HABER MERKEZİ-
Çığ altında geçen yaklaşık beş-altı saatlik zaman adete asırlara dönmüştü. Bizi zorlayan ölüm korkusu değildi artık, bizi zorlayan sıkıştığımız yerde, olan biten her şeyden bihaber oluşumuz ve öylece çaresiz bekleyişimizdi. Ancak bu çaresizliğe teslim olmamak için kendimizle savaşıyor ve ruhumuzu direngen kılmaya çalışıyorduk. Saat tam 03.00’ı gösterdiğinde derinlerden cılız bir ses duymuş gibi bir anda irkiliverdik. Bu ses gerçek olabilir miydi? Biraz bekledik. Kısa bir aradan sonra ikinci kez aynı biçimde gelen sese kulak kabartmaya başladık. Açıkçası bunun gerçek olabilme ihtimali çok zor bir ihtimaldi. Sadece bizim duymak istediğimiz, kendimize hayal olarak yarattığımız bir ses de olabilirdi.
Ronahî arkadaş; “heval Arya bir ses duyuyor musun?” dediğinde anladım ki sesi yalnızca ben duymamıştım. Sesi duyduğumu ama emin olamadığımı söyledim. Daha sonra bu sesler yoğunluk kazandı. Birileri bulunduğumuz yerin üstünde dolaşıyor, geziniyordu. Bu arkadaşların yaşadığı anlamına geliyordu. Ve belliydi ki birileri bizi arıyordu. Dolayısıyla biz sesimiz yükseltmeliydik. Çünkü her an hava açabilir, arkadaşlar çığ altında kalan arkadaşları aramakta zorlanabilirlerdi. Ya da daha da kötüsü bizi başka yerde arayıp, izimizi kaybedebilirlerdi. Tüm bu olasılıkları düşününce sesimizi daha da yükselttik. Çok bağırmamıza rağmen bir türlü sesimizi arkadaşlara ulaştıramıyorduk. Ölüm anında insana inanılmaz bir güç geldiği söylenir ya, ben bile bağırdığım zaman benden çıkan o gür sese şaşırmıştım. O kadar çok bağırıyorduk ki, artık gücümüz tükenmişti. Son anda aklıma bir fikir gelmişti. Tavayı elime geçirdiğim gibi içinde yemek yaptığımız tencerenin dibine tüm gücümle vurmaya başladım. Ne de olsa önemli olan ses çıkarmak ve kendimizi arkadaşlara duyurmaktı. O yüzden bunun da mantıklı bir fikir olabileceğine inanarak vurdukça vuruyordum.
Heval Ronahî, “Heval Arya nereden buldun bu tavayı?” dedi. Ben de bilmediğimi, bir anda elime geçtiğini belirttim. Ronahî arkadaş bağırmaktan yorulunca ara ara tavayla tencereye vurmaya başlıyordu. Bu olay adeta dönüşümlü kolektif bir iş oluvermişti. Sesimizi duyurma çabamız bu biçimiyle ne kadar sürdü bilmiyorum, artık yüreğimiz kurtulacağımıza dönük umutla dolup taşıyordu.
Bir süre sonra kürek seslerini daha iyi alabiliyorduk. Arkadaşlar bizim bulunduğumuz sığınağın tam üstünü değil de, tünele doğru olan kısmın üzerini kazıyorlardı. Dolayısıyla elimiz yüreğimizde öylece bekliyorduk. Bize doğru ilerlemeleri için içten içe dua ediyorduk. Arkadaşlar dönüşümlü karı açıyor ve kendilerini ısıtarak tekrar tekrar çığ altında kalan arkadaşları aramaya devam ediyorlardı. Tabii tüm bunları ve daha fazlasını bulunduğumuz yerden çıktıktan sonra öğrenecektik.
Kazı işlemi devam ederken, derinlerden tok bir sesi tekrar duymaya başladık. Arkadaşlardan biri; “içerde kimse var mı?” diye bağırıyordu. Yorgunluktan sesim çıkmasa da var gücümle bağırarak “buradayız!” diye seslendim. Arkadaşların kendi aralarındaki konuşmalarını duymuyorduk. Ancak üzerimizde bir hareketliliğin yeniden oluştuğu belliydi. Gidiş geliş sesleri yoğunlaşıyordu. En sonunda sesimizi alan bir arkadaş “burada arkadaşlar var” diyerek, bağırmaya başladı. Artık sesleri daha net alabiliyorduk. Bir yandan üzerimizdeki karları atıyor, diğer taraftan da sığınağın odunlarını baltayla kesiyorlardı. Sonunda arkadaşlar bize ulaştıklarında üzerimizde adeta dört-beş metrelik bir kuyu görünümünü oluşturan çukur oluşmuştu. Kurtulduğumuza inanamıyorduk. Sanki bir rüyanın ortasındaydık.
Tünelin ağzında bizimle ilk konuşan Ferhat arkadaştı. Ferhat arkadaş Batmanlı bir arkadaştı. Eyaletin terzicisiydi. Bizim burada olduğumuzu fark eden Ferhat arkadaş kaç kişi olduğumuzu, yanımda şehit düşen arkadaşların olup olmadığını anlamak istiyordu. Heval Ronahî’nin sesi bir süre kesilince karanlıkta olduğumuz için ne olduğunu anlayamadım. Ronahî arkadaşa seslendim, sesi çıkmayınca çok korktum. Karanlığın içinde ellerini bulmaya çalışarak, nabzını tutmak istedim. Yaşıyor muydu, yoksa gerçekten son anda benim farkına varmadığım bir şey mi olmuştu. Tanrım, aklımdan dahi geçirmek istemiyordum. O kadar saat bana güç veren, moral veren yoldaşıma bir şey olmasını asla kaldıramazdım. Hele de arkadaşlara ulaşmaya ramak kalmışken. Büyük bir korku içinde önce nabzını, sonra nefesini kontrol ettim. Ronahî arkadaş yaşıyordu, sadece bayılmıştı. Anlaşılan bana o kadar güç ve moral verdikten sonra takatten düşmüştü. İstemesem de ona birkaç tokat atmak zorunda kaldım. Yaşadığımız duyguların sınırsızlığı artık kalbimizi zorluyordu. Garip ama karmakarışık duygu patlamalarıydı. Kah hüzünlenen, kah burkulan, kah sevinen, kah coşan…
En son Ferhat arkadaşa, acele etmeleri için seslendim. O da “tamam, iyi olduğunuza sevindik” dedi. Daha sonra önce beni, sonra Ronahî arkadaşı yukarı çektiler. Ferhat arkadaş bizi yukarı çıkardıktan sonra “neyse bu defa da kefeni yırttınız” diyerek moral vermeye çalışıyordu. Evet, gerçekten de kefeni yırtmıştık. Acaba diğer arkadaşlar da bizim kadar şanslı mıydı? Acı gerçeği öğrenirken, kurtulmanın sevinci yerini büyük bir acıya bırakacaktı.
Sığınağın içinden çıktığımızda aradan tam on iki saat geçmişti. Tarih 19 Ocak 2000. Gökyüzünde kocaman bir dolunay, hava sanki hiç kar yağmamış gibiydi. Bir süre etrafıma öylece baktım. Ama tanıdık hiçbir şey bulamadım. Her şey toz duman olmuş, eski coğrafyanın emaresi dahi kalmamıştı. Arazi değişmişti. Sanki bir mekandan başka bir mekana gelmiştik. Kampımızın üzerini bembeyaz bir kar örtüsü kaplamıştı. Öylesi bir beyazdı ki, bir daha asla beyazı sevdirmeyen. Agîd arkadaşın söylediği sözü anımsatan…
Kimine göre beyaz saflıktır, sevinçtir, mutluluktur. Birçoklarına göre başka başka anlamları vardır. Ama bana göre artık mutsuzluktu. Çünkü yoldaşlarımızı bizden almış, yüreğimizi yasa boğmuştu.
Bir kez daha ölümü ardımızda bırakarak, arkadaşlarla birlikte boş bir sığına girdik. Çığ tüm sığınakları yerle bir etmişti. Sağlam kalan tek bir sığınak kalmıştı. O da yamaca doğru olduğu için kar sadece vurup geçmişti. Bu sığınakta olan arkadaşlar kendilerini daha erken kurtarmışlardı. Bu daracık sığınağın içinde yaklaşık on sekiz arkadaştık. Arkadaşlar etrafımızda çember oluşturmuştu. Kimileri karla ellerimizi, kimileri ayaklarımızı ovuşturuyordu. Ve sonra arkadaşların gözlerindeki yaşlar, bazı yoldaşları kaybetmenin acısıyla ve bazı arkadaşları kurtarmanın sevinciyle birbirine karışıyordu.
Arkadaşlar saatlerce bizi aramışlardı. Gelen çığ sadece kampı değil, her tarafı yıkıp geçirmişti. Koca ağaçları yerinden söküp vadiye kadar sürükleyip götürmüştü. Dolayısıyla arkadaşlar sığınakların yerlerini tespit edemedikleri için geniş bir arazide arama tarama yapmışlardı. Bu bir anlamda sabah güneşin doğmasıyla birlikte büyük bir tehlike ve risk demekti. Ancak arkadaşlar tüm sonuçları göze alarak, sığınakları tek tek kontrol ederek arkadaşları bulmaya çalışmışlardı. Bizi bulmaları ise tamamen bir tesadüftü.
Üzerimize çığ gelmeden önce pil istemek için yanına gittiğim Dağıstan arkadaş, bana pilleri ihtiyatlı kullanmam gerektiğini söylediği için kendi kendine çok içerlemiş. Dolayısıyla en son ayrıldığımızda benim ona kırgın olduğum düşüncesine kapılarak, saatlerce kendini suçlamış ve “Yoldaşımdan bir pili esirgedim” diyerek gözyaşlarına boğulmuş. O yüzden özellikle bizi arayan grubun içinde yer almış. “Onları mutlaka bulacağım” diyerek kazılmadık yer bırakmamış. En son bulamayacaklarını düşünen bazı arkadaşlar; “artık gidelim, kampı terk etmek zorundayız” demelerine rağmen, o; “son kez burayı da kazıp öyle geleceğim” diyerek arkadaşları sığınağa göndermiş. Metrelerce karı kazarak, işlenmiş bir toprağa ulaşınca arkadaşlara; “mutfağın olduğu sığınağı buldum” diye bağırmış. Böylece arkadaşlar hep birlikte tekrar kazmaya başlamışlar ve sonrası yukarıda anlattığım gibi…
Arkadaşlar bu olayı anlattıklarında çok etkilendim. Yanı başımda duran Dağıstan arkadaşa sarılarak; sana hiç kırılmadım, inan aklıma dahi gelmedi. Ancak şunu itiraf etmeliyim ki; önerin işimizi görecek kadar makul bir öneri değildi, dedim. Ve sonra bu duygusal atmosferin yerini muzipçe gülüşler aldı. Acılarımız, ayaz bir gecede öylece havada asılı kalıyordu.
Biraz soluklandıktan sonra tek tek arkadaşları süzmeye başladık. Bazı arkadaşları göremeyince arkadaşların nerede olduklarını sorduk. Hangi arkadaşı soruyorsak dışarıdalar, şimdi gelecekler, vb. gerekçelerle geçiştiriyorlardı. Ancak bu durum canımızı sıkmaya başlamış ve arkadaşları görmek istediğimizi söylemiştik. Arkadaşlar bizi üzmek istemedikleri için arkadaşların şahadetlerini bizden gizliyorlardı. Biz üsteleyince her şeyi olduğu gibi anlatmak zorunda kaldılar.
Koçerin arkadaş eyalet yönetiminde yer alan bir arkadaştı ve ayrıca kadın yönetiminde yer alıyordu. Gözlerimizin içine acı acı bakarak; “bazı arkadaşları kurtaramadık” dedi. Ve sonra sekiz can yoldaşın; Reda, Mîzgîn, Reşo, Tufan, Şoreş, Baran, Azad ve Piling arkadaşların şehit düştüklerini söyledi. Bu yoldaşlarımız birer yıldız olup yıldızlar ülkesine kaymışlardı… Yitirdiklerimizin gülüşlerinde, bakışlarında, özlemlerinde kayboluyorduk. Belki onlar da bizim gibi saatlerce yaşamış, kurtarılmayı beklemişlerdi. Kim bilir, belki de hala bembeyaz kar örtüsünün altında öylece birilerini, bizleri bekliyorlardı. Bunları düşündükçe içim sızlıyor, yüreğim acıyor ve nefes dahi alamıyordum.
Kampta yapılan kazı çalışmaları sonucu izler açılmıştı. Artık gün doğmak üzereydi. Kobralar gelebilir ve kamp deşifre olabilirdi. Dolayısıyla kampı bırakmak tek seçenekti. Kamptan ayrılırken dakikalarca arkamıza baktık. Yoldaşlarımızı o beyaz kar örtüsünün altında bırakıp gitmek, şahadetlerini bu biçimiyle kabullenmek zordu. Hiç birimiz bu biçimiyle gelişen bir şahadeti kabullenemiyorduk.
Onları geride bırakıp yolumuza devam etmek öyle kolay değildi. Çünkü sevginin gerçek anlamını bu dağlarda birlikte yakalamıştık. En güzel arkadaşlıkları, yoldaşlıkları bu dağlarda yaşamıştık. Böylesi değerli bir özgürlük mücadelesi yolunda birbirimiz için canımızı vermeye hazırdık. Ancak hayat bize bu fırsatı sunmadan birilerimizi alıp birilerimizi bırakmıştı. Bu hiç adilce değildi. O yüzden zordu, hem de çok zor. Gidiyorduk. Ancak nereye gittiğimizi dahi bilmiyorduk. Hava koşulları hala zorlayıcı, kar metrelerceydi. Başımızı koyacağımız en ufak bir yer dahi yoktu. Ölümün kıyısında yürümeye devam ediyorduk. Ama başarmaktı tek şansımız… Başarmaktı tek umudumuz.
…
Ronahî arkadaşla çok zorlu bir süreci yaşamıştık. Benim için sadece bir yoldaş değil, aynı zamanda ölümü nefes nefese birlikte yaşadığım bir yoldaştı. Çığın altında kaldığımız anlarda ölüm ve yaşam arasındaki o çizgiyi derinden yaşamıştık. Dolayısıyla heval Ronahî mücadele yaşamımda benim için farklı bir anlama sahipti. Bu olaydan sonra onunla yollarımız hiç kesişmedi. Sürekli ayrı alanlarda kaldık. Ancak birbirimizi sürekli soruyor ve takip ediyorduk. Bana her yazdığı notta bu yaşadığımız olayı yazmamı söylüyordu. Bu konuda gereken sorumluluğu gösteremedim. Bir türlü yazamadım. Belki de her zaman olduğu gibi yine yazacak cesareti bulamamıştım.
Bêdewê eyleminde Ronahî arkadaşın şahadet haberini aldığım zaman ilk aklıma gelen onunla yaşadığımız çığ felaketiydi. O, bu olayı yazmam konusunda hep ısrarcı olmuş, ancak ben bir türlü yazamamıştım. Oysa şimdi aradan yıllar geçtikten sonra bu sözü yerine geç getirmenin mahcubiyetiyle yazıyorum.
Ronahî arkadaş Adıyamanlı, orta halli ve yurtsever bir ailenin kızı olarak 1992 yılında özgürlük mücadelesine katılmıştı. Kürdistan’da hemen hemen görmediği alan kalmamıştı. Dağlara sevdalı, dağlarla yeminli bir duruş içerisindeydi.
Dağlarda yaşamak, gerilla olmak; büyük inanç, bağlılık, irade ve fedakarlık gerektirmekteydi. O bu fedakarlığı göstererek yaşamasını bildi. Kuzey sahaları başta olmak üzere savaşın en zorlu sahalarında her zaman en önde yer aldı. Güçlü bir militan olarak, mücadele sorumluluklarını büyük bir ciddiyetle üstlendi. Hem düşman karşısında, hem de en zorlu doğa koşulları karşısında tüm risklere ve tehlikelere karşı son derece soğukkanlı ve rahattı. Yapılması gerektiğine inandığı bir konuda asla tereddüt yaşamazdı. Çaresizlik onun yaşam felsefesinde olmayan bir şeydi. Güçlü bir savaşçı ve komutandı. Düşmanın hiçbir tekniği, taktiği onun sağduyusunu, soğukkanlılığını, kendine olan güvenini etkilemezdi. Katıldığı onlarca eylemde bu kişilik özelliklerini koruyarak başarılı olmuştu. Onlarca yoldaşını kendisiyle birlikte korumayı bilmişti. Tıpkı beni koruduğu gibi… Savaş içinde büyümüş, kendini var etmişti. Deyim yerindeyse, yaşam deneyimleri onu yeteri kadar pişirmiş ve olgunlaştırmıştı.
Yaşama tutkuyla katılırdı. Moralsiz tek bir anına rastlamak mümkün değildi. Her zaman heyecanlı ve moralliydi. Nerde, nasıl davranacağı ve yaklaşacağı konusunda net ilkelere sahipti. Cesur ve yiğit bir yoldaştı. Yüreği kadar sözü pek bir komutandı…
Evet, Ronahî arkadaş 19 Ocak 2000 kışında yaşadığımız çığ olayından kurtulan tek arkadaş değildi. Ancak beni en çok etkileyen arkadaş olduğu açıktı. Aradan yıllar geçtikten sonra bile savaş devam ediyordu. Belki de daha onlarca kez ölüm bariyerlerini aşacak ve ölümle dans edecektik. Ancak savaşın doğal sonuçlarına her koşulda yüreğimizi bilemiş, inancımızı güçlendirmiştik.
Ronahî arkadaşın şahadeti yüreğimi yangın yerine çevirse de o, özgürlük mücadelesinin militanı ve kahramanıydı. Ölüm nerden gelirse gelsin, önemi yoktu. Yeter ki onurlu ve yiğitçe olsun. Ronahî yoldaş ve sekiz yürek Önderliğe, halka ve gerillaya bağlılığın en somut örnekleriydiler. Güneş’i kucaklarcasına mücadeleye gönül vermişlerdi. Onlar kavga arkadaşlarım, en zorlu demlerin, özgürlük davasının yoldaşlarıydılar. Ve bu özgürlük yolunda onurlu duruşlarıyla Kürt halkının gurur kaynağı oldular.
Arya Andok