HABER MERKEZİ
Modern devrimlerin en trajik yanı, gerçekleşmesine katkıda bulundukları modernizmin kurbanı olmalarıdır. Modernizmi çözememek bu devrimlerin ortak eksikliği olup, peşinde koştukları amaçların modernizmle ilişkileri ve çelişkilerini çözmeden de başarılı olacaklarını sanmışlardır. Böyle olunca, devrimlerin ütopik içerikleri çok geçmeden modernitenin buzlu hesaplarında erimekten kurtulamamıştır. Genelde beş bin yıllık, özelde son dört yüz yıllık uygarlık ve modernite tarihinden çıkarılabilecek ders, tüm direniş ve devrimlerin başarısızlığındaki temel etkenin karşı çıktıkları sistemle farklarını ortaya koyup karşı-sistemlerini oluşturamamalarıdır. Uygarlıkları ve moderniteyi tekçi yaklaşımla değerlendirmişler, uyulması gereken evrensel yaşamla özdeşleştirmişlerdir. Sayısız direniş yıkılmadık uygarlık bırakmamasına rağmen, gerçekleştirilenler eski uygarlığın yeni bir versiyonu olmuştur.
Burada uygarlıkların güç kaynağı karşımıza çıkmaktadır. En büyük devrimciler de dâhil, çok az istisnalar dışında, kişiler genellikle kendi dönemlerindeki uygarlıkların çocuklarıdır. Gerçek ana-babaları, içinde yaşadıkları çağdır. Konuya kaderci yaklaşmıyorum. Beş bin veya dört yüz yıllık da olsa, köklü bir yanlışlık aşılmadıkça, en radikal söylemli ve eylemli devrimlerin bile başarısızlığa uğramaktan kurtulamayacaklarını vurgulamak istiyorum. Toplumsal direniş ve devrimlerin hiç miras bırakmadıklarını asla söyleyemeyiz. Bu miras olmasaydı, yaşamamızın bir anlamı kalmazdı. Ama orta yerde kendine en çok güvenen modernitemizin yaşadığı bunalım bile, sorunların kaynağını çözmekten uzak bulunduğunu yeterince kanıtlamaktadır. Uzun sürelere yayılması yanlışlığı yanlış olmaktan kurtaramaz sorunlar da sorun olmaktan çıkmaz. Bu böyle sürdükçe eşitlik, özgürlük ve demokratik yaşam hayalleri de ütopya olarak kalmaktan kurtulamaz.
Savunmamda temelde uygarlık tarihi ve moderniteyle hesaplaşırken, bir yandan köklü bir özeleştiriden geçmiş oluyorum, diğer yandan ne kadar yetersiz de olsa alternatifimi sunmaya çalışıyorum. Tutarlılık bunu gerektirir. Avrupa merkezli sosyal bilim bu tutarlılığı gösterememektedir. Hem eşi görülmemiş bir bilim çağından bahsedeceğiz, hem de savaş gibi bir vahşetin bile üstesinden gelemeyeceğiz! Bu durumda eski çağları bilimcilik silahıyla eleştirmenin meşruiyeti kalmaz. Yapılması gereken, meşruiyeti olan bir bilimin peşinde koşmaktır. Çabalarımı bu kapsamda değerlendiriyorum.
Uygarlığa ve moderniteye ilişkin söylediklerim mübalağa sayılmamalıdır. Peygamberlerin Nemrut ve Firavun düzenlerini tanrı kelâmı olarak eleştirirken, büyük içtenliklerinden asla kuşkuya düşülemez. Ama hep onların izlerinde yürüdüklerini idea edenler, aynı Nemrut ve Firavunları geride bırakan yeni Nemrut ve Firavun düzenlerini gerçekleştirmekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Sultanlar, şahlar, padişahlar kurdukları düzenlerle aynı düzenin esiri olmuşlarsa, bunda yine uygarlıkların gücünü görmek gerekir. İyi niyet, peygamberlerin izinde olmak, Nemrut ve Firavun sistemine tabi olmaktan kurtarmıyor.
Marks, Lenin ve Mao kapitalizmle boğuşurken samimiydiler. Hatta kapitalizme karşı sosyalizmi kurduklarına da inançları tamdı. Fakat çok geçmeden ortaya çıkan sonuç, kurdukları yapının kapitalizmden pek farklı olmadığını gösterdi. Burada da gücünü konuşturan yeni uygarlık, yani moderniteydi. Yüzeysel sermaye değerlendirmeleri sosyalizmi geliştirmek için yeterli değildi. Eksik olan modernite çözümlemeleriydi. Derinden etkisini yaşadıkları pozitivist dünya görüşü moderniteyi gerçekliğin en kutsal hali olarak sunuyordu. Eleştiri şurada kalsın, onu daha da mükemmelleştireceklerini düşünüyorlardı. Sonuçları ise ortadadır. Tarihsel yanlışlık zincirleme devam ettikçe, en soylu ve kutsal amaçlar bile uygarlık ve modernitenin buz gibi hesaplarına araç olmaktan kurtulamıyor.
Postmodernite, kapitalist modernitenin sürdürülemezliğine yönelik ilk ciddi eleştirel hareketlerden biri olmasına rağmen, alternatif olmaktan uzaktır. Eklektik ve muğlak yapısı, klasik moderniteden farkını bile başarıyla ortaya koymasına fırsat tanımadı. 19. yüzyıl romantiklerinin benzer çabaları bir nevi edebiyat olmaktan öteye gidemedi. F. Nietzsche’nin 19. yüzyılın sonlarında, Michel Foucault’nun 20. yüzyılın ikinci yarısında başını çektiği modernite eleştirileri çok değerli olmalarına rağmen, bireysel çabalar olmaktan çıkıp kolektif ahlaki ve politik akım niteliğini pek kazanamadılar. Daha güncel olan Fernand Braudel, I. Wallerstein, Andre Gunder Frank ve yakın çalışma arkadaşları uygarlık ve modern sistem analizleri konuya tarihsel-toplum bütünlüğü içinde daha gerçekçi eleştirel yaklaşmalarına rağmen, alternatif üretmede aynı başarıyı gösterdikleri söylenemez. Sanki uygarlık ve modernite daima sürmek zorunda olan kapalı döngüsel sistemlermiş gibi ele alınmakta çok kapsamlı eleştiriler getirilmekte, ama alternatiflik adına getirilenler birkaç cümle olmaktan öteye gidememektedir. Nietzsche’nin çıldırmasını, M. Foucault’nun erken ölümünü anlayabiliriz. Ama F. Braudel’in reel sosyalizmi alternatif sanmasını, I. Wallerstein’ın daha eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratikleşme kavramlarıyla yetinmesini, Andre Gunder Frank’ın çok daha genel olan ‘farklılık içinde birlik’ söylemini yeterli bulmak mümkün değildir. Çok eleştirdikleri Avrupa merkezli bilimin zincirlerinden kendilerini de tam kurtaramadıklarını bu yetmezlikleriyle adeta itiraf etmiş oluyorlar.
Savunma kapsamında konuyu eleştirel temelde çözümlemem ve alternatif sunmam, belki de kadim uygarlık merkezliğine ve onun günümüz temsilcisi kapitalist modernitesine yönelik kişisel bir yargılama olarak görülebilir. Bu görüş bir anlamda doğrudur. Şahsi kanaatim odur ki, kişi kendi mahkûmiyetini (Dar anlamda hapishane mahkûmiyetini kastetmiyorum. Uygarlık ve modernitenin özgür yaşama dayattıkları genel toplumsal mahkûmiyetten bahsediyorum) çözmeden, sağlıklı bilim yapamaz. Anlamlı bilim yapmanın ilk koşulu, onu yapan öznenin öncelikle kendini çözmesi ve pratik konumlandırmasını gerçekleştirmesidir. Aksi halde elde ettiği bilgiyi, bilimi bir entelektüel sermaye olarak piyasada kullanmaktan, dolayısıyla iktidarın bilimini yapmış olmaktan kurtulamayacaktır.
Eleştirilerimin anafikri, beş bin yıllık uygarlık (daha eski olan hiyerarşik sistem de dâhil) sisteminin kırsalda köy-tarım ve göçebe topluluklarıyla kentte zanaatkâr ve köle işçiler üzerinde kurulan sermaye ve iktidar birikiminden kaynaklandığıdır. Günümüze kadar bu özünü korumakla birlikte, ticaret, para, endüstri ve çeşitli biçimler kazanmış bu iktidar ve devlet tekelleri değişmeyen ana biçimler olarak kalmıştır. Uygarlık tarihi bir yandan tekellerin kendi aralarındaki pay savaşları, öte yandan karşıt güçler üzerinde hep birlikte yürüttükleri savaşlar üzerine kuruludur. Gerisi ideolojik hegemonya savaşları, savaş ve iktidara dayalı toplumsal değer gaspına ilişkin oyunlardır, düzeneklerdir. Kapitalist uygarlık dönemi, yani modernite bu sistemin en gelişmiş halidir. Sistemin merkez-çevre, hegemonya-rekabet, alçalan-yükselen bunalım karakteri baştan beri vardır. Modernite dönemi ise, özellikle finans sermayesinin hegemonik rol oynadığı süreçte en derin yapısal kriz durumunu ifade eder.
Önerdiğim alternatif çözümün ise, hiyerarşinin yükselişinden uygarlık süreçlerine kadar ve son kapitalizm damgalı modernizm tarihi boyunca sistemin diyalektik karakteri gereği karşıt ucunda yer alan tüm güçlerin toplumsal doğasının bilinç ve hareketlerinde aranması gerektiğine ilişkindir. Resmi uygarlık tarihinin hiçbir versiyonu karşıt güçlerin çözümü olamaz. Sosyal mücadeleler tarihi eğer eşitlik ve özgürlük ütopyalarında başarılı olamamışsa, bunun temel nedeni, çözülen uygarlığın kullandığı silahları kullanmalarından (iktidar ve devlet güçleri) ve inşa etmek istedikleri geleceği onun değişik bir versiyonu olarak tasarlamalarından ileri gelmiştir. Kendi toplumsal doğalarına uygun zihniyet ve yapılanmaları bağımsızca üretememeleri, karşı kutbun versiyonlarında erimelerine yol açmıştır.
Tarihsel akış tekrarlardan ibaret bir döngüler sistemi olmadığı gibi, çizgisel bir ilerlemecilik de değildir. Kendi içinde ne kadar zihniyet ve yapısal hareket oluşturduysa o ağırlıkta paylar taşıyan, bütünsellik kazanmış bilinç ve eylemler hareketinin toplamıdır. Tarihselleşmek, akış halkalarından birisi olmak her zaman mümkündür. Bunun koşulu ise, gereken ağırlıkta zihniyet gücüyle yapısal formu kazanmaktır. Tarih bu anlamda şaşmaz bir doğaya sahiptir. Tarihte yer alacak kadar zihniyet gücü geliştirememiş ve yapısal formunu sağlayamamış tüm görüş ve eylemlilikler sorumluluğu kendilerinde aramak durumundadır.
Halklar Önderi Abdulah Öcalan