HABER MERKEZİ – Bu satırları, ünlü Düsseldorf Davası’nın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde aklanan bir “Sanığı” olarak yazıyorum. Zira 26 Kasım 1993 tarihinde Almanya Parlamentosu’nun verdiği “PKK yasağına” karşı yeterli mücadele edebilmek için, bu kararın nerede ve neden alındığını iyi bilmek gerekir. Bunun “terör örgütü” biçimindeki yasakla da bir ilişkisi yoktur. Zira PKK, Avrupa Birliği’nin “Terör örgütleri listesine” 2001 yılında, yani Önder Apo’nun İmralı işkence ve tecrit sistemine karşı başarılı bir mücadele geliştirmeye başladığı ateşkes sürecinde alındı.
Bilindiği gibi, Düsseldorf Davası kapsamında tutuklamalar Şubat 1988’de başladı ve dava 7 Nisan 1994 tarihinde sonuçlandı. 15 Ağustos 1984 tarihinde Eruh ve Şemdinli eylemleriyle Kurdistan’da gerilla savaşı başlayınca, o dönemin TC Yönetimi, Haziran 1985’te bu durumu NATO gündemine götürdü ve NATO’nun 5. Maddesi uyarınca kendilerine destek verilmesini istedi. O tarihten itibaren Kurdistan’daki savaşı doğrudan NATO üzerine aldı.
28 Şubat 1986 günü İsveç Başbakanı Olof Palme, Stockholm’de bir saldırı ile katledildi. TC Devleti ve basını bu olayı hemen PKK’ye yüklemek için çok yoğun bir propaganda ve diplomatik faaliyet içine girdi. Bunun üzerine, 1986 yazında Avrupa devletlerinin istihbarat örgütleri toplanarak, birlikte bir “PKK Soruşturması” başlattılar. Bu temeldeki çalışmaların sonuçlarını, Temmuz 1987’de ilan edilen “Olağanüstü Hal” planlamasının bir parçası olarak bir yargılama davasına dönüştürmeye karar verdiler. Tabii bu görevi de Federal Almanya’nın üzerine yüklediler. Zira o dönemde NATO’nun Türkiye masası Almanya’daydı ve 12 Eylül darbesi Almanya üzerinden yönetiliyordu.
Bu çerçevede bir yandan soruşturma yayılır ve derinleştirilirken, bir yandan da 8 milyon Mark harcanarak yer altında özel bir mahkeme inşa edildi. Artık binlerce insan bunun için çalışıyordu. 360 klasör dolusu 40 bin sayfalık evrak elde edilmişti ki, bunların incelenmesi, çevirisi ve düzenlenmesi için çalışan gerekliydi. Bu işlemler bir düzeye getirildikten sonra da Şubat 1988’den itibaren tutuklamalar başlatıldı. 1989 güzünde de yargılama sürecine geçildi.
Burada söz konusu mahkemede yaşananları ayrıntılı anlatacak değilim. Zira amacımız bu değildir. Bilinmesi açısından birkaç hususu belirtmek yeterlidir. Söz konusu davanın açılması ve tutuklamaların yapılması esas olarak “Palme Cinayeti’ne” dayandırılmıştı ve gizli tüm araştırmalar bu temelde yapılıyordu. Fakat tüm çabalara, “İtirafçı tanık” kullanmalara rağmen, yürütülen araştırma ve soruşturma sonucunda söz konusu Palme cinayetiyle ilgili herhangi bir ilişkiye rastlanmadı. Durum böyle olunca, söz konusu davayı açanlar ve yürütenler zorlanmaya başladılar. Bu durumlarını gizleyebilmek için de Alman ve Avrupa kamuoyunda basın yoluyla yoğun karalama kampanyası yürüttüler.
Fakat bu durumu uzun süre gizleyemediler ve kısa sürede davanın uydurmalara ve iftiralara dayandırılarak yaratıldığı açığa çıktı. 1990 başından itibaren Kurdistan’da halk serhildanları gelişti ve PKK’nin Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten bir hareket olduğu algısı Alman kamuoyunda giderek yayıldı. Böylece davada tutuklananlara karşı yürütülen karalama kampanyasının da çok fazla bir etkisi kalmadı. Bütün bunlar, tamamen ideolojik ve siyasi nedenlerle söz konusu davayı açıp yürütmekte olanları iyice zorlamaya başladı.
Aslında söz konusu dava hiç bitmeyebilir, onlarca yıl devam edebilirdi. Çünkü ortalıktan toplanmış 40 bin sayfayı aşan evrak vardı. Bunların çevirisi, incelenmesi, muhakeme edilmesi içinden çıkılamaz bir durumu yaratıyordu. Tanık olarak gösterilenler mahkemede rezil duruma düşüyorlardı. Çünkü yalancı tanıklık yaptırılmak isteniyor, bu durum da sorgulamalarla açığa çıkıyordu. Davayı açanlar, umutlarını biraz da tutuklayacakları kişileri itirafçı yapmaya bağlamışlardı. Böyle olunca hem PKK’ye karşı yalan bilgileri tanık ifadesi olarak ortaya koyacaklar ve hem de amaçları olan PKK’yi bölüp zayıflatmayı gerçekleştireceklerdi. Ancak bu hesapları baştan itibaren tutmadı. Kimi yakaladılarsa direnişle karşılaştılar ve adlarına “Kürt avcıları” denen Alman savcıları çaresiz duruma düştüler. Öyle ki, tutukladıkları bazı kişilerin kimliklerini bile netleştiremediler.
Bu durumu değiştiren bizim tutumumuz oldu. Bazı nedenlerle 1993 başında mahkemeyi protesto ettik ve tanımadığımızı belirttik. Bunun üzerine, onlar da bizi duruşmalardan attılar. Böylece dokuz ay gibi bir süre duruşmalara katılmadık. Bu süre içinde bizim yokluğumuzdan ve avukatların da müdahale etmemesinden yararlanarak, ellerindeki tüm evrakların mahkemeden geçirilmesini sağladılar. Bu durum, bizim açımızdan bir yanlış anlama ve hatalı davranış oldu.
Sonra duruşmalara dönünce, belgelerin büyük ölçüde incelendiğini ve artık sona doğru gelinmekte olduğunu gördük. Ancak durum bizim lehimize çok daha fazla gelişmişti. Bütün evraklar incelenip sözde tanıklar dinlenmesine rağmen, bizleri suçlayacak ve ceza verecek ciddi hiçbir bilgi ve bulguya ulaşamamışlardı. Bu durum hem savcılar ve hem de hakimler açısından çok sıkıntılı bir hal ortaya çıkarmıştı. Bunun üzerine, avukatlardan “Makul çözüme ulaşmak” amacıyla ortak toplantı talep ettiler.
Avukatlar bu talebi bize iletince, biz de kabul ettik. Bir gün mahkeme ortamında ve yerin altında hakimler, avukatlar ve biz ortak toplantı yaptık. Birçok konuşma ve tartışma ardından somut olarak anladık ki, ceza verebilmek için bizlerin uygun bazı suçları kabul etmemizi istiyorlar. Kısaca şunu diyorlar: “Bu durumda size ceza veremiyoruz. Ceza almadan da sizi bırakamayız. Siz bazı suçları kabul edin. Biz de ona göre size ceza verelim ve hemen sizi bırakalım.” Yani cezaevinden bırakılma karşılığında suç kabul etmemizi istiyorlar. Bizi suçsuz yere altı yıl tutuklamışlar, kendileri suçlarını itiraf edecekken, bizim suç kabul etmemiz temelinde kendilerini kurtarmak istiyorlar. Biz somut suç kabul etmeyince bize ceza veremiyorlar.
Bu durumu biz değerlendirdik ve tabii taleplerini reddettik. “Biz suçsuzuz ve zaten siz bizi bırakmak zorundasınız, bu durumda niçin işlemediğimiz suçları kabul edelim” dedik. Bunun üzerine ve Almanya hukuku bize ceza vermek için yetmeyince, sorunu siyaset kurumuna götürdüler ve mevcut hükümetten PKK hakkında karar çıkarmasını istediler. Hükümetin talebi doğrultusunda Almanya Parlamentosu, 26 Kasım 1993 günü “PKK’nin bir suç örgütü olduğu” kararını verip bunu kanunlaştırdı. Böylece yasal olarak PKK Almanya’da “Suç örgütü” sayılıp yasaklandı. Söz konusu bu yasak kararı ya da kanununa dayanarak da Düsseldorf Mahkemesi, “Yasaklanmış suç örgütüne üye olmaktan” dolayı bizlere 6 yıl ceza verdi ki, zaten bizler 6 yıldır tutukluyduk. Söz konusu karar 7 Nisan 1994 günü verildi ve bizler tahliye edildik. Yani 26 Kasım tarihli “PKK Yasağı” kararı, sırf Düsseldorf Mahkemesi’nin bize ceza verebilmesi için alındı.
Tabii söz konusu kararı hemen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürdük. AİHM davayı inceledi ve 5 Temmuz 2001 tarihinde Düsseldorf Mahkemesi’nin kararını bozan ve bizi aklayan karar verdi. Böylece aslında 26 Kasım 1993 tarihli Almanya Parlamento kararını yanlış bulmuş ve reddetmiş oldu. Çünkü Düsseldorf Mahkemesi söz konusu 26 Kasım 1993 tarihli parlamento kararına göre ceza vermişti.
Kısaca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi hukuki açıdan Almanya Parlamentosu’nun 26 Kasım 1993 tarihli “PKK Yasağı” kararını reddetmiş oldu. Vicdani ve siyasi açıdan ise bu kararın yanlışlığı, sırf siyasi ve ekonomik çıkarlar için yanlış karar vermek anlamına geldiği zaten geçen süreçte binlerce kez kanıtlandı. O halde, hukuken ve siyaseten boşa çıkmış bir karar durumundadır “26 Kasım PKK Yasağı” kararı. Bunlar bilinmeli, söz konusu karar yok hükmünde görülmeli, hukuki ve siyasi açıdan buna göre mücadele edilerek tarihin hükmü hayata geçirilmelidir.
Kaynak: Yeni Özgür Politika