HABER MERKEZİ
Ben her ne kadar bu olayın canlı bir tanığı olsam da, sizin kadar bu kutsal eylemi analiz edemem. Ve o gün gördüklerimi olduğu gibi dile getirmek isterim. Fakat siz yine bir öğrenciniz olan bana izin verirseniz bu kutsal eylemi ve değerli komutanınızın o günkü duruşunu siz ve öğrencilerinizle paylaşmak istiyorum. Ki siz ve öğrencilerinizin bu eylemin nasıl gerçekleştiğini ve komutanınızın o günkü duruşunun nasıl olduğunu bilesiniz diye…
Mehmet TUNÇ
1996 yılının yaz mevsimi…
*… Zamanla artık uzman ve bando takımının şefi olmuştum. Programa göre önümüzde önemli bir bayram vardı. Gerçeği söylersem önemli ve dini bir bayram değildi. Ama Türkiye Cumhuriyeti için epey önemli görünüyordu. Onlara göre 1996’nın 30 Haziranı Dersim’in Ruslar’dan kurtuluşunun 67. yıldönümüydü. Biz bando takımı olarak özel provalar yapıyorduk. Tüm hazırlıklarımız bayram merasimi üzerineydi. Elbette, bir Kürt kadınının da kendi hazırlıklarını yaptığını ve bize ‘hoş geldiniz’ demek için beklediğini bilmiyorduk!
2016 yılının kış mevsimi…
Kürdistan’ın dört bir yanını saran direniş dalgası Rojava devriminin o kutsi kokusunu sokaklara taşımıştı. Belki yapılan koca bir eser inşaa etmek gibi şahşahalı değildi, ama samimiyeti borçlu oldukları o dar sokaklarda onlarca elin karıştığı, gri taşlardan örülü o mevziler, dünya üzerlerine gelse dahi durduracak gibiydi. Elde ele bir müjde dolanıyordu sanki.
Hasımları için pek hoşnut edici değildi gelişmeler. Biz kendi irademizle, kendimizce ve özgür yaşayacağız diye en masum talepler ‘ülkenin bekası’ zehrine bulanmış bir planla karşılık buluyordu. Gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti için epey önemli görünüyordu. Emir alınmıştı, yaşanacaklar tarihin en vahşi planlarından biri de olsa hedefine ulaşacaktı: Diz çökeceklerdi! Bunun için taş üstünde taş baş üstünde baş kalmayacaktı. Şehirlere girilecek, sorumlular cezalandırılacak, korku inşaa edilip biat sağlanacaktı. Diz çökmek bunun sembolüydü. En önemlisiydi…
Elbette, bir halk kahramanı öncülüğünde, birilerinin de kendi hazırlıklarını yaptığını, bu katil ordusuna ‘hoş geldin’ demek için beklediğini, tarih sahnesinin kolay kolay terkedilmeyeceğini kimse bilmiyordu.
O gün iki taraf için de artık önemli bir gündü. Bir deyim vardır; ‘korkunun ecele faydası yok’ diye. Bizim de böyle bir şeydi. 30 Haziran 1996… Saat 17:00’de ben bandonun önünde, tabur askerleri bayramın özel giysileriyle arkamda ve bando takımıyla Dersim Cumhuriyet meydanına girdik. Planlanan programa göre, biz askerler olarak en son Türk ordusunun hünerlerini sergileyecektik. Protokol, Atatürk büstü ve kitlenin önünden geçerek halka ve protokole selam verecektik. Kısacası, şanlı ordunun hünerlerini sergileyecektik.
Cizre her ‘iki taraf’ için de önemli bir yerdi. Kürdistan’da ilk ve büyük serhıldanların öncüsü olan Cizre, Botan’ın kalbi olarak o büyük ateşin yakılacağı zirve gibiydi. Burada ilk tutum, ilk söz tarihe düşecek, bir bayrak gibi taşınacak ve yaşananlar bir pusula gibi yol gösterecekti. Bunu herkes biliyordu, herkes…!
Cizrelilerin istedikleri açıktı. Bu açıklık çoktan hak edilmiş bir geleceğin gururuna da öfkesine de ışık tutuyor, aksini iddia etmeye hiçbir sözün gücü yetmiyordu. Sahipleri olduğu bu kadim şehrin üzerindeki kötü niyetli eller çekilsin, hayat Cizre sokaklarında Kürtlüğün binbir rengiyle özgürce yaşansın istiyorlardı. Ne rejim, ne iktidar, ne güç ne de zenginliğin o cezbedici şatafatı… İstenen basit ve açıktı.
Zaman ‘karşı taraf’ için muhasebenin yapıldığı o zamandan çoktan geçmiş, plan hazırlanmıştı. Özel giysileri ve arkalarında her türlü savaş tekniği ile yıkım bir toz bulutu şeklinde devrilecekti şehrin üstüne. Bütün ölüm güçleri sahaya itilecek, eldeki her türlü teknik kullanılarak halkı nişangahının ucuna koyan bir saldırı dalgasıyla hünerler sergilenecekti. İlginçtir ki herşeye rağmen zalimler karşılaşacaklarından haberdar gibiydi. Ama korkunun ecele faydası yoktu.
Artık sıra bize yani şanlı orduya gelmişti. Oremar, Bezelê ve Zap (!) orduları. Ben beş metre bando takımının önünde, askeri tabur beş metre bando takımın önünde, merasim şeklinde, kitle ve protokol önünden geçiyorduk. Bando çubuğu elimde olduğu için diğer askerlerden daha serbest etrafıma bakabiliyordum. Fakat orada en çok dikkatimi çeken, bir genç her birkaç dakikada bir ayakkabı boyama bahanesiyle bekleyiş süresince biz askerlerin arasına gelerek “ayakkabınızı bedava boyayım mı?” demesiydi. Askerlerin içinden çıktıktan sonra da direkt kitlenin içine giriyordu. Tabi o zaman o gencin Zilan’ın arkadaşı olduğunu ve şehit Zilan’ın kitlenin içinde avını beklediğini, onun için doğru yer ve zamanı kolladığını bilmiyorduk.
Sokaklar hiç olmadığı gibiydi. Hiç bu kadar heyecanlı, hiç bu kadar kendisi gibi değildi. O içlerine sinmeyen korku, tedirginliğin vakitli vakitsiz baskınları, sahte günahlar arayan o sapkın bakışlar terketmişti. Onların yokluğunda soğuk bir rüzgar değil kendini bulmanın çocukça heyecanı dolanıyordu.
En çok dikkati çeken de bu şölen havasını süzen kendinden emin ve gururlu bakışların sahibi bu toprağın çocuklarıydı. Öykülere sığmayan yiğitlik omuzlarına işlenmiş gibiydi. Bakmaya doyulamayan birer güzellik abidesi gibi özenle serpilmişlerdi köşe başlarına. Cizre analarının böyle bakışlarının esiri olmuşlardı hallerinden memnun. Gündüzleri sokaklara işlenmiş bir özgürlük işareti, gecelere konan hoş masalların davetsizliğine şikayet edilmeyen misafirleriydi. Cizre’nin kuru soğuğuna direnmeye pek de niyeti olmayan o cılız kıyafetler altında şimdilik namlusu yere bakan silahlar taşıyorlardı. İri ve heybetli bedeniyle yarışan görkemli sözlerin sahibi, herkesin tanıdığı biri resmediyordu bu ahengi. Herkesin payına düşeni, herkesin yüreğine yeteni yine herkes adına o seslendiriyordu. Bu ses cümbüşünü usta bir şef gibi yönetiyordu. Gözünü özgürlük aşkı bürümüş bunca yiğidin, toprağıyla sözleşmiş bunca gencin, tarihe ders verme niyetindeki bunca kara gözlünün bu koca insanın yoldaşı olduğu, büyük bir randevuya hazırlandıkları, hep beraber bir şehir oldukları, bir şehrin ruhuna dönüştükleri şimdilik bilinmiyordu.
Bando, “biz şanlı askerleriz” marşını çalıyor ve biz avcımıza doğru yol alıyoruz. Bir anda, hamile görünen ve kollarını bir şahin gibi açıp arama yapan askerlere doğru gelen bir kadın ortaya çıktı. Benimle o kutsal kadının arasında iki metre kalmışken beni geçip gitti. Doğrusu davul ve trampetlerin sesinden o kutsal kadının ne söylediğini tam anlaşılmıyordu. Fakat yanılmıyorsam ilk önce “yavrumm”(evladım) diye seslendi arama yapacak askere. Dolayısıyla bu yavrum sözü ona yolun açılmasını sağladı.
Şehrin etrafını kuşatan o metal yığını zırhlı araçlardan küstahlığından hiç de gocunmayan tehditler çirkin melodiler eşliğinde yükseliyor “biz şanlı askerleriz” marşları çalınıyordu. Kokunun çağırdığı bir sırtlan gibiydiler. Ancak av ve avcı zamanın bu randevusunda rollerini terketmeye niyetliydi.
Bir anda yine gözlerin aradığı o bildik yerde, sokağın tam ortasında belirmiş, kocaman açılmış kollarını sözlerine kata kata beklenen ana organize oluyordu. Şehrin terkedilmemesi gerektiğini defalarca tekrarlıyor, beklenenleri sıralıyor, herkes için fedakarlığa bir davet çıkarıyordu. Yapılması gerekenlerin nedenlerini bir bir ondan öğreniyordu şehir. Sonra her şey için, direnmek için en önemli gereksinimi kendinde çokça varmış gibi cömertçe ekiyordu yüreklerine. Cesaret dağıtmak ne de olsa herkesin işi değildi.
İlerleyen günlerde yıkımın o ağır sesi bastırsa da şehri, bir onun sesi dinmiyor, bir onun “sonuna kadar direnerek, teslim olmayacağız” sözlerinin kulaklara ulaşmasına mani olamıyordu.
O kadar profesyonel hareket ediyordu ki insanı hayretler içinde bırakıyordu. Güvenlik onu engelleyemedi, kameraman onu çekiyordu. Adeta düğüne gider gibi hareket ediyordu. spor ayakkabısını ve kabloları gördükten sonra, kabloların mikrofonun kabloları olduğunu ve devletin gösterisinin bir parçası olduğunu sandım. Biz bando takımı dokuz kişi olduğumuz için hiç bizimle ilgilenmedi, durmadan bir şahin gibi rütbeli ve sayıca çok askerlerin içine daldı.
O kadar kendinden emin ve etraftakilerin beklentisini o kadar büyük bir cevaptı ki sözleri, insanı hayretler içinde bırakıyordu. O büyük, o tarihi çarpışmayı bir şölen tertipler gibi yönetiyordu. Her zamanki mütevazi giysiler içinde etrafındakilerden hiç de farklı değildi. Aksine sokağın tozuna, bir keşmekeşin dağınıklığına herkesten daha çok bulanmış gibiydi. İyice uzamış ve ak düşmüş sakalları 20’sindeki yiğitkanlılığına söz geçiremiyor, yırtılmaya yüz tutmuş ayakkabıları hiç de acınası göstermiyordu onu.
Herşeyden geçmiş, sıradanlığın herşeyinden vazgeçmiş gibiydi. Ucuz bir kurtuluşa yönelmiyor, kaçamak bir sonuca gözucuyla bile bakmıyordu.
Direniş amansız bir biçimde sürerken o, şehrin içinde şehri terketmeyerek bu öykünün bir parçası olmuş sivillerin yaşamlarını koruyor, yok yere bir bedel olmaktan sakınıyordu. Şehrin hiç de uğrak yeri olmayan, hayatın hiçbir vaktinde sözlerin bile kesişmediği bodrumlar bir korunak oluvermişti. Hiç de o anki kullanımına binaen inşa edilmemişti o bodrumlar. Mütevazi hayatların en sıradan hikayelerinin ancak sığabileceği o dört duvar şimdi onlarca yüreği sığdırmıştı içine. Onlarca hikayeyi, onlarca beklentiyi, belki tarihi ve tabi ki umudu… Mehmet, her bodruma uğruyor, her ihtiyacı karşılamaya koşuyor, bütün umutsuzlukların da aydınlık bir sığınağı oluyordu. Şehrin duvarlarının her türlü vahşetle yıkılmasına inat kalan bir avuç Cizre aşığı Mehmetle ayak duruyordu.
Askerlerin içine daldıktan sonra artık meydan ses ve cesetlerden mahşer gününe döndü. Patlama askerlerin içinde olduğu için bizim bando takımını fazla etkilemedi. Fakat bizim taburdan 22 asker öldü. Ben de dahil onlarca kişi yaralandı. Fakat bugün Kürdistan’da gerçekleşen tüm eylemler gibi, o zaman da devlet 22 askerden sadece 8 ölü verdi…
Cizre büyük bir inat ve ölümüne direniş meydanına dönmüştü artık. Direnler kadar, bodrumlarda yaşananlar nasıl bir zülme karşı neden ayakta kalındığının hikayesi bir mahşer yerine çevirmişti Kürdistan’ı. Cizre nasıl ve neden direnileceğinin bir bayrağı olmuştu. Büyük bir hikaye Mehmetin göğsünün tam orta yerinden düşmanının yüreğinin taa ortasında ateşlenmiş büyük bir patlamayla sonuçlanmıştı. Plan ölmüştü, korkunun tohumları toza dönmüş, biat etmek küfre bulanmıştı. Diz çökülmemişti nihayet…
Yine telefonu çalmıştı Mehmet’in. Televizyondan aranıyordu yine. Son kez de olsa gücü yettiğince her zaman yaptığı gibi konuşacaktı. Telefonu çalmaya devam ederken etrafındaki yaralı arkadaşlarını süzdü gözleriyle. Onlar da duyacaktı söyleyeceklerini. Kendi yaralarını unutuveriyordu bu anlarda. Konuşmasına o kadar çok şey söylemek üzere birikmiş sözleri yutkunarak başladı. Anlatılacak bir şehir kadar çok şey olsa da doğru şeyleri şimdi tam da bu vakitte söylemek tarihin nasıl yazıldığını bildiğindendi. Son kez şehri, direnişi ve aşağıda biriken yaralıların durumunu anlattı Mehmet. Sıra o bilinen sözlerine gelmişti ki bir an duraksadı. Sözlerinin insanların yüreğinde beyninde patlamasını istediğinden son barutunu boşa harcamak istemiyor gibiydi. Çıktığı yıkıntının arasından gökyüzüne boşluğa öylece baktı. Sözünü tarihe salacaktı. Ona konuşuyor gibiydi. “Bizimle gurur duyun” dedi Mehmet sanki aksi mümkünmüş gibi. Ekran başındaki spikerin yüreğine düştü ilk önce söz. Gurur çekti bayrağını usulca göndere. “Biz diz çökmedik, bizimle gurur duyun” dedi Mehmet. Bir sonu haber verir gibiydi. Düşmanın yüreğine koca bir dert gibi oturdu sözleri. Diz çökmediğini öyle bir söyledi öyle bir söyledi ki “biz kazandık” der gibiydi.
Başkanım, doğrusunu söylemek gerekirse, sizin de belirttiğiniz gibi, birkaç cümleyle bu kutsal kadını ve eylemini dile getirmek mümkün değil. Fakat şimdi anlıyorum ki siz o şehidi neden kendinize komutan seçtiniz. O günkü eylem görüntüsünü göz önüne getirip o tanrıçanın duruşunu gördükçe, “Zilan Tanrıçadır” sözünüzü daha iyi anlıyorum. Bizi affet özgür kadın…
Şimdi herkes bilir ki Mehmet’i birkaç söz, bir araya gelmiş birkaç öykü anlatamaz artık. 2016 yılının bir kış mevsiminde bir şehirde yaşananları şimdi anlıyor herkes. Bir halkın böyle birini neden kendine öncü seçtiğine. Bedelden ibaret tek durağı olan bu yolculukta neden ardından yüründüğüne. Onun sesinin neden yankılandığına, o sözlerin nasıl bir bayrak olduğuna… Tarihi Cizre direnişini bir kez daha gözönüne getirip, bu insanın o destansı duruşunu bir daha okudukça onun için sarfedilmesi gereken onca güzel sözü, onun için yaşanması gereken onca güzel hayatı, onun için girilmesi gereken onca kutsal kavgayı şimdi daha iyi anlıyoruz. BİZİ AFFET YÜCE İNSAN!
*Bu bölümler Cizre Şehir Direnişinin Halk Kahramanı olarak tarihe geçen Mehmet TUNÇ’un tutmuş olduğu günlükten alıntılardır. Mehmet TUNÇ bu alıntılarda Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a hitaben 1996 yılının 30 Haziranında Dersim’de bir askeri törene yönelik Fedai eylemi gerçekleştiren Zilan’ın (Zeynep KINACI) eylemine ilişkin tanıklığını dile getirmiştir. Bu eylem esnasında kendisi bir asker olarak geçit töreninde bulunmuş, törendeki bando grubunun şefi olarak olaya tanıklık etmiştir.