HABER MERKEZİ
Kapitalist emperyalist sistem, bağrında taşıdığı kriz ve kaosla boğuşmaya devam etmektedir.Bu durumu aşmaya dönük tüm çaba ve girişimlerine rağmen, kriz derinleşmekte, kaos alanlarına her geçen gün yenileri eklenmektedir. Bu nedenle sistemin hakimi durumundaki hegemon güçler, tamamen bir savunma refleksiyle hareket etmekte, tabandan gelişen rahatsızlığı dizginlemeye, kontrolde tutmaya çalışmaktadırlar. Kendisini dünyanın hakimi gören kapitalist modernite sistemi, bir çöküş dönemini yaşamakta, son iki yüz yıldaki baskın etkisini hızla kaybetmektedir. Serbest Pazar ekonomisini geliştirme ve bunu yaygınlaştırma iddiasıyla ortaya çıkan ve bir dönem sermayenin rahatça dolaşımı adına sınırların anlamsızlığından dem vuran sistem, gelinen aşamada aksi yönde bir içe büzülmeyi yaşamaktadır. Merkezi hegemon sistemin hamiliğine soyunan ve son çeyrek asırda, dünyayı tek başına yönettiğini söyleyen-öyle görünen ABD, günümüzde dışardan ülkesine giren mallara sınır koymakta, bu kapsamda vergi artırımına gitmekte, ülkesine dönük göçmenliği imkansız hale getirmektedir. Yakın döneme kadar, ‘Artık eski haline gelemez, toparlanamaz’ denilen Rusya; yaptığı hamlelerle, tekrardan dünyadaki çıkar kavgasının etkili bir aktörü olmaya başlamıştır. Fakat sistemindeki çarpıklık, çürümüşlük onun her adımda tökezlenmesine yol açmaktadır. Birkaç yıllık hızlı büyüme-toparlanma ile yakaladığı düzey son iki yılda tersine dönmüş, son bir yılda ise Suriye-Ukrayna savaşları, Kırım ilhakı ve ABD-AB ambargolarının etkisi ile yeniden küçülme trendine girmiştir. Petrol fiyatlarında düşüşün devam etmesi Rusya’yı sadece ekonomik küçülme değil, yeniden büyük bir ekonomik krizle karşı karşıya bırakacaktır. Son yıllarda attığı siyasi, iktisadi ve askeri adımlarla, bu sahnede yeni bir güç odağı olarak konumlanan Çin’in durumu da benzerdir. Çin’in gelişme ve büyüme hızı son birkaç yıldır ciddi olarak düşme trendindedir. Yüzde 12 olan yıllık büyüme hızı gelinen aşamada yüzde 4-5’lere düşmüştür. Özelikle ABD’nin yıl içinde Çin mallarına karşı gümrük duvarlarını yükseltmesi, Çin’i ciddi sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır. Petrolde büyük oranda dışa bağımlı olan Çin ekonomisinin ticaret savaşlarına karşı ciddi bir kırılganlığı vardır. Ekonomik daralma işsizliği büyütmekte, bu durum ise sistemin sürdürülebilirliğini tehlikeye düşürmektedir. Bundan dolayı ABD’nin ticaret savaşına karşı kimi misillemelerde bulunsa da son derece temkinli davranmaktadır.
ARALARINDAKİ ÇELİŞKİLERE RAĞMEN TÜMÜ SİSTEMİN FARKLI MEZHEPLERİDİR
AB kendini bir denge unsuru olarak var etmek ve konumlandırmak istemektedir. Fakat İngiltere’nin birlikten ayrılması, Almanya ile Fransa arasındaki itilaflar ve bu durumun yarattığı çift başlılık ile diğer yapısal sorunlar AB’yi önemli oranda denklem dışı bırakmaktadır. Almanya, Fransa ve İngiltere gibi Avrupa ülkelerinin yaşanan krizlere dahil olma biçimleri daha çok dengeleme ve ABD’nin peşine takılmadır. ABD’nin İran politikasına itiraz etme biçiminde kimi aykırı duruşlar olsa da yıl boyunca bağımsız bir güç olma iradesi göstermemiştir. Aynı durum küresel çaptaki çatışmalı bölgeler ve kangrenleşen sorunlara yaklaşımda da yaşanmaktadır. Bu anlamda yıl boyunca AB, kimi itirazlarına rağmen ABD ile hareket eden bir güç merkezi olmaktan kurtulamamıştır. Son dönemde gündeme getirilen Avrupa ordusu vb. söylemlere ve bu güçlerin birbirleriyle çıkar ilişkileri temelinde, bir çatışmaları söz konusu olsa da, esasta hepsinin sistemin devamından yana tutum sahibi olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Aralarındaki çelişki ve çatışmalara rağmen tümü sistemin farklı mezhepleri konumundadırlar. Bir filozof yeni dünya sistemini tarif ederken, piramit örneğini vermektedir. Yaşanan çatışmaların piramidin basamakları arasında gerçekleştiğini ifade etmektedir. Yani eskiden olduğu gibi karşı karşıya gelen, cepheler biçiminde savaş yürüten bloklardan ziyade, aynı sisteme hizmet eden fakat her birinin de kendi çıkarını esas aldığı bir değişim söz konusudur. Küresel güçler kendi aralarında çatışmalı olsalar da esas kavga ve savaşları sistem muhalifleriyledir. Bu anlamıyla eğer taraflardan söz edilecekse; bir yanda sistemin devamından yana olan ve bunun kavgasını veren devletçi-egemen güçler, diğer yanda ise halkların adalet ve eşitlik mücadelesini veren özgürlükçü güçler bulunmaktadır. Bir yanda elit -zengin bir sınıfın denetimindeki kapitalist modernist sistem; diğer yanda var olan sistemden zarar gören, gençler ve kadınlar başta olmak üzere halklar vardır. Dikkat edilirse, günümüz dünya siyasetinde, genel eğilim sağ ve milliyetçi siyasete kayıştır. Sağ siyaset genel olarak muhafazakarlık, korumacılık, tutuculuk olarak kendini gösterdiğinde gelişen durumun yorumlanması zor olmayacaktır. Gerek Kuzey Amerika’da, gerek Avrupa’da ve son olarak Güney Amerika’da oluşan iktidarların, ekseriyetle sağ iktidarlar olması bu savunma refleksinin dışavurumudur. Dünya halkları üzerinde giderek daha fazla yüke dönüşen ve her geçen gün daha ciddi tepkilere neden olan bu durum, toplumları tam bir patlamanın eşiğine getirmektedir. Halkların yaşadığı sorunlara dönük bir çözüm yaklaşımı gelişmeyince, yaşanan kriz ve kaos hali ağırlaşarak devam etmektedir. Önümüzdeki yılda bunun daha da derinleşeceğine ilişkin güçlü veriler bulunmaktadır. AB, Çin ve Rusya’nın yaşadıkları yapısal sorunları gelişmekte olan beş ekonomi olarak tanımlanan Brezilya, Hindistan, G. Afrika, Endonezya ve Türkiye’nin yaşadıkları sorunlar takip etmektedir. Gelişmekte olan bu beş ülkede ciddi ekonomik kriz ve siyasi çalkantılarla karşı karşıyadırlar. Tüm bu ülkelerde yüksek enflasyon, büyük cari açık, d üşük büyüme, yüksek işsizlik oranları ve sıcak paraya büyük bağımlılık bu alanlardaki krizi her an yeni kaos alanlarına dönüştürme potansiyeli taşımaktadır.
ÇÖZÜM YERİNE ÇÖZÜMSÜZLÜK DERİNLEŞTİRİLİYOR
Buna karşılık dünyanın belli başlı merkezlerinde gelişen ve artarak devam eden toplumsal hareketleri, sistemin yaşadığı bu krizden bağımsız ele almak mümkün değildir. Etki düzeyleri sınırlı olup, genelleşmeleri, yaygın bir sistem karşıtlığına dönüşmeleri istenen düzeyde olmasa da, verili sisteme genel bir itirazın olduğu ve bunun mutlak bir dönüşümü gerekli kıldığı anlaşılmaktadır. Kapitalizmin tüm cilalama, manipülatif girişimlerle krizi görünmez kılma yaklaşımlarına rağmen, sistemin sürdürülemezliği gün geçtikçe daha fazla hissedilmekte ve bu durum en fazla da Ortadoğu’da açığa çıkmaktadır. Buralarda etnik, dinsel vb. biçimde patlak veren çatışmalar özünde sistemsel sürdürülemezliğin sonuçları olmaktadır. Bundan dolayı yapılan müdahaleler ve hegemonik sistemin attığı tüm adımlar, deyim yerindeyse duvara çarpıp geri dönmekte, çözüm yerine çözümsüzlüğü derinleştirmektedir. Afganistan, Irak müdahaleleri var olan sorunları çözmemiş, daha da yaygınlaşmalarına ve karmaşık hale gelmelerine neden olmuşlardır. Suriye, Libya, Yemen vb. ülkelerde yaşananlar bu durumun en somut göstergesi olmaktadır. Suriye krizinde görüldü ki, egemen sistemin halklara yönelik bir çözüm politikası yoktur, olamaz. Kendi içinde çıkar çatışmaları vardır. Kuşkusuz! Suriye savaşında dikkat çeken temel husus; hegemon güçler kendi aralarında sorunlar yaşayıp dönem dönem karşı karşıya gelseler de; mevzu muhalif özgürlükçü güçler olunca, bir araya gelmeleri, birlikte hareket etmeleridir. Afrin örneği bu konuda çarpıcıdır, halklar açısında öğreticidir. Burada yaşananlar iyi çözümlenmeden güncelde süregelen çatışmaları anlamak zordur. Dünya siyasetinde karşı karşıya gelen, ABD, Rusya gibi küresel merkezler ile İran ve Türkiye gibi karşıt mezhepçi yaklaşımlara sahip bölgesel güçler, söz konusu sistem karşıtı Özgürlükçü güçler olunca aynı safta yer almış, özgürlük güçlerine birlikte karşı koymuşlardır. Görünüşte çelişki ve çatışma içinde olan bu güçler, bir özgürlük vahası konumundaki Afrin’e saldıran çetelere, ya doğrudan yardımcı olmuşlar ya da dolaylı destek sunmuşlardır. Sonuçta devletler arası bir mutabakatla Afrin, faşist Türk devletinin denetimindeki çetelere bırakılmıştır. El birliği ile Afrin’de yeşeren özgür yaşamı ezmeye çalışan bu güçler, İdlib’e yönelik saldırı gündeme gelince, Suriye’nin egemenliğini hatırlamış ve insani durumu gündemleştirmişlerdir.
Suriye savaşında bir kez daha görülmüştür ki, ABD ve Rusya etrafında bir araya gelen bloklar, söz düzeyinde çözüm vadetseler de, pratikte birbirlerinden farksız bir siyasetin sahibidirler. Bu nedenle Suriye sorununda krizin bir parçası ve kör düğüm haline gelmesinin baş sorumlularıdırlar. ABD, bölgede kırılan otoritesini yeniden tesis etmek, enerji merkezlerine, hatlarına hakim olmak ve rakip olarak gördüklerinin iradesini kırmak için uğraşmaktadır. Bu amaç uğruna bölgedeki varlığını meşrulaştıracak saldırı ve kıyımlara zemin açmaktadır. İşit-TC vb. güçler eliyle gelişen bu saldırılara karşı halklara kendini kurtarıcı olarak sunmaktadır. Rusya ise dünya genelinde olduğu gibi Ortadoğu’da da yeniden söz sahibi olmak, eski gücüne ulaşmak istemektedir. Bu amaç doğrultusunda son derece ilkesiz bir pragmatizmi esas almakta, geçici veya kalıcı kirli ittifaklar geliştirmektedir. Bu çerçevede Suriye üzerindeki sınırlı etkisini bölgesel bir düzeye çıkarıp hakimiyet alanını genişletmek istemektedir. Fakat tüm enerjisini harcamasına rağmen başta Suriye olmak üzere bölge genelinde eski konumunu yakalayamamıştır. Yanı başındaki Kırım ve Ukrayna sorunu her an patlamaya hazır bir bomba olma özelliğini sürdürmektedir.
Suriye savaşında değerlendirilmesi gereken temel olgu, özgürlük güçlerinin, Kuzey-doğu Suriye alanında geliştirdikleri, demokratik toplum sistemi olmaktadır. Halkın İşit ve faşist Türk devletine karşı geliştirdiği direniş, gelinen aşamada yaşamın diğer tüm alanlarında yürütülen inşa çalışmaları ile alternatif bir sisteme dönüşmeye başlamıştır. Kuzey- Doğu Suriye’deki farklı etnik ve inanç kesimlerini kapsayan, tüm bu kesimlerin ortak iradesi ile hayat bulan Rojava devrimi, sadece bulunduğu alanı etkilemekle kalmamış, peyderpey Suriye ve bölge halklarını etkiler hale gelmiştir .Devrimin başından beri, hem bölgesel güçler, hem de uluslararası emperyal güçler, devrimin öncü güçlerini denetime almak, kendisine yedeklemek istemişlerdir. Bu yönlü çabalar, geçmişte olduğu gibi, bugün de söz konusudur. Fakat tüm bu girişimler devrim güçlerinin özgürlükçü – iradi duruşları karşısında sonuç almamış, zor ve zahmetli de olsa, nihayetinde kabul gören, ilişkilere yön veren taraf, Kuzey-Doğu Suriye özgürlük güçleri olmuştur. Bundan sonrası için de belirleyici olan, Rojava devrim güçlerinin savunmayı önceleyen toplumsal inşa faaliyeti olacaktır.
Suriye savaşına başından beri, en ön safta katılan, savaşı Neo Osmanlıcık politikasının bir aracı kılmak isteyen temel güç, sömürgeci Türk devletidir. Ilımlı ya da radikal İslami unsurları kendisine yedekleyip, ‘Kürtler bir statü sahibi olmasın’ ilkesini esas alarak sergilenen politikalar, Suriye topraklarının bir kısmını işgal etmeye dönüşmüş, gelinen aşamada ise TC’yi her alanda kaybetme ile yüz-yüze getirmiştir. Rusya’nın Türkiye’yi bölgesel çıkarları için kullanma yaklaşımı, AKP-MHP iktidarına nefes aldırsa da, izlenen politika giderek Türkiye’yi köşeye sıkıştırıp- hareket alanını kısıtlamaktadır. İdlib’de Türkiye’ye biçilen rol- beslediği çetelerin kendi eliyle temizletilmesi- tam da böyle bir anlama gelmektedir. Türkiye’ye bağlı çetelerin denetimindeki yerlerin, kontrollü bir politika ile ellerinden çıkarılması, Suriye’nin geleceğinde Türkiye’nin etkisini sınırlama yaklaşımının sonucu olmaktadır. Hem Rusya hem de başını ABD’nin çektiği batı bloku, Türkiye eliyle var olan radikal İslami çetelerden kurtulmak istemektedir. Türkiye’ye böylesi bir rol verilmiştir. TC kendisine verilen bu role denk davranmakta, çetelerle yakın ilişkisini bir pazarlık unsuru haline getirip, kazançlı çıkmak istemektedir. TC’nin izlediği siyasetin, gelinen aşamada bir karşılığının olmadığı her gün biraz daha görülmektedir. Hem ABD hem de Rusya’yı dengeleme yaklaşımının, uzun vadeli bir politika olmadığını yakın tarihten biliyoruz. Önümüzdeki dönemde, bu iki gücü dengeleme yaklaşımı limitini dolduracaktır. TC birinden yana tercihte bulunma zorunda kalacaktır. Bunun ise mutlaka siyasi sonuçları olacaktır.
SALDIRILAR SADECE KÜRT HALKINA DÖNÜK DEĞİL
Türkiye’nin kuzey-doğu Suriye özgürlük güçlerine dönük saldırılarının, başta Kürt halkı olmak üzere bölge halkları tarafından kabul edilmeyeceği bilinmektedir. Rojava halklarının bin bir emek ve çaba ile inşa ettikleri devrimi, faşist Türk yönetimine terk etmeyecekleri açıktır. Yine ABD’nin bölgesel çıkarları gereği, TC’nin Kuzey-Doğu Suriye’de Afrin benzeri bir girişime izin vermeyeceğini öngörmek mümkündür. Suriye’de ABD’nin birlikte hareket ettiği temel güç Rojava özgürlük güçleridir. ABD, başkaca güçlere sunduğu destekten bir sonuç alamayınca, Rojava özgürlük güçlerine yönelmiştir. Kobane savaşı ile başlayan ve giderek daha fazla boyutlanan bu ilişkinin, ABD açısından oldukça önemli bir hal aldığı anlaşılmaktadır. ABD her ne kadar Rojava devrimini kendi emellerine göre dönüştürmek, denetimine almak, liberalize etmek istese de, artık bir ilişkilenmeme durumunun söz konusu olmayacağını açıktır. Rusya’nın bölge siyasetine müdahil olma düzeyi, AB’nin almış olduğu pozisyon, yine bölgesel güçler olarak İran ve Türkiye’nin izledikleri siyaset göz önünde bulundurulduğunda ABD’nin geri adım atması, Suriye siyasetinden kendisini çekmesi mümkün gözükmemektedir. Hem bu nedenler, hem de halkların direnişi sonucu Türkiye’nin bölgesel hedeflerini gerçekleştirmesinin oldukça zor olduğu, bunun dönemsel olarak yaşadığı sorunlarda da, kendisini dışa vurduğu görülmektedir.
Irak’ta 25 eylül referandumundan sonra, gerçekleşen Kerkük’ün işgali ve sonrası oluşan kriz, yapılan genel seçimler ile bir nebze de olsa durulma sürecine girmiştir. Yapılan genel seçimler, her ne kadar tartışmalara neden olup, hükümet kurma çalışmaları uzasa da, nihayetinde tüm tarafların üzerinde hemfikir olduğu, ülkenin yeni yönetimi belirlenmiştir. ABD ile İran arasındaki çıkar çatışmalarına fazlasıyla tanık olunan Irak’ta, temel güçlerin üzerinde uzlaştığı yeni yönetim şekillenmiş, fakat var olan sorunlar yerli yerinde durmaktadır. Gerek Şiiler gerek de Sünni Araplar arasındaki çelişkiler, yine Araplar ile Kürtler arasındaki çelişki ve çatışmaların, önümüzdeki dönemde de devam edeceği görülmektedir. Yer-yer durulsa da Irak zeminindeki çatışmalar devam edecektir. Ne İran ne de ABD Irak’tan vazgeçmeyeceklerdir. Bu nedenle gelecek dönemde çatışmaların süreceği, Irak’ın bir nevi bu iki güç arasında mücadele sahası olmaya devam edeceği görülmektedir. Aynı durum Kürtler ile Arapların, Kerkük’ün yanı sıra, tartışmalı alanlar için de geçerlidir.
Başûrê Kürdistan’da, hakim iki güç konumundaki PDK ve YNK’nin, yaşadıkları çürüme ve yozlaşma derinleşerek devam etmektedir. Bu iki güç bünyesindeki çürüme, yozlaşma ve iç kavga her geçen gün daha fazla aleni hale gelmekte ve tahripkar olmaktadır. Her iki gücün arasındaki ilişkilerde cumhurbaşkanlığı seçiminde görüldüğü gibi, yer yer karşı karşıya gelseler de, birlikteliklerinin devam edeceği görülmektedir. iki güç, tarihsel olarak birbirini besleme temelinde ayakta kalmış, iktidarlarını sürdürmüşlerdir. Son yapılan yerel seçimlere, halkın neredeyse yarısının katılmaması bu güçlere olan güvensizliğin göstergesidir. Sadece genel seçim sonuçları dahi, bu iki gücün birbirine yakınlaşmasını, birbirlerini kirli politikalarında kollamalarını beraberinde getirecektir. Önümüzdeki süreçte baskı ve zor politikasına ağırlık verip- halktan alamadıkları desteği dışardaki güçlerden almaya devam edeceklerdir. Bu çerçevede PDK’nin Türkiye ile, YNK’nin ise İran İle ilişkileri daha da derinleşecektir. KDP’nin Maxmur saldırısı karşısında sessizliğe bürünmesi, YNK’nin ise Tevger’e dönük saldırıları bu gidişatın ilk işaretleridir. KDP önemli oranda bir ulusal güç olmaktan çıkmıştır. Şimdi aynı uğursuz zemine YNK’yi de çekmek ve kendisinin bir uzantısı haline getimek istemektedir. Tevger’e dönük saldırı bunun ilk işaretidir. Fakat halkın duruşu bu iki gücün hızla aşılmalarını da fırsat sunmaktadır. Son yapılan seçimlere halkın ilgisizliği, yer yer ayaklanmaya varan eylemsellikler, tabanda ciddi bir rahatsızlığın olduğuna işaret etmekte ve doğru örgütlendirilirse demokratik bir dönüşüme zemin oluşturmaktadır.
İran, izlediği siyasette bir tekrarı yaşamaktadır. Dışarıda, oluşturduğu savunma hatlarında son dönemde peş-peşe darbeler almıştır. Bu nedenle İran, daha fazla içeriye yönelmektedir. Suriye ve Yemen’de yaşanan gelişmeler, İran’ı gerileten temeldedir. ABD’nin isteği ve yönlendirmesiyle oluşan Arap bloku, İran’ı ciddi biçimde zorlamaktadır. Her ne kadar ‘Kaşıkçı’ cinayetiyle Suudilere, ABD tarafından belli bir baskı uygulanıp, tamamen teslim alınmak istense de, esas hedef İran’dır. ABD’nin son aldığı yaptırım kararı, İran’ı önemli oranda zorlamış, büyük bir destek aldığı Çin’in dahi temkinli yaklaşmasına- belli şirketlere yapılan uyarılara- neden olmuştur. Rusya her ne kadar, ABD gibi düşünmese de İran’daki katı teokratik rejimi esnetmek istemektedir. Bu noktada İran ’a yönelik siyasal-diplomatik, ekonomik kuşatma ve saldırılar , içerden bir rejim değişikliğini hedefleyecektir. Dışardan gelişen bu kuşatma hareketine, İran’ın daha fazla içe kapanarak cevap olmaya çalıştığı, attığı son adımlardan anlaşılmaktadır. Hem gerçekleştirdiği idamlar, hem Koye saldırısı hem de içerde gelişen halk eylemleri karşısındaki tutumu, demokratik bir değişim ve dönüşüme kapalı olduğunu göstermektedir. Kuşkusuz İran’da başta Kürtler olmak üzere halkların bir direniş geleneği mevcuttur. Doğru örgütlendirildiği oranda da içerden bir değişim ve dönüşüm mümkündür.
Geçen bir yıllık süreçte özgürlük hareketi çok yönlü ve kapsamlı saldırılarla karşı-karşıya kaldı. Sömürgeci Türk devleti soykırımı amaçlayan saldırılarını nihayete erdirmek istedi. Bu amaç doğrultusunda tüm imkanlarını seferber eti. Anti özgürlükçü ittifaklar kurdu. Rusya’nın bölgedeki polisliğine soyundu. Son teknoloji ürünü her türlü silahı devreye koydu. Her tür yöntem ve aracı devreye koyarak soykırım saldırılarını zirveleştirdi. Bu durumu küresel ve bölgesel güçlerinden değişik düzeydeki saldırıları izledi. Bu anlamıyla geçen bir yıl Özgürlük hareketinin tarihindeki en ağır saldırılara muhatap olduğu süreç oldu. Buna karşı tarihi bir direnişle ağır bedeller pahasına da olsa saldırılar önemli oranda boşa çıkarıldı. TC’nin tüm imkanlarını seferber ederek yapabileceğinin kimi yönleri ile gelişimi sınırlama ve zaferi ertelemeden öteye olmayacağını gösterdi. Doğru bir örgütleme, planlama ve pratikleşme ile tüm saldırıları boşa çıkarmanın yanı sıra zaferin mümkün olduğunu kanıtladı. Direniş bir yanda sömürgeci sistemi iktisadi olarak tüketme ve dış yardım olmadan varlığını sürdürülemez hale getirirken, diğer yandan yoğun savaşın yaratığı ekonomik çöküntü, siyasi krizleri tetikleyerek faşist blokta çözülme ihtimalini açığa çıkardı. Bu nedenle faşist bloklaşmada çatırdama başladı. Kerkük ve Afrin saldırılarında görüldüğü gibi Kürdistan’daki sömürge statüsünün ana merkezi Türkiye’dir. TC, Bakur’da sömürgeci güçtür. Başur ve Rojava’da ise işgalci durumdadır. Bu nedenle Bakur’da sömürgecilik darbelenmeden, varlığı sona ermeden diğer parçaların özgürleşme şansı yoktur. Geçen bir yıl içinde yaşananlar bu gerçekliği daha fazla kanıtlamıştır. TC diğer sömürgeci güçleri de yanına alarak Kürdistan savaşını Misakı-milli sınırları dışına çıkarmaya çalışmıştır. Fakat gelişen direniş savaşın geniş coğrafyaya yayılması TC için katlanması imkansız külfetler yaratmasını sağlamıştır. Bir birini tetikleyen krizler ve yönetememe durumu bu zemin üzerinde boy vermiştir. Mevcut durumu TC için bir yıkıma dönüştürmek her zamankinden daha fazla imkan dahilindedir. TC’nin devreye koyduğu, insanı, iradeyi inancı yadsıyan gelişmiş teknolojiye dayalı savaş stratejisi en güçlü olduğu yerde en zayıf olmayı da bağrında taşımaktadır. Bir vidanın eksilmesi durumunda devasa düzeydeki son teknoloji ürünü bir makinanın işlevsiz hale gelmesine benzemektedir. Bu noktada eskiden, alışkanlıklardan ısrar etmemek, koşulların gerektirdiği yenilenmeyi sağlamak, yeniden örgütlenmek, yeni planlamalara gitmek ve yaratıcı-güçlü bir pratikleşmeyi yakalamak zafere giden yolu açacaktır.
Kaynak: Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi/Can Toprak