler işlemeleri için imkân yarattı” diyordu. Evet, Arendt’in dediği gibi bu uygulamaların sahiplerinin şaşırtıcı sıradanlıklarıyla sarsıcı eylemleri arasında bir bağ kurmaya çalışıldığında bu karakterlerin ne kadar zavallı ve insani erdemlerden yoksun olduklarını anlarsınız. Acınacak durumda olanlar ölüme gidenler değil ölüm fermanını uygulayanlar olduğu gayet net ve anlaşılırdır. Bu duruma bakıldığında Hitler’in subaylarıyla Saddam Hüseyin’in subayları arasında hiçbir farkın olmadığı gayet net bir şekilde anlaşılır. O zaman Kürdistan’daki bu soykırımdan sadece Saddam Hüseyin veya Ali Hasan el–Mecid denilen şahsı sorumlu tutmak bu rejimin arkasında ki sistemi ve güçleri aklamak olur. Asıl karar sahibi ve onay makamları uluslararası hemonik güçlerdir.
Bu ruh haliyle toplama kamplarına taşırılmışlardır. Orada ilk yaptıkları şey tek tek geniş ve detaylı sicillerinin alınması, akraba veya aile içinde peşmerge güçlerine katılan olup olmadığı, daha önce sicillerinde Irak rejime karşı işlenen bir suçun olup olmadığı netleştirilir. Daha sonra 12- 50 yaş arası tüm erkekler ve evlenmemiş genç kızlar ayırt edilerek çöl ortasına konulmuş derme çatma çadırlara ya da barakalara konulur. Kimi kamplarda kadınlara yaklaşım daha kötüdür. Taciz, tecavüz vb. uygulamalara sık sık rastlanır. Bu kamplara konulan genç kızların çoğunluğu daha sonra hediye olarak Arap ülkelerine ve şeyhlerine gönderilir. Geri kalanlar bu ülkelerde tıpkı günümüzde DAİŞ’in Ezîdî kızlarına yaptığı gibi satılır. Erkelere günlük kaba dayak ve işkence neredeyse rutin bir hal alır. Topzawa toplama kampında kalan biri gördüklerini şu şekilde ifade ediyor; “Topzawa’daki şartlar oradaki herkes için dehşet verici olsa da erkek mahkûmların tutulduğu aşırı kalabalık barakalar göründüğü kadarıyla en kötüsüydü.” “Kendi salonumuzdan ayrılamıyorduk” diyor askeri hizmet için yaşı küçük olan fakat annesinin yanında kalmasına izin verilemeyecek kadar da büyük olanlarla bir arada tutulan, Qadir Kerem yakınlarından bir erkek çocuk. “Salon betondan inşa edilmişti, camsız olan pencere ve kapılarında çok sağlam ve kalın demir parmaklıklar vardı. Salon altıya otuz metre büyüklüğündeydi ve çok kalabalıktı. Yatmaya yer yoktu.”
Koşullar sıhhi olmaktan uzaktı. Mahkûmlar bağırsak hareketleri için odadaki tenekeleri kullanıyordu, idrarlarını ise kapının dışına ya da çömeldikleri yere yapıyorlardı. Eğer şanslıysalar, namlunun önünde beşli ya da onlu gruplar halinde bazen yolda koaks kablolarla döven muhafızlar tarafından günde iki kere tuvalete götürülebilirlerdi. Bu arada çoğu ishalden muzdaripti, özellikle de hapishane yemeği yemişlerse. “Anlatılmaması daha hayırlı olacak” diyen, Topzawa’dan canlı çıkabilmiş birkaç genç adamdan birisi. “Eğer aç olmasaydınız bu yemeği yemezdiniz. İçinde kemik artıkları ve yağların yüzdüğü bir tür çorbaydı. Herkes hastalandı.” Topzawa mahkûmlarının çoğu için bu bile yoktu—her gün iki küçük parça bayat yuvarlak ekmek (somun) ve biraz su. Bazılarına hiç yiyecek verilmiyordu. Fakat kadınlar ve çocuklar başka şekillerde ağır acılara katlanıyorlardı. Birlikte geçirdikleri kısa bir süreden sonra sopalı muhafızlar, yaşlı kadınları şiddet kullanmak suretiyle sürükleyerek kızlarından ve torunlarından kopardılar ve paldır küldür bilinmeyen bir yere yolladılar. Anlatılan en az iki olayda, askerler ve muhafızlar, Topzawa’daki ilk gecelerinde kadınların barakalarına daldılar ve çocukları, hatta memedeki bebekleri bile kadınlardan alıp götürdüler.” (88)
Sürekli bir şekilde kamplara getirilen ve çıkarılan insanlar vardı. Çıkarılan insanların çoğunluğunun ölüme gittiklerini herkes biliyordu. Yine kamp ortasında ibretlik olsun diye kafalarına kurşun sıkılarak ya da sopalarla dövülerek öldürülen insanlar vardı. Bunun yanı sıra açlıktan ölen çocuklarda söz konusuydu. Bu konuda Süleymaniye Özerk Bölge İstihbarat sorumlusunun 29 Ekim 1988 tarihli mektubunda şunlar ifade edilmiştir: “Bismillahirrahmanirrahim: Özerk Bölge’nin Güzide Yöneticisi, telefon görüşmemize istinaden, istenilen istatistikler aşağıdadır…” diye başlıyor. Yapılan eylemlerin özet bir listesi var: Ali Hasan el–Mecid’in kaleminin emriyle, suçlu dokuz bozguncu, ailelerinden on sekiz kişiyle beraber idam edildi; diğer on dokuz kişi yasak bölgelerde bulundukları, 20 Haziran 1987 tarihli 4008 no’lu talimatı ihlal ettikleri için idam edildi; diğer kırk yedi bozguncu Devrimci Mahkeme tarafından idam cezasına çarptırıldı. Ve son olarak, “aralarında şanlı ‘Enfal’ operasyonları sırasında tutuklananların da bulunduğu 2532 kişi ve 1869 aile, toplam 9030 kişi, el-Ta’mim (Kerkük) vilayetindeki Halk Ordusu kampına gönderildi.” (89)
Bu kamplara girenlerin çoğunluğu Irak’ın güney çöllerinde canlı canlı toplu mezarlara gömülerek öldürülmüşlerdir. Belki de üzerlerine kepçe ile kum döküldüğünde halada yaşamdan umutlarını kesmemişlerdi. Belki de umut edilen, bu zavallı insanların biran içinde olsa düşünme yetisine kavuşmaları ve yaptıkları kötülüklerden vazgeçmeleriydi. Çünkü umut edenler çok iyi biliyorlardı ki “düşünmek, insanlara o bir anlık beliren kritik zamanlarda felaketleri önleme gücü verir.”(Hannah Arendt) Ama ne yazık ki cellatlar düşünme yetilerini yitirmişlerdi. Onlar sadece emirlere uyan zavallı insanımsı yaratıklardı.
Devam edecek…
Göç Dosyası-Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi