HABER MERKEZİ
Erzurum’un o meşhur kış aylarının bir gün biteceğini hayal ede ede, bir kış dönemini daha bitirdikten sonra pratiğe çıktık. Kamp sonrası, bahar düzenlemeleri daha doğrusu pratik alan düzenlemeleri oluyordu.
Biz dokuz arkadaş Yayladere’ye gidecektik. Beş kadın, dört de erkek arkadaş vardı. Grubumuzun içinde heval Mahir ve heval Zin de yer alıyordu. Düşman Yayladere’yi çok sıkı tutuyordu. Bu yüzden hareket tarzında çok hassas olmamız gerekliydi. Uzun soluklu bir yolculuk bizi bekliyordu ve hepimiz bunu farkındaydık. Akşama doğru bir noktaya ulaştık.
Yanımızda getirdiğimiz ekmek yeterli değildi. Karanlık çökmeden arkadaşlar hamur yoğurmak istediler. Ekmek yapmak için hazırlıklar tamamlanırken, bazı arkadaşlar da göreve gitmek için harekete geçtiler. Görev için yola çıkan arkadaşlar boğaza ulaştıklarında, düşman hareketliliğinin olduğunu fark ediyorlar. Bu durumdan bizim haberimiz yoktu. İlk önce düşmanın normal birliklerinin arazide hareket ettiklerini sandık ama durum öyle değildi. Arazide bulunan operasyon gücüydü. Düşman bizler hakkında bilgi almış, bu yüzden de operasyona çıkmıştı. Hemen noktayı bırakma kararı alarak, yola çıktık. Kendimizi düşmanın tutuğu araziden biraz daha uzak olan bir vadiye verdik. Arkamızda iz bırakmamak için kendimizi en yakın akar suyun içine bıraktık ve yürümeye başladık. Yürüyüş esnasında öyle komik görüntüler ortaya çıkıyordu ki, gülmemek mümkün değildi. Suyun içindeydik fakat hızlı hareket etmemiz ve bulunduğumuz alandan çabuk çıkmamız gerekiyordu. Çünkü içinde bulunduğumuz suyun etrafı çok fazla kamuflajlı değildi. Saat çok ilerlemişti ve ulaşmamız gereken yere varamamıştık. Düşmandan uzaklaştığımızı düşündüğümüz bir yerde konumlandık. Sabaha kadar burada kaldık. Tabii keşifçilerimiz düşmanın yakınlaştığını söylediğinde hemen toparlandık ve ne var, ne yok acele bir şekilde sırtlandık. Fırıncılarımızın ekmeği ise bir türlü olmamış, toparlandığımız içinde hamuru yeniden torbaya koyup, sırtımıza almıştık. Çünkü elimizde bulunan son un ile o hamuru yapmıştık. Bu yüzden onu kesinlikle atamazdık. Fırıncı arkadaşlar yol boyunca hamuru sırtlarından indirmiyor, hamur ise şişmekten taviz vermiyordu. İyi olan yan ise hem havanın soğuk olması, hem de hamurun içinde yok denecek kadar az mayanın olmasıydı.
Biraz daha ilerledikten sonra bir yerde ara verdik. Arkadaşların yükü çok olduğundan biraz ara verip, esas noktamıza doğru yol alacaktık. Arkadaşlar nöbetçi çıkartıyordu, eğer çok farklı bir durum olmazsa fırıncı arkadaşlar yavaş yavaş ve dikkatli bir şekilde ekmeklerini yapacaklardı. Hepimiz dinlenmek için kendimize uygun yerler bulduk. Birkaç saat sonra listeci olan Rojen arkadaş nöbetçi olduğumu söyledi. Nöbet yerine ulaştığımdan karakola yakın çevreye dürbün attım. Etrafımı keşfederken bir de baktım ki çok yakınımızdan ses geliyor. Sesin geldiği yöne dönüp baktığımda parlayan bir şeyler gördüm. Bunlar askerlerin üzerlerine giydiği çelik yeleklerdi. Bulunduğum yer çok açıktı. Arkadaşların yanına ulaşmak için silahımı kamufle edip, sürünerek aşağı indim. Arkadaşlar da bir gün öncesinden yoğrulmuş hamuru ekmek yapmak için hazırlıklara başlamış, odun toplamışlardı.
Arkadaşlara doğru ilerlerken Mahir arkadaş yanıma doğru geldi. “Ne oldu, neden nöbet yerini bıraktın?” diye sordu. Ben de düşmanın çok yakınımızda olduğunu, etrafımızı çevrelediklerini söyledim. İlk önce inanmadı, şaka yaptığımı düşündü. Fırat arkadaşı kontrol için gönderdi. Fırat arkadaş döndüğünde; “Heval düşmanın tam içindeyiz, şuan hiç hareket edemeyiz” dedi. Hareket etseydik, düşman bizleri hemen fark ederdi. On dakikaya yakın o şekilde durduk. Kendimizi otların, çalıların arasında sakladık. Bulunduğumuz alan çok dardı. En ufak bir hareketimizde etrafımızı çevreleyebilirlerdi. Bu yüzden kendimizi sağlama alıp kayıp vermeden yerimize ulaşmalıydık.
Biz bu şekilde kendimizi kamufle ederken, yaklaşık elli asker çok yakınımızdan geçti. İçlerinde üç komutan vardı. Bir komutan tam karşımızda duran taşın üzerinde bir süre oturduktan sonra kalkıp askerlerin arkasından gitti. Oturduğu yerden bizi görmemesi mümkün değildi. Biz daha bu şaşkınlığı üzerimizden atmamıştık ki, bir süre sonra askerler aynı yerden dönmeye başladılar. Biraz önce gördüğümüz komutan yine gelip o taşın üzerinde oturdu. Ben yanımda bulunan Zin ve Mahir arkadaşa sessiz bir şekilde; “Heval bu adam bizi görüyor” dedim. Zin arkadaş da bu duruma şaşırmış ve; “madem görüyor neden bir şey yapmıyor?” dedi. Biz neler olduğunu anlamaya çalışırken bir grup asker taşın üstünde oturan komutanın yanına gelip, ara vermek istediler. Fakat aynı komutan; “hadi burada kalmayalım, burada kimse yok” diyerek askerleri oradan uzaklaştırdı. Bu durum karşısında tüm arkadaşlar şaşırmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.
O gün de operasyon grubunun içinde kalmıştık. En son bir arkadaş; “Heval kendimizi biraz aşağı verip operasyon gücünün bulunduğu yerin altından geçelim” dedi. Gelen operasyon gruplarının yanında genelde köpekler oluyordu. O gün de köpeklerini getirmişlerdi. O köpekler bizi fark etmiş olmalıydılar ki, bize doğru yöneldiler. Ve hala hamur torbası sırtımızdaydı. Ne uygun bir yer bulup ekmeğimizi yapabiliyorduk. Ne de hamurumuzu atabiliyorduk. En son kendimizi yeniden suya vurarak, düşmanın tahmin edemeyeceği bir yöne doğru yürümeye başladık. Suya vurduğumuz için köpekler de artık, izimizi süremiyorlardı.
Nihayet operasyon gücünü atlatmıştık. Düşman o gün operasyon gücünü geri çekti. Biz de yolumuza devam ettik. Tabii sırtımızdaki hamur torbasından kurtulmak için de bulduğumuz en uygun yerde ekmeğimizi yaptık. Böylece hamurumuzu ziyan etmemiş, halkın bin bir emekle kazanıp bizlere gönderdiği değerleri korumaya çalışmıştık. Günlerce sırtımızda taşıdığımız hamurdan tam kırk ekmek çıkmıştı. En nihayetinde operasyon ekmeklerimizi yapabilmiş, durmadan şişen hamurdan kurtulmuştuk.