HABER MERKEZİ
Toplumsallaşmanın başladığı ilk süreçlerde, güvenlik-beslenme-çoğalma sezgilerin gücüyle gelişmekteydi. İlk insan evrenin aklından ve hakikatinden kopmadan her şeyi canlı görüyor, anlam biçiyor, bulunduğu mekanın bir parçası olduğunu hissediyor ve bununla uyumlu hareket etmeye çalışıyordu. Tıpkı evrenin, dünyanın ve doğanın oluşumundaki muhteşem uyum, oluşum anı gibi. İnsanın kendisini tanıması, gücünün sınırlarını hem maddi hem düşünsel olarak zorlaması toplumsallaşmada muazzam gelişme yarattı. Toplum, doğadan elde ettiği tüm maddi nimetleri büyük bir kutsallık ve anlam gücüyle karşıladı, değer verdi. Toplumsallık maddi olanla kutsal olan arasındaki uyum, birliktenlik nedeniyle kendisini özgür hissetti. Özgürlüğünün sınırlarını tanıma ve bunu daha fazla geliştirme istemi toplumsaldı. Çünkü insan toplumsal düşünüyor, yaşıyor, mutlu oluyor ve yaşamını kuruyordu. Toplumsal düşünmek ve yaşamak var olmanın biricik şartıydı. İnsan, toplumsal olunmadan güvenliğini sağlayamayacağı, beslenemeyeceği ve çoğalıp devamlığını getiremeyeceğini derinden hissediyordu. İnsanın kimliği toplumsallığıyla tanımlanıyordu. Ancak evrendeki ikilem birey ve toplum arasında kendisini bir kez daha gösterdi. Birey toplumsallığını aşarak özgürleşeceği, toplum ise bireyi sınırlarında tutarak var olabileceği düşüncesine kapıldı. Birey ile toplum arasındaki gerilim giderek artmaya başladı.
Birey ve toplum arasındaki bu gerilim toplumsal-tarihin hiçbir döneminde görülmediği kadar kapitalist modernite çağında zirve yaptı. Kapitalist modernite güçleri ve tüm iktidar yapıları bireyi toplumun karşısına çıkararak toplum kırımını yaşam biçimine dönüştürdü. Kapitalist modernite çağının maddi uygarlık olduğu, maddi yaşam biçiminin de enerjinin kurumsallaşarak bedenleşme hali olduğu bilinmektedir. Tarihsel-toplumun hiçbir çağında toplum ve insanlık kapitalist modernite çağında bu kadar maddi yaşamın kafesine alınmamıştır. Toplum ve birey modern yaşam adına maddi dünyanın nimetlerinden yararlanmak için çılgınca bedenin ihtiyaçlarıyla uğraştırılmaktadır. Düşünme, anlam ve yorum gücünden düşen bir toplumun kendisini var eden enerjisini bedenin ihtiyaçları için harcaması anlaşılırdır. Ev, iş, eş, para döngüsünde oluşan toplum yaşamı adeta büyük bir savaşı kendisine karşı vermekte, bunu birbiriyle yarış haline çevirmekte, hatta birbirinin kurdu haline gelmektedir. İnsanın kendi bedenin kölesi olması kadar ağır bir durum hiç bu kadar yaşanmamıştır. Endüstriyalizm bu çılgınlığı en fazla besleyen ve toplumu-bireyi çürüten temel güç konumundadır. Özgür olmak, maddi dünyanın, bedenin, kısmen çarpıtılmış ruhun ihtiyaçlarını gidermek olarak anlaşılmaktadır. Gözle görülen, ele hissedilen ve kulağın duyduğu her şey hakikat olarak anlaşılmaktadır. Hakikat, somut ve maddi olmak zorundadır, gerisi boş laftır anlayışı toplum ve bireyde hakim kılınmıştır. Böylelikle özgürlüğünü yitiren toplum, hakikatini de yitirmiştir.
Dünyamızda gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz her şey gerçektir. Ancak gerçeklerin hakikatini ne kadar biliyoruz? Gözümüz görüyor, ama gözümüzün dakikada çektiği binlerce kareye anlam veren kim? Duyularımızı tanımlayan kim? Bedenin güdüsel yani savunma, beslenme, soy sürdürmek için harcadığı aşırı enerjinin ölüme daha fazla yaklaştırdığı uyarısını yapan kim? Yaşam enerjisinin bedene, kurumlara hapsedilmesine, kölelikte ısrar edene karşı duran kim? Bu tür soruları daha fazla çoğaltabiliriz. İnsanın hakikati beyinde gerçekleşir. Bilindiği gibi beyin, kafatası içerisinde karanlıktadır. Karanlıkta olan bu mucize nasıl oluyor da, duyularla hissedilen her şeyi tanıyor, aydınlığı, özgürlüğün ne anlama geldiğini biliyor. İnsan beyninin, güdüler için sürekli uyarılması enerjisinin tüketilmesine yol açıyor. Beyin yani düşünce-ruh ile beden arasındaki ikilem arasındaki uyum bozulduğu ve bedenin ihtiyaçları için enerjinin sürekli daha fazla harcandığı için beyin düşünemez, anlam veremez konuma gelmiştir. Kapitalist modern yaşamın maddi dünya anlayışı ve yarışı özgür düşünce-yorum gücünün yani hakikatin yitimine yol açmıştır.
Evrenin özünün enerji olduğunu düşünürsek ve bu enerjinin varlık-yokluk ikileminde bir sentez olarak özgürce oluşum halinde hareket ettiğini bilirsek, beş bin yıllık iktidarcı-devletçi aklın, birey ve toplum enerjisini neden sürekli çarpıtarak hakikat yitimine yol açtığını, oluşturduğu kurumlarla hapsetmeye çalıştığını anlarız. Çünkü enerji, özgür olmak ister, karakteri ve doğası gereği böyle hareket eder. Bilindiği gibi toplum ahlaki ve politiktir. Toplumun ahlaki ve politik olma düzeyi kendisini var eden enerjiye yani anlam gücünü bilmesi, kendisini tanıması ve özgürce yaşamasını gerektirir. Bu anlamıyla toplumun var olma amacı özgürce yaşama istemidir. Bunun için kendisini sürekli esnek ve oluşum halinde tutmak ister, tıpkı evren gibi. Ancak bir sapma olarak iktidarın ve devletin gelişimiyle birlikte toplumun akışkan ve oluşum halindeki enerjisi, devletin ‘kavramlar-kuramlar-kurumlar’ üçlemesiyle bir kıskaca alınır. Önce toplum ve bireydeki anlam gücüne el atılır. Anlam gücünü yani özgürce düşünebilme yeteneğini kaybeden bir toplum hakikatinden kopar. Toplumun hakikati bulunduğu evren, doğa ve özgür yaşama istemi yerini tanrı-güç-kaderine mahkum olmaya bırakır. Artık insan ve insanın oluşturduğu toplum, evrenin ve doğanın bir parçası değil, iktidar ve devletçi güçlerin bir eki, kullanılacak bir nesnesi haline gelir. Kendisi hakkında düşünemeyen bir toplum, birey özgürlüğünü kaybetmiştir.
İktidarın yarattığı tanrılardan, krallardan, güç odaklarından umutsuzca ve çaresizce özgürlüğünü ister. Kölelik ve özgürlük ikilemi baş gösterir. Başlangıçta ahlaki ve toplum özelliği güçlü olan toplum özgürce yaşarken, tanrı-krallar çağıyla birlikte köleliği tanır. Bin yıllardır giderek derinleşen kölelik, özgürlüğe olan ihtiyacı şiddetlendirir. Uygarlık tarihi bir anlamda toplumun, devletçi-iktidarcı güçlere karşı verdiği özgürlük mücadelesi tarihidir. Cins ve sınıf savaşları, klan-kabile-aşiret-kavim-ulus-din ve mezhep savaşları toplumun özgürlük arayışıyla ilgilidir. Toplumun özgürlük için verdiği mücadele tarihi henüz bütünlüklü yazılmamıştır. Hiçbir pozitif bilim başta sosyoloji olmak üzere bununla yani toplumun özgürlük sorunuyla ilgilenmemiş, tersine iktidar adına hakikatlerin bilme gücüyle nasıl çarpıtılacağıyla uğraşmıştır. Tüm bu çabalar tarihsel-toplumun hafızasının, kültürel değerlerinin yok edilmek istenmesiyle ilintilidir. Toplumun ve bireyin hafızası çok fazla dumura uğratılsa da iktidar ve devlet güçlerin başarılı olamadığı görülmektedir. Çünkü bin yıllardır yeryüzünde yaşayan toplum ve birey özgürlük arayışını sürdürmekte ve bunun için direniş mücadelesini vermektedir.
Rotinda ENGİN
Devam Edecek