Demek oluyor ki, 1980 sonrası çıkış zeminimizin tarihsel bir gerçekliği vardır. Bu tarihsel gerçekliğin izdüşümü üzerinde yürümüşüz. Kapitalist modernite unsurlarının ilkçağ Firavun ve Nemrutlarından hem çok daha acımasız hem de sayıca çok daha fazla olduklarını şimdiye kadarki çözümlemelerimizden (ideolojik gerçekliğimiz) çıkarsamak zor değildir.
HABER MERKEZİ – PKK’nin grup aşamasında temel sorun ideolojik ve politik öncülüktü. Özünü ise kavramsal ve kadrosal çalışmalar oluşturmaktaydı. Kürt sorununu çözmeyi sadece Kürtlerin değil, bütün Türkiye’nin, hatta Ortadoğu’nun temel toplumsal sorunlarının çözümünde kilit önemde gören grubun ideolojik ve politik kapasitesi bunun gereklerini karşılamaktan çok uzaktı. Kişisel beslenme ihtiyaçlarını bile karşılamakta güçlük çeken, iki elin parmak sayısını geçmeyen, çoğu da sallantıda olan, feleğin (Uygarlık da diyebiliriz) tokadını çoktan yemiş bu insanların ideolojik ve politik öncülük iddiaları kendi döneminde ancak bir hayal olabilirdi. Şüphesiz hayalsiz yol alınamaz; ama yalnız hayal ve umutla da özgür ve doğru yaşam gerçekleştirilemez. Yeterli kavram ve kadro oluşturabilmek, ilk on yılın temel faaliyet biçimiydi. Diğer bir deyişle ideolojik ve politik militan olabilmekti. Bunun öyküsünü ana çizgileriyle yansıtmaya çalıştık.
Ortadoğu’nun kutsal hicret alanına çıkışın bambaşka bir anlamı vardı. Hemşerimiz İbrahim’in Urfa’dan çıkış öyküsü her üç tek tanrılı din kitaplarının en önemli öyküsüdür. Ne ilginçtir ki, üç bin beş yüz yılı aşkın süreden sonra aynı gerekçelerle, aynı yoldan ve yaklaşık aynı sayıdaki bir inanç kabilesiyle aynı mekâna doğru yol aldık. Yine aynı alanda benzer çadırlarımızı kurduk. İbrahim’in buradaki savaşları ve sonuçları biliniyor. Aslında din savaşları denen olay, ideolojik ve politik mücadelenin başka bir söylemle, dinsel tarzda dile getirilmesidir. Eski Ahit’te İbrahim’in oğlu Yakub’un Tanrıyla güreşinden bahsedilir. İsrail adının kendisi El ile yani Allah’la Güreşen anlamına gelmektedir. Kavga dilidir ve ideolojik mücadeleyi ifade etmektedir. Kenan ellerindeki kabilelerle olan anlaşmazlık politik mücadeleyi dile getirmektedir.
İbrahim’den yaklaşık üç yüz yıl sonra bu sefer İbrani kabilesine önderlik eden Musa’nın Mısır’dan aynı mekâna, Kenan ellerine doğru çıkışı gerçekleşmektedir. Olay İbrahim’in Urfa’dan çıkışından biraz daha somut anlatılmaktadır. Musa’da simgeleşen çıkışın anlamı İbrahim’inkinden değişiktir. Artık ideolojik ve politik arayıştan çok kabilenin savaşçılığı, savaşçı karakter kazanması söz konusudur. İbrani kabilesi dinini ve tanrısını, yani ideolojik ve politik kimliğini üç yüz yıl önceden beri kazanmış ve bu uzun yıllarda pekiştirmiştir. Musa’nın aradığı şey yeni din ve tanrısı değildir; aradığı şey ilhamdır, o da On Emir’dir. Bu emri nasıl aldığının öyküsü de dönemin hâkim edebi ve dinsel diliyle anlatılmaktadır. ‘Emir’ askeri bir terimdir ve komutayla ilgilidir; kabileye emretmek, kabileyi savaş düzenine çekmek demektir. Tevrat’ta anlatılan biçimiyle Mısır’dan çıktıktan sonra ömrü Sina Çölü’nde kırk yıl süren savaşlarla geçen Musa’nın Eriha (bugünkü Filistin’de bir kent) eteklerinde fetih çabasındayken ölmesiyle bir dönem geride kalır. Demek oluyor ki, yaklaşık M.Ö. 1300 dolaylarında gerçekleşen bu mücadele döneminin tarzı veya dili savaştır. Tevrat’tan yorumlayabildiğimiz kadarıyla bu kırk yılın öyküsü günümüze yönelik çağrışımlarla doludur. İbrahim’in hegemon (tanrı-kral) Nemrut’tan kurtuluşu şiddetli bir ideolojik ve politik mücadeleyle ve Hicret pahasına gerçekleşirken, Musa’nın tanrı-kral Firavun’dan kurtuluşu biçim değiştirmiş bir mücadele yöntemiyle, silahlanmış militan İbrani kabile savaşçılığıyla mümkün olmaktadır. Savaş yine kutsal alana yönelik olarak yürütülmektedir. Alanın kutsallık niteliğini kazanması konumuyla bağlantılıdır.
İbrahim’in çıkışından günümüze kadar, neredeyse uygarlık tarihi boyunca, Kudüs çevresi farklı hegemonik güçler için tampon bölge rolünü oynamıştır. Bu rolü ilkin Sümer ve Mısır uygarlıkları arasında oynamaya başlamıştır. M.Ö. 3000-2000 döneminde bölge her iki temel uygarlığın, iki hegemon gücün uç bölgesi, özerk, marjinal alanı konumundadır. Bölgedeki kabile toplulukları her iki uygarlıkla yaptıkları ticaret yoluyla zenginleşmekte, üçüncü bir uygarlığın tohumlarını serpmektedir. Kabileler Hz. İbrahim’in çıkış döneminde (M.Ö. 1700-1650) bu özelliklerini korumaktadır. Çok sayıda özerk kabile ve inanç grubu bölgeye ayrı, özerk ve kutsal bir nitelik kazandırmaktadır. Dönemin Firavun ve Nemrutlarının zorba gücünden ve bu zorbalığın dinsel ifadesinden kurtulmak isteyen her topluluk (Bu dönemin temel topluluk biçimi kabiledir) kendi kabile gücünü hem öz savunmalı kılmakta, hem de bu yeni öz savunmalı kabilenin dinini inşa etmektedir. Tevrat esas olarak bu alandaki kabilelerin öz savunmalı dinsel mücadelelerinin öyküsüdür. İbrahim ve Musa’nın gerçekleştirdiği, belki de binlerce yıl önce alanda yaşanan benzer öykülere kendi modellerini eklemek olmuştur.
İsa’nın daha küçük olan kendi inanç kabilesiyle (on iki kişilik havariler grubu) Miladî yılın başlarında gerçekleştirmek istediği şey aynı öykünün başka bir versiyonudur. Hedef yine Kudüs’tür, kutsal olan çevresinin fethidir. İbrahim ve Musa’yla arasındaki önemli fark, Hz. İsa’nın İbrani kabilesinin hem dinî hem de siyasi ve askeri şefi olmamasıdır. Çok yoksul bir kâhin olarak, dönemin hiyerarşik yapılı Yahudi dininde reform yapmak amacıyla çıkışını gerçekleştirmektedir. Hem dini hem de kabileyi (yerleşik Yahudi kabilesi) bölmeye çalışmaktadır. Tarihin bilebildiğimiz en ciddi ve belki de ilk sosyal devrimlerinden biri söz konusudur. Spartaküs’le çağdaştır. Spartaküs’ün askerî olarak Roma’da başarmak (M.Ö. 70’ler) istediğini İsa Mesih Kudüs çevresinde devrimci ideolojik grupla gerçekleştirmeye çalışmakta, Kudüs’ü fethetmek istemektedir. Bu dönemde yine iki ana hegemon güç bölge üzerinde çekişmektedir. Roma ve Persepolis hegemonları bölgeye sık sık sefer düzenlemekte ve kendi işbirlikçilerini yerleştirmeye çalışmaktadır. İskender sonrası (M.Ö. 300 sonu) Helenistik Krallıkların da benzer bir konumu ve bu temelde kendi aralarında mücadeleleri söz konusudur. İsa ve grubu hem hegemonyacılığa hem de Yahudi işbirlikçilerine karşı bir nevi bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine atılmaktadır. Ama koşullar gereği bu mücadele ideolojik olarak (yeni bir dinsel çıkışla) yapılmaktadır. Bu gelişmenin günümüze kadarki sonuçları bilinmektedir.
Daha yakından bildiğimiz Hz. Muhammed’in çıkışı da başlangıçta Kudüs’ü hedeflemiştir. Kuran’da Mirac’ın (göğe yükseliş, Tanrıyla buluşma, yani yeni dinin gerçekleşmesi) Kudüs’te gerçekleştiği hikâye edilmektedir. Kaldı ki, Medine’ye yapılan hicret de Kudüs amaçlıdır. İlk namazların kıblesi Kudüs’tür. Hz. Muhammed’in kabilesi farklıdır. İbrani kabilesiyle benzer özellikler (Semitik özellikler) taşısa da, kendisi dönemin (M.S. 600’lerin başı) Mekke ve Medine yöresindeki Arap kabilelerini temel güç olarak değerlendirmektedir. Din olarak (mücadelesinin ideolojik çerçevesi) İbrahimî gelenekte üçüncü versiyonu gerçekleştirmektedir. Daha çok tüccar toplumu hedefleyen bir ideolojik çerçeve söz konusudur. İbrahim ve Musa’da kabilenin üst hiyerarşisi dine damgasını vururken, Hz. İsa’nın dininde kabilenin yoksulları esastır. Hz. Muhammed’de ise kabilenin orta tüccar kesiminin çıkarları, dolayısıyla orta sınıf toplumu yeni dine damgasını vurmaktadır. Hz. Muhammed’in çıkışının kendinden öncekilerden temel farkı, yürüttüğü ideolojik, politik ve askeri mücadelenin bütünlük arz etmesidir. İslamî çıkıştaki ideolojik, politik ve askeri bütünlük çok az dinde rastladığımız bir olgudur. Çok kısa bir zaman diliminde büyük başarılara erişmesi bu gerçeklikle bağlantılıdır. Bu, çağdaş devrimlerde bile örneğine çok az rastlanan bir başarıdır. İlk çıkışında kabile artıklarından, başıboş kişilerden, tüccar bir kadın ve bir köleden müteşekkil iken, kısa süre içinde (yaklaşık kırk yıl) üç evrensel imparatorluğu (Bizans, Sasani ve Habeşi) çökertmesi, yeni toplumsallığın ideolojik, politik ve askeri olarak bütünleşmiş gücünden ileri gelmektedir. İbrahimî geleneğin son evrensel halkasını oluşturmaktadır.
Kapitalist evrensellik İbrahimî evrenselliğin üç versiyonuna (Musevilik, İsevilik, Muhammedilik) karşı yürüttüğü savaşla kendi hegemonyasını inşa etmiştir. Şüphesiz her üç İbrahimî evrensellik değerleri olmasaydı, kapitalizm sistem olarak evrensel değer kazanamazdı. Kapitalizmin temelinde Sümer ve Mısır uygarlıklarından beri biriken maddi uygarlık kültürünün manevi (ruhban, dinî) uygarlık kültürü karşısındaki üstünlüğü yatmaktadır. Her iki kültürün de kent, sınıf ve devletle bağlantısı vardır. Aralarında iktidar ve istismar konusunda sürekli bir mücadele söz konusudur. Bugün de aynı gelenek güncelleşmiş haliyle devam etmektedir. Küresel gelişmeleri en çok bu mücadelenin belirlediğini, alandaki İsrail-Filistin çekişmesinden anlamak mümkündür.
Demek oluyor ki, 1980 sonrası çıkış zeminimizin tarihsel bir gerçekliği vardır. Bu tarihsel gerçekliğin izdüşümü üzerinde yürümüşüz. Kapitalist modernite unsurlarının ilkçağ Firavun ve Nemrutlarından hem çok daha acımasız hem de sayıca çok daha fazla olduklarını şimdiye kadarki çözümlemelerimizden (ideolojik gerçekliğimiz) çıkarsamak zor değildir. Yanlış anlaşılmasını istemem, ancak ilk on yıllık Ankara merkezli ideolojik mücadelemizle İbrahim’in, Musa’nın ve İsa’nın ilk dönemlerinde yürüttükleri ideolojik mücadele arasında ilginç benzerlikler vardır. Özellikle Hz. Muhammed’in Mekke’deki ilk on yıllık ideolojik mücadelesiyle arasındaki çarpıcı benzerlik göz ardı edilemez. Onların dönemin firavun, nemrut ve imparatorlarına karşı yaptıkları çıkışları, biz bunların bin kat daha beter nitelikte çoğalmış türevleri olan kapitalist modernite unsurlarına karşı gerçekleştirdik. Toplumsal mücadeleler hep tarihseldir. Derin tarihsel kökenleri olmayan hiçbir toplumsal mücadele yoktur. Kaldı ki, bizim dayandığımız tarihsel-toplumsal zemini de bu savunmada açıklamış bulunuyoruz ki, bu da hakikatin kendisidir. Özcesi, tarihsel-toplumsal akışın ana nehrinde kendimiz bir kol olarak akmışız.
Toplumu güncel gerçekliği içinde ele alan analizler karşısında çok dikkatli olmak gerekir. Kapitalist modernite sosyolojisi, toplumsal gerçekliği ‘şimdiki an’a boğar. Toplumun tarihle, geçmişle bağını çok acımasızca, aynı zamanda bilimsellik adı altında büyük bir yalan, saptırma ve maskelemeyle keser. Modernize edilen din de aynı sosyolojinin izinde yürür; bu sosyolojinin din maskeli biçimidir. Bu yönüyle hakikat (din geleneği dahil) karşısında sosyolojiden (pozitivist model) daha köreltici ve yalancıdır. Şunu demeye getiriyorum: 1980 sonrasında başlayan Cebel Şeyh eteklerindeki yirmi yıllık savaş halimiz, tarihsel-toplumsal temele dayalı ve anlamı çok büyük olan bir mücadeledir. İbrahim’in El Halil, Musa’nın Sina, İsa’nın Kudüs, Muhammed’in Medine’deki mücadelesinden derin izler taşır. Bununla yetinmez; Bruno’nun, Erasmus’un, Babeuf’ün, Bakunin’in, Marks’ın, Lenin ve Mao’nun izlerinden de etkilenir. Zerdüşt, Buda, Konfüçyüs ve Sokrates’ın izlerinden yoksun kalmaz. Tanrıça Star’dan İnanna, Kibele, Meryem, Fatma ve Rosa’ya kadar gelen izlerden nasiplenmeyi de ihmal etmez. Kapabildiği kadar toplumsal hakikatin tüm gerçeklerinden şerbetlenir.
1979 yılı Temmuz başında Urfa-Suruç’tan yapılan çıkışa ilişkin öykülemeler öğretici olabilir. Özellikle çıkıştan önce Ferhat Kurtay ile Nisan başında Diyarbekir’den ayrılış, Kızıltepe’de ve Xurs köyündeki günler anılmaya değerdir. Büyük şehidimiz Ferhat Kurtay, şüphesiz bu anlamlı günlerin abideleşmiş ifadesidir. Bahar sonlarında Kızıltepe’den Urfa’ya erişimiz, macera yanı da olan heyecanlı anları ifade eder. Uğradığımız her noktanın tarihsel bir anlamı vardır ve anlatılmaya değer özellikler taşır. Bu sefer yanımdaki kişi büyük şehidimiz Mehmet Karasungur’dur. Urfa’da yaklaşık son kırk günlük kalışımız tıpatıp İbrahim’in son günlerine benzer. Onun ayak izlerinden geçtik. Nemrut’un lanetini iliklerimizde hissediyorduk. Sürecin üçüncü büyük şehidi Ethem Akcan’ın hiç unutulmaz ruh hali geçmiş kutsallıkların somut haliydi. Çıkıştan sonraki dört beş yılı gerçek bağlılığın, çalışkanlığın, iş bitiriciliğin (Çok az okuması olan, kendi kendini eğiten biriydi) sembolüydü. Son nefesini verişi de bu gerçekliğinin ispatıydı.
Filistinlilerle ilişki kurduğumuzda, kapitalist modernite kendilerini çoktan yozlaştırmıştı. Ama havalarında devrimci esintiler de yok değildi. PKK’nin askerileşmesindeki payları inkâr edilemez. Fakat acı olan odur ki, bu ilişki onlardaki kapitalist zihniyeti kıramadı. Kısa vadeli günlük çıkarlar, anlamı çok büyük olabilecek bir diyalektik ilişkiyi kısır bıraktı. Filistinli komutanlar zorbela bir araya getirdiğimiz savaş kabilemizi, geliştirmiş oldukları ücretli asker statüsünde kullanmak istiyorlardı. Buna meydan vermedik. Devrimci ruhumuz ve direncimizden hiç taviz vermedik. Filistinlilere söylediğimiz, Türk devrimcilerine söylediğimizin aynısıydı: Kemal Pir’in deyişiyle “Kürdistan devrimi olmadan ne Türk, ne Arap, ne de başka bir Ortadoğulu halkın kurtuluşu söz konusu olabilir” diyorduk. Tarihsel ve enternasyonalist rolümüzü böyle oynayabilirdik. Yine de alandaki somut devrimci görevlere örnek düzeyde karşılık verdik. İsrail’e yönelik özel bir hamlemiz olmadığı gibi, 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgal saldırısından payımıza düşen, destansı direnişler sonucunda on şehit vermek oldu. Bu şehitlerimizin anısı orada geçen yirmi yılımızı besleyen ana kaynaktı. Onlar asla unutulamazlar ve anıları küçümsenemez. Bu ölümsüz şehitlerimiz gerçek enternasyonal değerlerimizdir.
Varlığımız gittikçe büyümekteydi. Lübnan ve Suriye Kürtleriyle hemen kaynaştık. Bu Kürtler ağırlıklı olarak Birinci Dünya Savaşı sonucunda bölünmüş ana Kürt kitlesinin bir parçasıydılar. Ulus-devletlerin gadrine uğramışlar, bir nevi mülteci gibi yaşamaya zorlanmışlardı. Daha az asimilasyona uğramış, Kürtlüklerini fark eden insanlardı. Tipik Kurmanc Kürtlerini oluşturmaktaydılar. Kapitalizm geliştikçe işsizleşiyorlardı. Bu nitelikleri onları hızla savaş kabilemize itiyordu. Daha gelişmiş silahlar ve askeri yaşamla tanışmak önemliydi. Kürt Özgürlük Hareketi’nde toplu askeri eğitim mevcut biçimiyle ilk defa gerçekleşiyordu. Saldırı altında olmak savaş deneyimini geliştiriyordu. Fakat yine de gittikçe kendini dayatan kişilik sorunları açığa çıkıyordu. Aslında yaşanan, zannettiğimizden daha derinlere giden toplumsal yenilenme ve oluşumla ilgiliydi. İslamiyet’in ilk yıllarındaki gibi farklı kabilelerden gelen, çoğu derme çatma ve birbirinden kopuk durumda olan insanlardan yeni bir toplum örneğinin oluşturulması söz konusuydu. Nitekim Musa’nın İbrani kabile boylarını disipline etmek için ne kadar zorlandığını Tevrat’tan öğrenmekteyiz. Geleneksel kabile kültürünü aşan yeni bir toplumsal kültür oluşturmak, bir nevi toplumsal atom bombası yapmaya benzer. İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra havarilerinin dahi uzun süre varlıklarıyla yoklukları bir olmuştu. Gladio’nun amansız terörü karşısında eski toplumsal kültürün savunamadığı insanları ayakta tutmak bile özel yetenek ve çaba gerektiriyordu. Ulus-devletlerin katılaşmış sınırlarını aştırmak, kimlik ve yatacak yer temin etmek, karınlarını doyurmak bile büyük sorunlar arz ediyordu. Gladio terörü gibi çağın en gelişmiş şiddeti karşısında militan ve savaşçı bir örgüt oluşturmak olağanüstü ikna gücüyle umut vermeyi, bunun için de inanç ve bilinç geliştirmeyi gerektiriyordu. Bu yeteneği gösteremeyen Türk Solu ve halk direnişçiliği hızla dağılmıştı.
Ülkedeyken en son Kürdistan Devriminin Yolu’nu yazmıştım. Manifesto niteliği taşıyan bu kitap gençliğe genel bir doğrultu vermek ve ideolojik perspektif kazandırmaktan öteye rol oynayamazdı. Önemliydi ama yeterli değildi. Önümüzde uzun vadeli askeri yaşam gibi zor bir sorun vardı. Bunun için yeni perspektifler gerekliydi. İlk adım olarak 1981’de Kürdistan’da Kişilik Sorunu, Parti Yaşamı ve Devrimci Militanın Özellikleri adı altında kaset konuşmalarımdan derlenen bir kitap hazırladık. Aynı şekilde örgüt adına elde olanı toparlamak için Temmuz 1981’de benim için önemli bir sınav olan Birinci Konferans dediğimiz toplantıyı gerçekleştirdik. Bu toplantıya sunduğum Politik Rapor yazılı haliyle mevcuttur. Dönemi kavramak için iyi bir belgedir. Bu konferans, örgütü toparlamanın ciddi adımlarındandı. Anısı yaşamımın değerli bir bölümüdür. Fakat sorunlar o denli yoğundu ki, dinamo gibi ideoloji, örgüt ve eylem üretmeyi gerektiriyordu. İlk gruplar yola çıkarılmış, Lolan ve Xakurke’de üslenmeye başlamışlardı. Gerilla savaşı başlatılmak durumundaydı. Diyarbakır zindanından gelen feryatlar bir an önce harekete geçmeye zorluyordu. Tam bu sırada Kürdistan’da Zorun Rolü gibi kapsamlı ve idealli bir çalışmayı kaleme aldım. Bu sefer yardımcım Duran Kalkan’dı. Bu değerlendirmeler dönem ve gruplar için ikna edici rol oynayabilirdi. Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek’in şahadetiyle sonuçlanan Büyük Ölüm Orucu eylemine mutlaka bir yanıt vermek istiyorduk. Ama ülke içindeki grupların baştan itibaren içine girdikleri tutum, daha doğrusu sorunlu grubun yapılanları tekrarlama, tarihsel anı doğru değerlendirememe ve gereksiz keşif hareketleri gibi yaklaşımlar yanıt vermemizi geciktirdi. Zamanında yanıt verilseydi, belki de idamları erkenden durdurabilir ve ölüm oruçlarının ölümle sonuçlanmasını engelleyebilirdik. 1983’ü bu nedenle kayıp yıl olarak hatırlarım.
1984’teki 15 Ağustos Hamlesi bana göre kesinlikle 1983 baharından itibaren daha kapsamlı olarak başlatılmalıydı. Hazırlıklarımız buna elveriyordu. Gerilla planlamamıza vurulan ilk ciddi darbelerden biri bu gecikme ve yersiz, başıboş ve sorumsuzca yapılan keşif hareketleri durumuydu. Bu durumdan sorumlu olanların bu süreci aydınlatmaları devrimci sorumluluklarının bir gereğidir. Aslında daha örgütlü bir müdahaleyi 1980 yazında Kemal Pir önderliğindeki grupla geliştirmeye çalışmıştık. Bu, Güney Kürdistan’da üslenmeye gereksinim duymadan, direkt Dersim’e kadar ulaşmayı hedefleyen bir girişimdi. Kemal Pir tesadüfen ve olmaması gereken biçimde yakalanmasaydı –Yakalanması Hareket için çok talihsiz bir olaydı-, PKK’nin komuta gerçeği başka bir hal alabilirdi. O’nun boşluğunu hiçbir arkadaş dolduramadı. Bu yıllarda Mazlum Doğan ve M. Hayri Durmuş’un peş peşe yakalanmaları da gerekmeyen, rahatlıkla önlenebilecek olan, ama gerçekleşen ağır kayıplardı. Yüreğimiz birkaç parçaya bölünmüştü. Bir yandan Ortadoğu kaosunda devrimci militan ve savaşçı örgüt yaratmak ve ülke içine taşırılan gerilla adaylarından umut beklemek, diğer yandan zindanlardaki figanlara dayanmak ve Avrupa’ya açılmak dört dönmeyi gerektiriyordu. Ethem Akcan dışında yardımcı olan çok azdı. Herkes bir biçimde kendini dayatıyordu.
Avrupa’daki Dev-Yol şefleri, Avrupa yolunu tutma konusunda yoğun çaba harcamaları ve kendi örgütlerini tasfiye ettikleri yetmiyormuş gibi, direncini kırmak amacıyla PKK’ye de yüklenmişlerdi. Öyle anlaşılıyor ki, en azından bir ihtimal, önlerine böyle bir görev konulmuştu. KDP, yardımcı olmak şurada kalsın, Kuzey Kürdistan Devrimi’ni engelleme rolünü ısrarla sürdürüyordu. Gittikçe açığa çıkıyor ki, 1926’daki Musul Antlaşması’nda kararlaştırılan Kuzey Kürdistan’dan vazgeçme ve bunun karşılığında KDP’yi ve Barzani ailesini destekleme politikası devam ediyordu. KDP’ye biçilen asıl rol, İran ve Türkiye Kürdistan’ı üzerindeki pasifikasyon uygulamalarına destek sunmaktı. Bu temelde Irak Kürdistan’ında kendi otonomi hareketinin desteklenmesini sağlayacaktı. Bu katı politikanın gerçekleriyle karşı karşıya kalmıştık. Irak-İran Savaşı yeni bir durum yaratmıştı, ama iç önderlik bu durumu hiç değerlendiremiyordu. Üstelik Hilvan-Siverek Direnişi’nin (1978-1980) seçkin önderi Mehmet Karasungur’u anlamı olmayan veya gerçekleşmeyecek bir KDP-YNK arabuluculuğunda şehit verdik. 2 Mayıs 1983’te kendisiyle birlikte İbrahim Bilgin’i gereksiz, çok talihsiz ve zamansız biçimde kaybettik. Karasungur belki de Kemal Pir’le birlikte gerillanın kaderini değiştirecek arkadaşlardandı. Mazlum Doğan, Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ferhat Kurtay başta olmak üzere zindandaki arkadaşlarımızın şahadet haberleri geldikçe, yüreğimize ve beynimize daha çok yüklenmekten başka çare bulamıyorduk. Gün acılara dayanma günüydü.
Gecikmeli de olsa gerçekleşen 15 Ağustos 1984 Hamlesinin haberi geldiğinde saatleri, günleri geçirmek mesele olmuştu. Sonuçları önemliydi. İlk defa derli toplu bir askeri eylem planlanıp uygulanmış, durumu kökten değiştirecek gelişmelere kapı aralanmıştı. Önemli olan, hamleyi daha da geliştirerek devamını getirmekti. Bu göreve oldukça yüklendik. Her alana gruplar hazırladık, yedekler oluşturduk. 1985 daha büyük bir hamle yılı olabilirdi. Özellikle Dersim ve Tolhildan eyaletlerine Botan eyaleti kadar ağırlık verilecekti. Amed, Garzan ve Serhat’taki güçlerimiz harekete geçirilmişti. Sabri Ok arkadaşın kış ortasında talihsizce yakalanması, Hacı (Sabri Gözübüyük) ve Hıdır arkadaşların öncü grubunun Bozova’da şahadetleri nedeniyle Adıyaman’a yönelik harekât gerçekleşemedi. Derin acılar veren kayıplar yaşandı. Araban üzeri giden Selim yoldaşın grupla birlikte kaybı da aynı yolda oldu. Buna rağmen alanda sonuna kadar kalındı. Dersim, Amed ve Garzan’da ileri düzeyde varlık göstermeseler de, gerilla birimleri varlıklarını hep korudular. Serhat’taki gruplar Ağrı Dağında hareketlenmişlerdi. Tanıdığım genç hemşerim Mehmet Ertürk burada şehit düşmüştü. Çok değerli Ağrılı yiğitlerin şahadet haberlerini de aldık. 1985’te beklenen atılımı yapamadık, ama tasfiye de gerçekleşmedi. NATO destekli Türk ordusunun klasik anlamda en güçlü saldırılarının yaşandığı yıldı. İki taraf için de bir dönemin sonu anlamına gelmekteydi. Türk ordusu açısından gerilla hamlesinin istenilen düzeyde gerçekleştirilememesi bir başarı olsa da, gerilla varlığının kalıcılık kazanması kendisi için önemli bir başarısızlıktı. Yapılan büyük hazırlıklar temelinde hemen her stratejik alanda halkın da güçlü desteğini kazanmış bir gerilla savaşını geliştirmek mümkünken bu şansı kullanamaması PKK açısından ciddi bir kayıptı. Ama hiçbir alandan sökülememesi ve varlığını koruması yine de küçümsenmemesi gereken bir başarıydı.
1986 her iki taraf için yeniden hazırlık yılı halinde geçti. 1986’da benim ve Hareketimiz için en acılı haber Mahsum Korkmaz yoldaşın şahadetiydi. Bu bizi bekleyen bütün tehlikeleri bağrında taşıyan bir haberdi. Etrafımda adeta yeniden bir kuşatma çemberi oluşuyor gibiydi. Öfkelenmiştim, olup bitenleri içime sindiremiyordum. Çok ucuz kayıplar verilmişti. Bu acıyla 1986’daki Kongre’nin tümüne katılmadım. Üçüncü Kongremiz oluyordu. İkincisini 1982’de, Suriye’nin güneyinde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin kampında yapmıştık. Birinci Konferans’ın bir nevi tekrarıydı, ama ülkeye yoğun dönüşü başlatma kongresiydi. O kongre sırasında şahadet haberini duyduğum Avrupa’dan harekete katılan hemşerim Adnan Zincirkıran’ın Fırat kıyısında yakalandığında, kendisiyle birlikte bir yüzbaşıyı da uçurumdan aşağıya yuvarlaması olayı hep bir yürek sızısı olarak hatırımdadır. Böylesi haberler o kadar çoktu ki, hepsine yanıtım kendime daha çok yüklenmek oldu.
Üçüncü Kongre tam bir yargılanma kongresi oldu. Herkes birbirini yargılıyordu. Kesire ve Selahattin Çelik yolun sonuna gelmişlerdi. Kongre her ikisi için de ölümcül kararlar almıştı. Öyle ki, şoförüm Ferhan, Kesire’nin dört ata bağlanıp parçalanması gerektiğinden bahsediyordu. İkisini ölümden kurtarmak yine bana düşmüştü. Selahattin’in TC ile teslimiyet görüşmelerini Cudi Dağı üzerinden yürüttüğü söyleniyordu. Kesire’nin benim için çözümlenmesi zor olan korkunç soğuk duruşlarının arkasında neler yatıyordu? Ferhan (Diğer şoförüm Sabri’ydi) neyi tespit etmişti de böylesi bir sonuca varıyordu? Mehmet Sait de (Ethem Akcan) ölmeden önce “Başkan’ın ardından ne büyük dolaplar çevriliyor” demiş, kahrından can vermişti. 1980 sonrasında bana yönelik komplolardan birinin Dev-Yol içinde örgütlendiği kuşkusunu hep duydum. Eğer planlandıysa, Türk Gladio’su ve iç güvenlik güçlerinin bu yoldan bir komplo denemesine giriştikleri kanısındayım. Açıktan tasfiyecilik yapmaları, Alman devletinin desteğini arkalarına almış olmaları ve PKK’yi kendileri için ilk hedef haline getirmeleri bu ihtimalin hiç de küçümsenmemesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Kesire’ye yönelik büyük öfkenin ve öldürme kararlılığının nedenlerini hiçbir arkadaş bana açıkça anlatmadı. Kişiliğime yönelik büyük hakaretleri ve tahrikleri söz konusuydu. Ama bunlar öldürme kararı için yeterli gerekçe olamazdı. Onun için hep merak ettim, kuşku duydum: Acaba şoförleri elde ederek mi bir komplo yapmayı düşünmüştü? Şoförlerden birinin kaçması, diğerinin intihar girişiminde bulunması ve ölüme koşarcasına ülkeye geçip şahadete ulaşması benim için hep düşündürücü oldu. Selahattin Çelik’i kendi elimle Avrupa’ya yolladım. Kesire ise 1987 ortalarında Atina’da muhtemelen Yunan istihbaratının da desteğiyle kayıplara karıştı.
Bu arada 1982’de Bulgaristan’a bir gezim olmuştu. Kanımca o dönemde ülkelerindeki Türkleri göçe zorlamak isteyen Bulgarların bu konudaki tutumumu netleştirmek istedikleri bir geziydi. Reel sosyalizmin durgunluğunu ilk elde orada gözlemledim. Her taraf revizyonizm kokuyordu. İkinci gezim 1987’de KGB’nin desteğiyle gerçekleşmişti. Belki de Sovyetler Birliği’nin çözülüşü öncesindeki son davetlerden biriydi. Bu gezilerin ciddi bir desteğe yol açmaması, yaşanan iç sorunlardan kaynaklansa gerek. Tek yararları belki de Suriye’de güvenlikli kalmam konusunda sağladıkları destekti. Bu yıllarda çok sayıda Irak, Lübnan ve Filistinli örgütle görüştük. Dostluk mesajları alıp verdik. Fakat destek sözleri pek pratikleşmiyordu. Özellikle El Fetih Türkiye ile ilişkilerinde konumumdan en çok yararlanan örgüt oldu. Suriye’de Esad kardeşlerin bize yaklaşımı örgütsel olmaktan ziyade kişiseldi. Çok tecrübeliydiler. İstihbarat üzerindeki yaklaşımları da ustacaydı. İsteselerdi büyük gelişmelere yol açabilirlerdi. Türkiye’den çekiniyorlardı. Amaçları üzerimizden Türkiye’yi dengelemekti. Bu politikalarında da başarıya ulaştılar. Fakat Kürt kimlik ve özgürlük hareketi de bu ilişkiden tarihsel sonuçlar elde etmesini bildi. Benzer bir ilişki Yunanistan üzerinden gelişti. Fakat onlar Türkiye’den beklentilerini karşılayamadılar. ABD ve AB ülkelerinin politikaları ‘tavşana kaç, tazıya tut’ biçimindeydi. Bu geleneksel politikadan hiç sapmadılar. Ne öldürecek kadar bastırıyorlar, ne de çözümü mümkün kılacak ölçüde destekliyorlardı. Çözümsüzlükten büyük yarar sağladıklarının oldukça bilincindeydiler. 19. ve 20. yüzyılda geliştirilen bu politika 21. yüzyıla da yayılmak istenmektedir.
PKK’nin ilk gerilla hamlesi komuta yetmezliğine takılmıştı. Ciddi bir tutuculuk ve yetmezlik açığa çıkmıştı. Bekaa’daki Üçüncü Kongre gerçeği bunu ifade ediyordu. Komuta gerçeği üzerine çözümleme yapma gereği ortadaydı. İlk deneme yazılarını bizzat kaleme aldım. Birçok kaset konuşması yaptım. Pratik tedbir olarak grubun ilk kuşağından geriye kalanlar Avrupa’ya çıkarıldı. En değerli komuta adaylarının şahadetlerinden sonra geriye kalanlar, kurnazlıklarıyla sağ kalmayı başaranlar ve bazıları da muhtemelen sızma olan unsurlar yeni dönemin komuta boşluğunu doldurmaya çalışacaklardı. Bunların maskesi bütün çıplaklığıyla 2002-2004 tasfiye ve ihanet hareketinde düşecekti. Ferhat (Osman Öcalan), Botan (Nizamettin Taş), Ebubekir (Halil Ataç), Serhat (Hıdır Yalçın), Ekrem (Hıdır Sarıkaya), Celal, Doğan (Şırnaklı), Kani Yılmaz (Faysal Dunlayıcı) ve diğer çok sayıdaki unsur, Dörtlü Çete ve Çürükkayalar Çetesiyle birlikte hareketin iplerini objektif olarak ele geçirmiş durumdaydılar. Onlara bu yolu açan, eski kuşak kadroların merkezî rollerine sahip çıkmamaları ve başta Mahsum Korkmaz ve Mehmet Karasungur olmak üzere çok sayıda dürüst ve komuta rolünü gerçekten üstlenebilecek arkadaşların ağırlıklı olarak komplo yöntemleriyle tasfiye edilmeleriydi. Birçok gösterge 1990 başlarında bana karşı yapılması düşünülen komplo ile örgütün tümden ele geçirilmesinin planlandığını ortaya koymaktadır. JİTEM’in kurucularından Cem Ersever’in öldürülmesi bu planla yakından bağlantılıdır. Star TV’ye konuşan iki ajanın “Bize Öcalan’ı ölü değil sağ ele geçirmemiz emredilmişti” biçimindeki itirafları konuya ilişkin önemli ipuçlarıdır. Ayrıca Hasan Bindal’ın şahadeti açık bir işaretti. Amed’de Sait Çürükkaya ve Şemdin Sakık gibi çete unsurlar dışındaki tüm dürüst komuta kadrosunun, Dersim’de Doktor Baran’ın tasfiye edilmesi de bu dönemdedir. Botan alanı zaten Cemil Işık ve avenesine terk edilmişti. Sıra Bekaa’daki durumumun çözümüne gelmişti.
Gerek PKK’lileşme gerekse ordulaşma ve hatta cepheleşmenin (HRK’leşme ve ERNK’leşme) bütün sorunları olduğu gibi duruyordu. Tüm sorunlar üzerime yığılmıştı. Dürüst unsurlar sadece ölmesini biliyorlardı. Taktik sorunların üstesinden gelme akıllarından bile geçmiyordu. Büyük fedakârlıklar ve cesaret örnekleri az değildi, ama cesaret ve fedakârlık kendi başına pratik taktik sorunların çözümü için yeterli olamazdı. 1987 baharıyla birlikte bu sorunlara çözüm getirmek amacıyla çözümleme metoduna yüklendim. Daha önce broşürler halinde değindiğim konuları, bu kez ses ve görüntü kasetlerine de kaydedilmek üzere derinliğine çözmeye çalıştım. Karşımda üç aylık devreler halinde düzenlenmiş yaklaşık dört yüz kişilik eğitim grupları durmaktaydı. Yılda bin kişiyi aşan sayıda gerilla adayının eğitildiği yeni bir eğitim süreci söz konusuydu. Bu eğitimlerle bütün iç ve dış tasfiyeciliklerin önüne geçilmek istenmişti. Tasfiyecilik adeta imkânsız kılınmış, bu beklenti içinde olanların hevesleri kursaklarında kalmıştı. Öyle anlaşıyor ki, bazıları dört gözle bana ne olacağını bekliyorlardı. Bu beklenti oldukça güçlüdür ve izleri hâlâ vardır. Avrupa’ya yolladığımız eski kuşaktan yoldaşlar Almanya’nın öncülüğünde başlatılan saldırıyla 1987’den itibaren tutuklanmışlardı. Bu olay bile Almanya’nın Avrupa Gladio’sunun merkezi olduğunu ve PKK’ye yönelik Gladio hamlesini açıklamaya yeter. Almanya TC’den daha fazla, üstelik çok daha planlı ve sinsi bir biçimde PKK’nin tasfiyesiyle uğraşmıştır. Buna rağmen Avrupa’daki Kürt halkının kimlik ve özgürlük talepleri etrafında harekete olan bağlılığı, Avrupa üzerinden geliştirilen tüm tasfiyeci planları fazlasıyla boşa çıkarmaya yetiyordu. Bu dönemde Suriye ve Avrupa’daki halkımızın eşsiz bağlılığı olmasaydı, PKK’yi ve devrimci savaşı ayakta tutmak çok daha zor olurdu. Her iki alandaki halkımızı hep saygı ile anmak ve kutlamak gerekir.
Kadın konusuna ilişkin çözümlemelere ilk defa 1987 Mart’ında başladım. Kadın üzerinden başıma, dolayısıyla hareketin başına yığılan belayı iliklerime kadar hissetmiştim. Değerli yoldaşlarımı çıldırtan tavırlara karşı ilk defa yeni bir yöntemle, çözümleme yöntemiyle yanıt vermeye çalıştım. Başta Pazarcıklı Ayşe Akarsu, Dersimli Saime Aşkın ve Nusaybinli Ayten olmak üzere bazı kadınların ölümle cezalandırılmalarını içime sindiremememin de bunda rolü vardı. Kadın sorunu gittikçe ciddileşen bir sorundu. Her devre başında bu konudaki çözümlemeleri de bir adım daha derinleştiriyordum. Genç kadınların saflarımızda gittikçe birikmesi, kadın özgürlük problemine köklü yanıtlar bulunmasını zorunlu kılıyordu. Fakat başımdaki amansız Kesire belası bu çalışmamda başat rol oynuyordu. Kendisini öldürmek doğru olamazdı, fakat kendisiyle bir saat birlikte yaşamayı bile imkânsızlaştırmıştı. Çok zeki bir unsurdu. Nitekim Mahsum Korkmaz yoldaş şehit düştüğünde söylediği şu sözler ne kadar zeki ve örgütü doğru takip eden bir kişi olduğunu gösterir: “En güvendiğin kişi olan Mahsum Korkmaz da gitti. Şimdi ne yapacaksın?” Geri adım atmamı ve kendisine teslim olmamı bekler gibiydi. Böylesi yaklaşımların doğurduğu büyük öfke ve acıyla 1987 hamlesine başlamıştım. Geleneksel yönteme göre kendisini bin defa öldürmek veya boşamakla sorunun üstesinden gelinebilirdi. Ama böylesi bir tutum benim için ideolojik ve politik yenilgi anlamına gelirdi. Ayrıca örgütü, partiyi kendisine teslim etmek veya kendisiyle paylaşmak da aynı sonuca götürürdü. Dürüst bir unsur olsa bile emeği yoktu. Sadece ustaca gözlemde bulunur, taktik hamlelerin olumsuz anlamda tetikleyicisi olurdu. Onun şahsında kadınla ilgili ne varsa çözmek istiyordum. Ayrıca etrafımda gittikçe kendini dayatan kadın-erkek ilişkilerine köklü özgürlük ve eşitlik yanıtlarını geliştirmek istiyordum.
Askeri örgütlenme gibi erkek egemen ideolojinin ve erkeklerin yüzde yüz damgasını vurduğu bir çalışmaya kadınları katmak hayli riskliydi; çalışmaların içine dinamit koymak gibi bir şeydi. Mevcut erkek ve kadın anlayışları, kaba ve geleneksel cinsiyetçi anlayıştan öteye varmıyordu. Birbirlerini tahrik etmekten, kaş göz işareti yapmaktan öteye anlayışları gelişmemişti. Kendi elimle başıma büyük bela almıştım. Ünlü gerilla komutanı Che Guevara bile kadını saflara aldıklarında cinsel tatmini dışlamamış, zorunlu bir ihtiyaç olarak benimsemişti. Benim bunu benimsemem, kendime ve örgüt çalışmalarına, özellikle askeri çalışmalara kabul ettirmem, baştan itibaren kendi kendimizi tasfiye etmek anlamına gelirdi. Kadını olduğu gibi bırakmam, mevcut haliyle tasfiye olmamız için bire bir yeterliydi. Cinsel güdüye hükmedecek, onu doğru olarak, örgüt çıkarları ve politik sanat temelinde değerlendirecek bir ekip veya arkadaş yoktu. Kadını tümüyle dışlamak, kadınsız devrim yapmak da benim için, örgüt için doğru olamazdı. Geriye bir yöntem daha kalıyordu: Halkın tabiriyle ‘baş bağlamak’ ve devrimci sol örgütlerin moda haline getirdikleri ‘devrimci evlilik’ de bir çare olabilirdi. Ama ben bu yöntemleri doğru bulmuyordum. Devrimci enerjiyi boşa çıkarmanın da ötesinde, fiziksel koşullar bile bu tür baş bağlamalar veya evliliklere imkân vermiyordu. Bunun tası tarağı toplayıp kapağı Avrupa’ya atarak mültecilik için başvurmaktan veya halkın arasına karışıp örgüt adına parazit şeklinde yaşamaktan başka yolu yoktu. Bu da tasfiyeciliğin başka bir biçimiydi.
Denediğim yol, Ortadoğu kültüründe düşünülmeyen ve akla bile getirilmeyen bir ilişki tarzında karar kılmak, zorunlu ihtiyaç olarak görülen evlilik dışında diyalektik ilişki ve çelişkiler içinde bir yaşamı ve savaşımı sonuna kadar göze almaktı. Bu çerçevede hem erkeği hem de özellikle kadını kendi gerçek insani varoluşu ve özgürleşmesiyle tanıştırmak istiyordum. Bu büyük bir iç devrimcilik sınavıydı. Çok istismar edildi, kötü kullanıldı, yüzlerce kandırmacaya alet edildi. Ama gerçekten yiğit ve özlü, akıllı ve güzel kadını da bu çalışmalar ortaya çıkardı. Çok güzel ve akıllı kızları şehit verdik. Özlemlerine yanıt olmak için kendimi adeta her gün yeniden yarattım. Ama yeterli olamadığım için de sürekli acılı yaşadım. Kadınla özgürce tarihsel buluşmayı gerçekleştirmiştim. Ama bir nevi çağdaş Ferhat’la Şirin gibi kavuşmayı asla başaramayacaktım. Fakat bu nostaljik anıyı gerçekleştirmenin pek anlamlı ve gerekli olduğuna da inanmadım. Mevcut koşullarda (hegemonik sistemlerde) kavuşmanın aşkın ölümü olduğunu fark edebiliyordum. Dolayısıyla önemli olan bütün toplumsal sorunların çözümü için aşkla çalışabilmekti. Daha doğrusu, gerçek aşk ahlâkı, toplumsal sorunlarla savaşma ve çözme yeteneğinde ve gücünde olmak demekti. Bu yeteneği ve gücü olmayanların, bu güçlerini ve yeteneklerini geliştiremeyenlerin aşkı ve aşk ahlâkı olamazdı.
Hegel felsefesinde aşkın gerçekleşebilmesinin gerekli şartı güç dengesinin sağlanmasıdır. Gerekli ama yeterli olmayan bu koşul güçlenmiş kadını ifade etmektedir. Kaba ve maddi güç dengesinden bahsedilmiyor. Söz konusu edilen fiziki, psikolojik ve sosyal güç dengesidir. Yani en eski ve en derinleştirilmiş köleliği yaşayan kadının aşkı olamaz denmektedir. Doğruluk payı olan bu felsefi görüşün içini doldurabilmek için saflardaki kadını çok yönlü (ideolojik, politik, ahlâki, estetik, fiziki, hatta askeri -öz savunma için-, ekonomik, sportif vb.) güçlendirmeye öncelik tanıdım. Kadına karşı saygılı olma, tutarlı davranma ve sevginin, doğru, iyi ve güzel olanın yolunun onu güçlendirmekten geçtiğinin tamamen farkında olarak kadınla ilgileniyordum. Dolayısıyla kadın güçlenmeden aşkı gerçekleşemezdi. Bu tanımın doğruluğuna kesinlikle inanıyordum. Asla taviz verilmemesi gereken bir konu olduğundan emindim. Giderek bu yeteneği ve gücü kazandıktan sonra kadın çalışmalarım değerli oluyordu. Kızlar sanki bin yıllık uykudan, kâbustan uyanmış gibi bakıyor ve kucaklaşıyorlardı. Ben bile bu konularda çok ihtiyatlı olmama rağmen, onları sonsuz bir sevgi ve özlemle kucaklamaktan, baş tacı etmekten çekinmedim. Bu konuda iki hatalı anlayış hep kendini dayattı: Geleneksel baş göz olma, hiçbir ideolojik, siyasi ve eylemsel temeli olmayan kaba cinsiyetçiliğin güdümüyle birbirlerinin olma adı altında fırsat buldukça düşkünce davranışlar sergileyenler bir hayli yıpratıcı oluyorlardı. Buna karşılık kaba sofuluk, yani kendini bastırarak cinsiyet etkilenmesini aşma tutumu da sorunu büyütmekten öteye sonuç vermiyordu. Demokratik özgürlük ve eşitlik doğrultusunda geliştirilen çalışmalar toplumsal özgürlüğün sağlam ölçütü oldu. Pratik gelişmeler ilkeli yaklaşımın doğruluğunu, iyiliğini ve güzelliğini kanıtladı.
1990’ların başlarına kadar yılda toplam sayısı bin kişiyi aşan eğitim gruplarında çözümlemeler yapılmasına artan bir tempo ile devam edildi. Bu çalışmalar sadece gerilla hamlesinin 1986’da yaşadığı bunalımı aştırmakla kalmadı, stratejik denge durumuna getirecek kadar gelişmesini sağladığı gerilla savaşını yeni bir aşamaya taşıdı. 1991-1992 yıllarında halkın yeniden yoğunlaşan desteği siyasi çözümü ciddi olarak gündeme getirdi. Turgut Özal 1985’ten itibaren yeni bir savaş konseptiyle aslında şahince bir tutum içindeydi. 1987’de Olağanüstü Hal yönetimi kurulmuştu. Kanun üstü yetkilerle donatılan JİTEM, tüm devlet organlarını yedekleyecek temelde görevlendirilmişti. 1987’den itibaren Dörtlü Çetenin ve benzer unsurların taktik dışı eylemleri (kadın ve çocukların hedef yapılması) dolaylı ve direkt JİTEM’le bağlantılıydı. Aynı tarihte Almanya’da yapılan tutuklamalar, Hizbullah’ın harekete geçirilmesi hep aynı tasfiye sürecinin birer parçası olup, Gladio’nun etkin şekilde sadece PKK ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik olarak devrede olduğunu gösteriyordu. Yeni devrimci savaş hamlesine karşı karşıdevrimci Gladiocu hamle gerçekleşiyordu. Bu karşılıklı hamle süreci tırmandırılarak 1990’lı yılların başına gelindi. Kürdistan tarihinde ilk defa ülkenin tüm parçalarında ve her parçanın hemen her alanında kimlik ve özgürlük mücadelesinin bütünlüğüyle tanışılmıştı. TC tarihinde ilk defa bu dönemde siyasi çözüm seçeneği ciddi olarak düşünülmeye başlanıyordu.
Turgut Özal savaşın yedi yıllık bilançosunu değerlendirmiş ve Türkiye’nin derin bir çıkmazın içine itildiğini görmüştü. Radikal bir tutumla (Bunu zamanında tespit edemedik), hem de Musul-Kerkük’ü kapsayacak şekilde barış ve çözüm seçeneğini bizzat kendi inisiyatifinde devreye sokmaya çalıştı. Ordu ve muhalefet cephesinden buna karşı bir direnç gelişti. Genelde Irak’ı, özelde Irak Kürdistan’ını 1925’ten bu yana kendi hegemonyasında gören ABD ve İngiltere, Özal’ın bu yeni yaklaşımını kabul edemezlerdi. İsrail ise zaten Irak Kürdistan’ını Proto-İsrail olarak değerlendirmekteydi. Musul-Kerkük’ün (Irak Kürdistan’ı oluyor) TC egemenliğinden koparılması ‘ya Cumhuriyet ya Musul-Kerkük’ ikilemiyle karşı karşıya olan M. Kemal’in İngilizlerle (İsrail’i kurma aşamasında olan Siyonist hareketin hamisi durumundalar) uzlaşması sonucunda gerçekleşmişti. Yani Musul-Kerkük’ün İngilizlere verilmemesi halinde Cumhuriyet tahakkuk etmeyecekti. Mustafa Kemal önderliğinin Musul-Kerkük’ü mecburen İngilizlere teslim ettiği bilinmektedir. Vermezse hem 1925’teki Kürt İsyanının desteklenmesi hem de suikastlar devredeydi. Bu olasılıklar kendisine hissettiriliyordu. Bu uzlaşma Kürt sorununun altındaki en temel etkendir ve hâlâ bütün ağırlığı ile etken olmaya devam etmektedir. Bu statüyü ortadan kaldırmaya niyetlenen üç başbakan bunun karşılığını kendi hayatlarıyla ödediler. Menderes’in idamı, Özal’ın öldürülmesi, Ecevit’in felç edilmesi ve ardından ölümü Irak Kürdistan’ı politikalarıyla yakından bağlantılıdır. Yalçın Küçük’ün bu konudaki araştırmaları aydınlatıcıdır. Ortaya şu gerçekler çıkmıştır: Kürt sorununun çözümü bütünseldir. Hiçbir parça tek başına çözüme gidemez. En büyük parça olan Türkiye Kürdistan’ında sorun çözümlenmedikçe, diğer parçalardaki sorunun çözüm yoluna girmesi zordur. Ayrıca daha da dikkat çekici olan, Kürt sorununun çözümünün kapitalist hegemonik güçlerce kilitlenmiş olduğudur; onlarsız, onların çıkarlarını göz ardı eden bir çözümün kolay gerçekleşmeyeceğidir. Çözülmek istenirse, karşılığında ağır bedeller ödetilecektir. T. Özal’ın çözüm girişimi bu varsayımları bütün dehşeti ve acımasızlığıyla kanıtlamıştı.
Siyasi ve diplomatik tecrübesizliğine rağmen, Özal’dan diyalog-çözüm çağrısı (Celal Talabani aracılığıyla) geldiğinde aylarca buna inanamamıştım. İki ihtimal üzerinde düşündüm: Birincisi, Özal taktik bir oyun içinde olabilirdi; ikincisi, neyle uğraştığını bilmemekteydi. Tarih kısa sürede beni doğruladı. Özal’ın vahşice öldürülmesinden acı duydum. Ölümü üzerindeki sır perdesini kaldırmaya yönelik gelişmeleri daima takip etmeyi kendime uhde edindim. Kendini Özal’la kıyaslayan AKP önderi R. Tayyip Erdoğan ya gerçeğini bilmiyor ya da saptırma peşindedir. Özal, “Ben PKK önderliği ile ilişki kurmam” demiyordu. Bilge insan sıcaklığıyla bizzat ‘yaptığımız her şeyin yanlış olmadığını’ söylemişti (Nakleden C. Talabani’ydi). Diyalogun neden önemli olduğunu ve çözümün taraflar için neden hayatiyet ifade ettiğini bizden daha uzgörüşlü olarak dile getirmişti. Aslında savaşın yıkıcılığını ve dehşetini bilerek ve duyarak siyasi çözüm noktasına gelmişti. Şartlı ceza indirim yasasıyla bazı PKK’lileri koşul öne sürmeden cezaevinden bıraktırmıştı. Dolayısıyla R. Tayyip Erdoğan’ın kendisini Özal’la kıyaslaması gerçekçi değildir. Politikaları Çiller’inkinin çok daha derinlikli ve planlı bir versiyonunu çağrıştırmaktadır. Yine de kendisi hakkında nihai hüküm verebilmek için bekleyip görmek gerekir.
1993’ün dramatik bir yıl olduğundan çokça bahsettik. 1993 bana göre Gladio’nun devleti ele geçirdiği tarihtir. Sadece bir siyasi darbe ve suikast yılı değil, birçok gizli darbenin, komplonun ve katliamın yaşandığı yıldır. Dahası, Kürdistan tarihinin en kapsamlı Kürtsüzleştirme yılıdır. Arkasına NATO ve İsrail’i alan Beyaz Türk Faşizminin 1996 yılına dek sürdürdüğü soykırım terörünü sonuna kadar kullanmaya başladığı yıldır. Soykırımın zirveleşme yılıdır. Birçok ilçedeki (Şırnak, Cizre, Nusaybin, Lice başta olmak üzere) korkunç halk katliamlarıyla, sayısı dört bini bulan köyün yakılıp yıkılmasıyla, boşaltılan köyler ve köylerdeki ölümlerin ardından göçertilen, hem de ellerine hiçbir şey verilmeden sürgünlere yollanan milyonlarca Kürt’ün ölüm kalım yılıdır. Bu yılın diğer önemli bir özelliği yasal devletin tasfiye edilmesidir. Ortaya ‘çete devleti’ denen yeni bir devlet türü çıkmıştı. Bunları yapanlar Mustafa Kemal’in Yunanlılara karşı verdiği Kurtuluş Savaşının bir benzerini, hatta daha büyüğünü kendilerinin gerçekleştirdiğine inanmışlardı. Çiller’in ‘Anatürk’lüğü dillerde dolaşıyordu. Hâlbuki Kürtlük aynı topraklarda dört bin yıllık iktidar-devlet oluşumlarının asli ortağı konumundaydı. Şimdiyse tümüyle tasfiye edilmek isteniyordu.
PKK’nin önderlik ettiği devrimci mücadele saflarında eski hastalıklar daha da derinleşerek devam ediyordu. Bu hastalıklara ilave unsurlar da eklenmişti. Eski kuşağın içine düştüğü yetmezlikler ve hataların bin beterini gözü kara bir biçimde işlemekten hiç çekinmeyen, utanmak nedir bilmeyen sözde bir ‘orta kuşak’ türemişti. Bunlar ayakta kalışlarını kendi başarıları olarak görüp, zafer sarhoşluğu havasına alabildiğine kapılmışlardı. Hâlbuki bu unsurlar 1992 yılının yaz aylarında yaşanan ağır tasfiyeciliğin mimarlarındandı. 1992 yılı gerillanın kader yılıdır. Eğer sahte komuta kendine sevdalanmasa ve sunduğumuz tarihsel desteğin anlamını kavrasaydı, gerilla nitel ve nicel olarak alan savunması temelinde duruma hâkim olabilirdi. Elli bin civarında bir gerilla ordusuna ulaşılabilirdi. Bunun için her türlü imkân vardı. Bu nedenle siyasi çözüm olasılığı devreye girmişti. Bu tarihsel fırsat değerlendirilemedi. Bunun yerine çılgınca önderlik sevdasına kapıldılar.
Kürt tarihinde buna benzer sahneler çoktur. Bedirhan Bey de Botan’da 1847’de benzer bir durumdaydı. On beş bin kişilik ordusuyla bölgenin hâkimi durumundaydı. Osmanlı ordusunun saldırıları etkisiz bırakılmıştı. Zaten uzun vadeli dayanacak halleri yoktu. Tam bu sırada yeğeni Yezdan Şer’in ihaneti baş gösterdi. Ardından Botan Beyliğinin bir daha dirilmemecesine çöküş süreci başladı. Binlerce yıllık bir gelenek bir hiç uğruna elden çıkmıştı. Yezdan Şer’in iddiası beyliğin kendi hakkı olduğuydu. Sonunda aile Botan’a bir daha dönmemecesine sürgüne yollanacaktı. Hem de Botan Beyliği bir daha kurulamayacaktı. Bizde de başta Osman alçağı olmak üzere birçok sahte komuta kişiliğinde aslında önderliğin kendi hakları olduğuna ilişkin hevesler uyandırılmıştı. Bunlar Barzani ve Talabani geleneğini kendileri için esas almışlardı. Bir de “Siz Apo’dan çok daha güçlüsünüz. O Şam’da oturmaktan başka ne yapıyor ki! Her şeyin sahibi siz olmalısınız” biçiminde pohpohlanmışlardı. Bu fitneyi akıllarına ve yüreklerine iyice oturtmuşlardı. Zaten Türk Genelkurmayıyla yakın ilişki içinde olan KDP ve YNK güçlerinin güneyden, Türk ordusunun da kuzeyden planlı ve birleşik hareketleri tam zirve yapacakken, Hareketimizi dibe vurdurup tasfiyenin eşiğine getirecek, yenilgisi önceden belli olan bir savaş düzenine soktular. Sonuç vahimdi; yüzlerce en değerli savaşçı ve militanın şahadete ulaşması, binlercesinin teslimiyet koşullarına zorlanmasıydı. KDP ve YNK’nin operasyonda açıktan rol oynamaları NATO Gladio’sundan ayrı düşünülemez. Bunun karşılığında da Türkiye ‘Çekiç Güç’ün Güney Kürdistan’da konumlandırılmasına izin vererek Irak Kürdistan’ındaki federe oluşuma razı olmuştu. Böylelikle 1925 ittifakı devam ettirilmiş oluyordu.
PKK askeri zaferin eşiğinden dönmüştü. Bunda belirleyici olan içteki zafiyetler, komplo uzantıları ve Güney Kürdistanlı güçlerin ihaneti, dıştan ise 1920’lerden beri Kürdistan’ın statüsünü belirleyen hegemonyanın aynen devam ettirilmek istenmesiydi. Kanıtlanan diğer bir gerçeklik, dış ve iç hegemonik güçler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, temel özgürlük ve kimlik hakları uğruna ayağa kalkan bir halkın başarısının mümkün olduğuydu. 1993 baharındaki ateşkes deneyimleri ve diyalog arayışlarının kaderi, aslında 1992’deki askeri başarı fırsatının kaçırılmasından sonra belli olmuştu. Özal ve Eşref Bitlis’in karşısındaki blok, iktidarı tümden ele geçirmeye iyice yaklaşmıştı. Özal’ı tasfiye etmeye karar vermişlerdi. Özal’ın PKK Önderliği ile diyalog arayışını bir ihanet gerekçesi sayacaklar ve düşürülmesi için kullanacaklardı. Özal’ın düşürülüşünü fırsat bilerek, Kuzey Kürdistan’da ölüm sessizliğini sağlamakta kararlıydılar. Karşılarına çıkacak her gücü ezecek tıynetteydiler. Çok güçlü bir karşıt koalisyon kurulmuştu. Demirel, Çiller, İnönü, Türkeş, Erbakan, medya ve ordu büyük oranda birleşmişlerdi. Kürtlerin kimlik ve özgürlük arayışını sonuna kadar boğmak koalisyonun tek amacıydı.
ABD ve İsrail’in tamamen, AB ülkelerinin ise kısmen desteklediği bu faşist blok karşısında yaptığım temel çalışma 1986 sonrasındaki çalışmanın bir benzeri olacaktı. Bekaa’daki eğitim kamplarımız boşaltılınca, hem Lübnan’da hem de Suriye’nin Şam ve Halep başta olmak üzere değişik kentlerinde kamplara dönüştürdüğümüz evlerde eğitimlerimizi devam ettirdik. 1993’ten 1998 yılının sonuna kadar daha derinlikli çözümlemeler temelinde yılda yaklaşık bin kişiyi eğiterek hareketin hızını korumaya ve sürekliliğini sağlamaya çalıştık. Gladio’nun özellikle Botan ve Behdinan’daki KDP destekli 1994, 1995, 1996, 1997 ve 1998 büyük operasyonlarını boşa çıkarmak için çaba harcadık. Tüm alanlardaki çalışmaları kesintiye uğratmadan güçlendirerek sürdürmeyi esas aldık. İç önderlik sorun olmaya devam ediyordu. Mehmet Şener, Cangir Hazır ve Şemdin Sakık’ın kaçmasına adeta fırsat yaratılmıştı. Komuta boşluğu yüzünden çok sayıda gerilla imha edilmişti. Bütün bunlara rağmen hareketin hala çok geniş olanakları vardı. Ancak bu olanaklar mücadeleyi büyütme ve gerillanın yeteneklerini açığa çıkarma yönünde kullanılamadı. Göçertilen halka sahip çıkılamadı. Korucu ve Hizbullah terörü kırda ve kentte halka nefes aldırmıyordu. Faili meçhul kılınan ama açıkça işlenen binlerce katliam söz konusuydu. Hiçbir ahlâki kural tanınmadı. Hiçbir halka uygulanmayan yöntemler uygulandı; fiziki soykırımlardan daha acılı süreçler dayatıldı. Milyonlarca insan aç ve işsiz bırakıldı. Köylerine ve mallarına el konuldu. Çocukları YİBO adlı kamplara doldurulup Türkleştirilmeye çalışıldı. Din faşizmin hizmetine sokuldu. Ekonomi tümüyle savaşa bağlandı. En ufacık bir itiraz ve eleştiri iflas ettirmeyle karşılık buldu.
Buna rağmen yaşamayı ve dayanmayı esas aldık. Irak Kürdistan’ı sırtımızdan federe statüsünü kazanmasına karşılık, bu alandaki güçlerin bize karşı yürüttükleri savaş güçlerimizi alanda tasfiye etmeye yetmedi. Tersine tüm Güney Kürdistan’a yayıldık. Türk ordusu stratejik anlamda askeri başarıyı engellemiş, ama Federe Kürdistan’a yol açmakla stratejik bir darbe de almıştı. Eşiğine kadar geldiği stratejik askeri zaferi kaçırmakla birlikte, PKK siyasi ve askeri gücünü önemli oranda koruyabilmişti. Uluslararası alanda tanınmış ve çok sayıda ülkede bir daha çıkmamacasına üslenmişti. İran, Irak ve Suriye Kürdistan’ında öncü parti rolünü kazanmıştı. Avrupa Kürtlerinin büyük çoğunluğunun desteğini sağlamış, birçok Balkan, Kafkas ve Orta Asya ülkesinde temsilcilik açma statüsüne yükselmişti.
1997 ve 1998 yıllarında Başbakan Necmettin Erbakan ve ordu kanalıyla dolaylı diyalog yolu yeniden denendi. Diyalog arayışı, sürdürülemez bir durumun varlığının sonucuydu. Diyalogun sonucunu beklerken, Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in 18 Eylül’de Suriye sınırındaki tehditkâr konuşması bir dönemin sonuna gelindiğini hatırlatır cinstendi. Bu konuşma hem ordu içindeki güçlü savaş lobisinin hamlesini yansıtıyor, hem de diyalogun sürdürülemeyeceğini anlatıyordu. Yine dış güçlerle irtibatlı darbe ve komplo güçleri hem N. Erbakan’ı iktidardan düşürmüşler, hem de yeni Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun olası güvercin tutumuna (O dönemde öyle değerlendirenler vardı) karşı suikast denemesiyle gözdağı vermişlerdi. En az Turgut Özal dönemindeki kadar önem arz eden bir barış ve siyasi çözüm arayışı bir kez daha boşa çıkarılmıştı. Yeni bir dönemin eşiğindeydik. Suriye ve Ortadoğu’daki aşırı döngünün sonuna gelmiştik. Döngü beni de çok yormuştu. Tam da değişiklik yapma zamanıydı. Bu döngünün kırılmasını bekliyor gibiydim. PKK’nin askeri zaferinin önlenmesi, gelişmesi ve başarısının sonu anlamına gelmediği gibi, her an daha büyük hamlelere girişme deneyimini ve potansiyel gücünü kazanmasını da engelleyememişti. Pratik önderlik zaaflarının giderilmesi halinde, eski hamle gücünü katbekat aşan yeni hamleleri ve savaş süreçlerini başlatması ve halen devam eden gerilla eylemliliğini nitelikli üst bir aşamaya sıçratması işten bile değildi.
Benim için yirmi yıllık Ortadoğu deneyimi daha çok Musa’nın kırk yıllık Sina Çölü’ndeki deneyimine benziyordu. Musa disiplin tanımaz İbrani kabile boylarını savaşçı kabileler haline getirmek için büyük çabalar harcamıştı. Kabile boyları Tanrı Yehova’nın vahiylerinden kolayca dönüp eski putlara tapmaya devam ediyorlar, sapkın davranışları kolay terk etmiyorlardı. Tanrının On Emir’ini tanımıyor, heveslere kolay kapılıyorlardı. Tanrı tarafından vaat edilmiş ‘Cennet Ülke’ye doğru yürüyemiyorlardı. Öyküsü mülteci grupların yurt arayışının ne kadar eskiden kalma bir adet olduğunu gösterir. Gruplar ideolojik ve savaşçı kılınmazlarsa, dağılmaları ve erimeleri işten bile değildir. Bir yanıyla da İsa’nın havarilerinin öykülerine benzer bir yaşamımız vardı. İsa’nın havarileri Nemrut’un zulmünden kurtulalım derken Firavun’un zulmüne tutulmuşlar, Roma Gladio’larının gölgesinde çarmıha gerilmişlerdi. Biz de her an çarmıha gerilme tehdidiyle karşı karşıyaydık. Biraz da Muhammed’in mücahitlerine benzemeye başlamıştık. İdeolojik, politik ve askeriydik. Yaşamak için saldırmaktan ve öz savunma yapmaktan çekinmiyorduk. Sadece ‘vaat edilmiş topraklara’ yürümüyorduk, o topraklardan tümden kopmayı da asla kabul etmiyorduk. Dağlarının doruklarında ve eteklerinde hiç eksik olmadık. Bütün parçalanmalara rağmen, birlik imkânını sağlamaktan geri durmadık.
1970-1980 dönemindeki amacım öncü örgütün, partinin yaratılmasıydı. Bunu başarmıştım. 1980 sonrasındaki amacım, ne kadar sürede olursa olsun, savaşan bir halk ve onun militan örgütünü yaratmaktı. Ortadoğu’da aslında çoktan bu amaca varılmıştı. 1990 veya en geç 1995 sonrasında yaşananlar anlamsız bir biçimde kendini tekrar etmeyi ifade ediyordu. Beni bu aşırı tekrarlara faydacı yaklaşım sürüklemişti. Kürtlerin kimlik ve özgürlük mücadelesi için alan çok önemliydi ve sonuna kadar kullanmak istiyordum. Ayrılma vaktine çoktan hazırdım. Hazır olmayanlar diğer alanlardaki arkadaşlar, dostlar ve halktan herkesti.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan / Demokratik Uygarlık Manifestosu
Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak/4. Bölüm/C-Kürtlerde Devrimci Savaş Ve Militan Yaratmak