HABER MERKEZİ
Avrupa uygarlığının hegemonyası altına giren Ortadoğu kültürü iflasın da ötesinde bir intihar çizgisinde seyretmektedir. Hindistan, Çin ve Afganistan’dan Atlas kıyılarına kadar bu kültürün etki alanlarında günlük intihar eylemlerinin yaşandığı bir gerçektir. Eylemlerin azlığı veya çokluğundan ziyade temellerindeki kültürün çözümlenmesi ancak olup biteni izah edebilir. Geleneksel kültürel izahlar (tek tanrılı İbrahimi dinler) ve Batı uygarlığının oryantalist açıklamaları bu kriz ve intihar olgusunu izah edecek güçte değildir. Kaldı ki kendileri bu kriz ve intiharın hem neden hem sonuçları rolündedirler, parçasıdırlar.
İmam Gazali’den beri (ölümü 1111) İslam adı verilen, bana göre bir propaganda deyimi olan bu dünya, felsefeyi terk etmiştir. Karşılığı ise günümüze kadar despotik devlette yoğunlaşarak toplumsal artık-değerleri gasp etme savaşlarıyla toplumları ele geçirme, imha etme ve yönetme biçiminde sayısız fenomenler olmuştur.
Hegel ve Marks’ın yanılgısı
Hegel, devlet felsefesini geliştirirken Grek şehir devletinden Napolyon ulus-devletine kadarki süreçte olup bitmiş siyasi-iktidarsal düşünce ve yapılanmaları esas alır. Ortadoğu’da devlet felsefesini geliştirmek için Grek şehir devletinden değil, Uruk şehir devletinden başlamak yöntem itibariyle daha doğrudur.
Karl Marks’ın daha başlangıçta Hegel’in hukuk ve devlet felsefesinin açıklama yetersizliklerini fark etmesi, şüphesiz önemli ve olumludur. Fakat buna verdiği yanıtın yetersizliğin yetersizliği asıl ders çıkartılması gerekenidir. Yanıt, Hegel’in aşılması değil sürdürülmesi temelindedir. Efendi-köle diyalektiğinde kölenin efendileşmesi ve efendisizleşmesi sosyalizm ve komünizm olarak değerlendirilmektedir. Bu çözüm, hangi araçlarla diye yargılandığında cevap daha planlı, rasyonel bir devlet kapitalizmi olmaktan öteye gidememektedir. Sovyet ve Çin reel sosyalizm deneyimleri başta olmak üzere pratikçe de doğrulanan iki önemli nedenle bu sonuçlarla karşılaşmak anlaşılırdır. Birincisi emek-değer teorisinin pozitivist inşasıdır. Bir işçinin günlük çalışma zamanı emeğinin gerçek değeri için ölçü olarak alınmaktadır. Böylesi bir işçi tarihsel ve toplumsal olarak yoktur. Böyle bir insan-birey gerçekleşmesi yoktur. Eğer birey toplumsalsa, işçi kapitaldeki gibi asla oluşmaz.
Marks’ın emek değer teorisinin gerçeği ifade edebilmesi için bireyin toplumsal olmaktan öncelikle çıkması gerekir. Şimdiye kadarki tüm sosyolojik araştırmalar bireyin asla toplumsuz gerçekleşemeyeceğini kanıtlamıştır. Eğer birey toplumsal ise toplumsal olduğu için de tarihselse o zaman emek-değerin ölçüye vurulması (ücret, kâr, rant, faiz vs.) imkansızdır. Çünkü toplumsallığın hangi tarihlerde ve kimlerin kümülatif emekleri ile inşa edildiği ölçülemez. Toplum, şüphesiz sayısı ve niteliği asla ölçülemeyecek bireysel emeklerin sürekli toplumsallaşmasıyla oluşurken, kendisi de bir bireyine, örneğin bir işçisine, bu yoğunlaşmış kurumlaşmış emeğin bir kısmını vererek onu insanlaştırır. Başta aile kurumu olmak üzere sadece ana rahminde taşınma emeği değil, çocuk olarak büyütülme emeği de değil, hatta yazılı tarih süreci de yetmez bu donmuş emeği fiyatlandırmaya. Eğer adil bir emek ölçüsü istiyorsak, insan türünün tüm toplumsal serüvenini değere katmak gerekecektir.
Sadece ana emeğinin bir işçinin kırk yıllık ücretinden daha fazla değerli olduğu ispatlanabilir. Ya o birey işçiyi doğuran tarihin, felsefenin, dinin, sanatın, bilimin ücret payını nasıl hesaplayıp, karşılığını ödeyeceğiz.
Ahlak toplumsal adaletin kantarıdır
Marksist pozitivist ‘toplum bilime’ ilişkin köklü bir eleştiri ve özeleştiri geliştirilmek durumundadır. Toplumsal ahlakın temel rolü de bu konuda karşımıza çıkmaktadır. Ahlak her zaman toplumsal olarak iyi ve kötü normları ile ölçüye gelmeyen toplumsal emeğin adalet kantarını teşkil etmektedir. Marksizm’in ahlak teorisindeki sınırlı konumu emek-değer ve ücret anlayışı ile yakından bağlantılıdır. Reel sosyalizmin kolay çözülüşünde ahlaki temelden yoksunluğunun belirleyici rol oynadığı bu nedenle hem daha anlaşılır olmakta hem de en önemli eleştiri unsurlarının başında gelmektedir. Kapitalizmden kurtarılacak toplumun, sendikacılıktan ve devlet particiliğinden değil, ahlaki ve politik toplumdan geçtiği belirtilmesi gereken en önemli husustur.
*Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü kitabından alınmıştır.