Nasıl ki evrende özgürlük amacı olmadan toplumda da özgürlük amacı var olamazsa, toplumda da özgürlük olmaksızın bireyler ve toplumsal kesimler de …
HABER MERKEZİ – Toplumsal yaşamın herhangi bir zamanında ve mekânında sömürü, kölelik ve baskı sorunu olmazsa özgürlük sorunu da söz konusu olmaz. Devlet, iktidar, sınıf ve genel resmi uygarlığın baskı ve zorba aygıtlarının icadından öncede insanın bir arayışı, dolayısıyla varmak istediği amaçlar vardı. Bunlar kendini anlama, anlamlandırma ve tanıma arayışı ve amaçlarıdır. Fakat özgürlük sorunu ve arayışçılığı en yaygın biçimiyle toplumsal hafızada, iktidarların ve resmi uygarlığın toplumlar üzerindeki zülüm ve baskısı sonucunda yaratılmıştır. Özgürlük sorunu bir sosyolojik olgu olarak daha çok insanla insan arasındaki ilişkilerin bozulması, eşitsizliği, alt-üst sınıf ayrışmalarının sonucu olarak anlam kazanmaktadır.
Her ne kadar evrende farklı nitelikte cereyan etse bile, evreni özgürlükten soyutlamak ve sadece insana bağlamak ve indirgemek, insan merkezci görüş olup kapitalist modernitenin pozitivist, kör cahilliğinin deneyci yaklaşımının bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kapitalist modernite evreni cansız ve sadece madde yığını olarak yansıtmak ister, zira bu algı yaratıldığında daha kolay talan ve yağmalama politikalarını uygulamaktadır. Endüstriyalizm denen olayın bir boyutu, bunun üzerinden kendini meşrulaştırmaktadır. Bundan dolayı varmak istediğimiz nokta ise özgürlüğün maksimum düzeyde evrende cereyan etmesi ve canlı-cansız her varlığın, bu kapsamda olmasıdır. Daha doğrusu özgürlük anlayışına dayanmayan bir evreni düşünmek, imkânsızdır. Dolayısıyla bilimsel disiplinlerle bunu izah etmeye kalkışmak, insanın içinden çıkamayacağı bur durum olabilir.
Özgürlüğün evrensel karakterini ne kadar vurgularsak konumuz açısından o kadar aydınlatıcı olur. Fakat insan söz konu olunca bu ikilemin boyutları ve kapsamı değişmekte ve çoğalmaktadır. Dolayısıyla sosyolojik bakış ve yorum daha da önem kazanmaktadır. Bu anlamda özgürlüğün evrensel özelliklerinden ilham alarak bu soruyu sormak daha anlamlı olabilir. Acaba toplumsal varoluşun hangi aşamasında insanın özgürlük problemi cereyan etmiştir? Bir tez olarak insanın devletleşme ve sınıflaşması, yani “Devletçi uygarlıkla” tanışması bu konuyu aydınlığa kavuşturmak açısından şüphe götürmez bir gerçekliktir. O zamana kadar insanın temel problemi kendini doğanın gizemi ve gücü karşısında koruyabilmek ve hayatta kalabilmekti. Sistematik egemenlik ve tahakküm ne içsel nede dışsal olarak hiçbir anlam ifade etmezdi. Kuramsal olarak doğal toplum çelişkisiz ve problemsiz bir toplum da değildir, fakat çelişkiler toplumsal hayatın sürekliliğini sağlamak ve gelecek zamana taşırmak dışında, insanın insan üzerinde sömürü ve tahakküm kurması gibi bir durumda söz konusu değildi. İnsan bu amacına hizmet eden iki temel yaklaşım keşfetti. Birincisi, doğanın nimetlerinden faydalanırken doğaya zarar vermemek için muazzam bir çaba gösterdi. Çünkü o dönem insanlarının gözünde; doğadaki her varlık canlıydı ve her varlık kendisi kadar kutsaldı. Doğadaki her varlığı kendisi gibi ele alıyordu. İkincisi, toplumsallığın öneminin farkına varmışlardı. Beslenme, üreme ve güvenlik sorunlarını çözmek ve içinde yaşadıkları doğada sürekliliklerini sağlamak için toplumsallığın önemini yaşayarak daha iyi anlamışlardı.
Özgürlük; insanların sayısı kadar farklı anlam ve içeriğe sahip olabilir, en azından bireyler kafalarında istedikleri gibi tasavvur edebilirler, ancak kavramsal, kuramsal ve bilimsel olarak toplumsal yaşam söz konusu olunca bu seçeneklerin hepsi bir noktada kilitlenir. Yani özgürlük her şeyden önce evrensel olduğu kadar “TOPLUMSAL ” olmak zorundadır. Genel toplumu kapsadığı kadar bir o kadarda toplumsal farklılıklara da hitap etmelidir. Çünkü insan sadece insanla ilişki ve iletişim içinde değildir, bir yandan toplumla bir yandan da evren-doğayla ilişki ve çelişki içindedir. Dolayısıyla maksimum düzeyde özgürlük evrensel varlıklar arasında cereyan ederken bir yandan da “TOPLUMLA EVREN”arasında cereyan etmektedir. Bu anlamda bir toplumun ya da topluluğun özgürlüğü tehlikede ise, o topum yahut topluluğun herhangi bir ferdi, kesimi ya da gurubu özgür yaşayamaz. Özgürlük, evrensel düzeyden tutalım da bir yaprağın kıpırdanışına kadar muazzam tutarlılık ve ölçülülük içinde cereyan etmektedir. Dolayısıyla hiçbir varlık sonsuz özgürlüğe sahip olmadığı gibi, ondan mahrum kalan tek bir karınca, tek bir yaprak ya da çiçek de yoktur. Ancak evrende ve doğada bir varlığın özgürlüğünün başka bir varlık tarafından gasp edilmesi gibi özelikler de söz konusu olamaz. Özgürlük amacıyla var olan evren adalet ilkesine de sahiptir. Ve bu adaleti doğada işlemektedir. Aslında insan ve toplumsal yaşam içinde geçerli olması gereken bir adalet durumudur. Fakat sadece toplumsal doğada açığa çıkan insana mahsus egemenlik, tahakküm ve gasp etme gibi özellikler insanı doğadaki diğer varlıklardan niteliksel olarak ayrıştırmaktadır.
İnsan ve toplum, evrensel yasalar tarafından kuşatılmıştır. Örneğin, bir insan belirli bir zaman süresince yaşayabilir, belki insan tarih boyunca ölümsüzlüğü arzulamıştır, fakat ölümsüzlük varoluşun diline aykırıdır. Bu sadece toplumla izah edilecek bir durumda değildir, insanı ve toplumu aşan evrensel bir yasadır. Bundan dolayı nasıl ki evrende özgürlük amacı olmadan toplumda da özgürlük amacı var olamazsa, toplumda da özgürlük olmaksızın bireyler ve toplumsal kesimler de özgürlüğü yaşayamazlar. Bu durum insanın iradesini sonsuz ölçülerde aşmakta ve sadece toplumsal doğayla bir izahatı olabilmektedir. Yani özgürlüğü yaşama yolu, toplumsal özgürlüğü yaratmaktan geçmektedir. İnsan birçok değeri yaratarak belki de evren sınırlarını en çok zorlayan canlıdır. Ancak yine evren tarafından insana bir sınır, bir ölçü getirilmiş ve aşamayacağı sınırlarının olduğu hatırlatılmıştır.
Toplumsal tarihte özgürlüğü evrensel ve toplumsal karakterinden soyutlamaya kalkışan ve mutlak bir biçimde tikeller ve bireylere indirgeyen tek düşünce akımı, liberalizmdir. Aslında liberalizm özgürlüğün evrensel ve toplumsal özünü inkâr etiği için özgürlük düşmanıdır. Bireycilik aracıyla insanı insanla, insanı doğa ve evrenle karşı karşıya getiren liberalizm, hiçbir iktidar ve egemenlik ideolojisinin cesaret etmediği işe kalkışmıştır. Peki, bu insanı toplumdan soyutlayarak daha çok yalnızlaştırmadı mı? Liberalizmin özgürlük anlayışı, bireyi milyonluk kentlerde ve toplumlarda yalnızlığa, iletişimsizliğe mahkûm bırakan bir anlayıştır. Liberalizm toplumsal özgürlük anlayışa sahip olmadığı gibi bireysel özgürlük anlayışı da daha çok bir karıncanın okyanus dalgalarının ortasında takılı kalmasına, yalnızlığına benzemektedir. Dolayısıyla, külliyatız ve tekil özgürlükler, yani özgürlüğü tekil olgulara indirgemek (tabi eğer varsa) toplumsal yaşam açısından bir yalandan ibaret olup, gerçek hayatta karşılığı olmayan liberal bir yaklaşımdır. Tersine, özgürlüğü tekil bağlardan soyutlamak ve tümden külliyata bağlamakta köleleri cennet hayaliyle gece gündüz çalıştırmaya benzemektedir. Bu yaklaşım da ideolojik diktatörlüğe tekabül etmektedir. Sümer Zigguratları, Mısır piramitleri ve Çin duvarı gibi eserler bu yaklaşımın eserleridir. İki yaklaşımda da toplumsal ve bireysel özgürlüklerin gaspı, istismarı söz konusudur; sadece bir farkla, birisi klasik kölelik iken, diğeri ise modern köleliktir. Dolayısıyla toplumla birey arasındaki özgürlük dengesi bütün evrensel varlıklarda olduğu gibi, toplumla doğa arasında da optimal olarak düzenlenmesi gerekmektedir. Bu anlamıyla demokratik ve farklılıklara dayalı eşit toplumlarda bireyler maddi ve manevi olarak özgürlüğü toplumuyla birlikte yaşamalıdır. Ancak bu biçimiyle birey ve toplumun doğa ve evrenle olan ilişkisi düzenlenmiş olacaktır. Özgürlük toplumsal bir olgu olduğuna göre bu alanın büyütülmesinde toplumun da bireyinde oynayacağı roller vardır