HABER MERKEZİ – Ronî Med’in, Nûçe Ciwan ajansımız için kaleme aldığı Liberalizm konulu yazı serisinin 2. Bölümünde, kapitalist sistemin bireycilik üzerinden toplumu nasıl çöküşe sürüklediğini değerlendiriyor.
Kapitalist modernite, tarihsel olarak, bireyin özgürlüğünü ve haklarını yüceltme vaadiyle ortaya çıkmış, ancak zamanla bu ideoloji, toplumsal sorumlulukları göz ardı ederek bireyciliği özendirmiştir. Liberalizm, bireyin kendi çıkarlarını maksimum düzeyde korumasını savunurken, bu düşünce yapısının toplumsal yapılar üzerinde yarattığı tahribat genellikle gözden kaçmıştır. Kapitalist sistem, başlangıçta bireyin özgürleşmesi ve toplumsal düzenin düzenli bir şekilde işlemesi için geliştirilmiş gibi görünse de pratikte, bireycilik üzerinden toplumu sadece tüketim odaklı, yalnızlaştırılmış ve köleleştirilmiş bireylerden oluşan bir yapıya dönüştürmüştür. Bu yazıda, kapitalist modernitenin ve liberalizmin bireycilik üzerinden toplumsal sorumlulukları nasıl aşındırdığı ve bireyleri nasıl birer köleye dönüştürdüğü ele alınacaktır.
Bireycilik: Özgürlük Maskesi Altında Toplumsal Çöküş
Kapitalist modernitenin temel ideolojisi olan liberalizm, özgürlüğü ve bireysel hakları yüceltirken, toplumsal sorumluluklar ve kolektif değerler çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Liberalizmin temel doktrini, her bireyin kendi çıkarlarını takip etmesinin toplumsal düzenin en doğal ve doğru yolu olduğunu savunur. Bu düşünceye göre, herkes kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışırken, toplumun geneli de bu bireysel çıkarların etkileşimiyle şekillenir. Ancak bu anlayış, aslında toplumu her şeyin bireyler etrafında şekillendiği ve “görünmeyen eller” tarafından yönlendirilen bir mekanizmaya dönüştürmüştür.
Bireycilik, bireyi toplumdan, kolektif sorumluluklardan ve sosyal bağlardan koparan bir felsefedir. Kapitalist toplumlarda, birey her türlü toplumsal ilişkiden yabancılaşarak yalnızca tüketimle tanımlanır. İnsanın değeri, üretim sürecindeki rolü, tükettikleriyle ölçülür. Ahlaki ve vicdani sorumluluklar, sistemin bu doğal işleyişine indirgenmiştir. Bireycilik, böylece toplumsal değerleri ve sorumlulukları zayıflatırken, insanları sadece tüketim nesnelerine dönüştürür. Bu dönüşüm, toplumsal dayanışmayı yok ederken, insanları yalnızlaştırır ve köleleştirir.
Kapitalizmin Toplumları Köleleştirmesi: Yeni Bir Feodalizm
Kapitalizm, başlangıçta bireyi özgürleştirici bir sistem olarak tanıtılsa da günümüzde bu sistem, bireyi yalnızca bir meta olarak var olabilen bir konumda bırakmıştır. Bu süreçte, bireylerin ekonomik anlamda bağımsızlıkları geriye doğru gitmiş, büyük sermayenin egemenliği karşısında bireyler, daha fazla borçlanarak, düşük ücretlerle çalışarak ve tüketimle varlıklarını inşa etmeye çalışarak modern bir köleliğe sürüklenmişlerdir.
Kapitalist sistem, üretim araçlarını ellerinde bulunduran küçük bir elit grubunun çıkarlarını korurken, geniş halk kesimlerini giderek daha fazla sömürmeye devam etmektedir. Neoliberal politikalar, devlet müdahalesini minimuma indirirken, özgür pazarların her alanda egemen olmasını sağlar. Bu durum, iş gücünün ucuzlamasına, emekçi sınıfının daha fazla sömürülmesine ve bireylerin yaşamlarını geçindirebilmek için kendilerini büyük şirketlerin çıkarlarına adamasına yol açar. Burada, bireysel özgürlükten bahsetmek tamamen yanıltıcı bir hal alır; çünkü bireylerin gerçek özgürlüğü, ancak toplumsal sorumluluklar ve eşitlikçi bir yapı ile mümkündür. Oysa kapitalist toplumlar, bu özgürlük vaadini ancak bir tür modern kölelik aracılığıyla sunar.
İnsanlar, ellerindeki az miktarda özgürlükle, sisteme karşı koyacak gücü bulamazlar. Kapitalist sistemin dikey yapısı, güçsüz bireyleri sürekli olarak tüketimle kontrol altına alır. Bu durumda, bireylerin toplumsal sorumlulukları yerine getirmeleri ve kolektif olarak hareket etmeleri neredeyse imkânsız hale gelir. İnsanlar, birbirleriyle bağ kurmak ve kolektif bir yaşam inşa etmek yerine, her biri yalnızca kendi çıkarları peşinden koşar. Böylece toplum, bireyciliğin etkisiyle atomize olur ve bir arada hareket etmek, kolektif bir güç oluşturmak yerine, her birey yalnızca kendi varlığını sürdürebilme çabasıyla hareket eder.
Teknolojinin Rolü: Sanal Dünyaların Bireyciliği Desteklemesi
Teknolojinin gelişimi, kapitalist modernitenin bireyci ideolojisini daha da güçlendirmiştir. Dijital çağ, insanları gerçek dünyadan daha da uzaklaştırarak sanal bir alan yaratmıştır. İnsanlar, sosyal medya platformlarında, dijital pazarlarda ve çevrimiçi alışverişlerde birbirlerinden bağımsızlaşırken, aynı zamanda kendilerini “bağımsız” bireyler olarak tanımlarlar. Ancak bu bağımsızlık, aslında bir tür köleliktir: İnsanlar, kapitalist üretim ve tüketim süreçlerinin bir parçası haline gelmiş, yalnızca birer tüketime dayalı varlıklara dönüşmüşlerdir. Bu teknoloji, aslında toplumu daha fazla tüketmeye yönlendirerek, bireyi özgürleştirmek bir yana, onu daha da köleleştirmiştir.
Sanal dünyalar, bireyleri fiziksel ve toplumsal dünyadan koparırken, onlara bir “özgürlük” hissi verir. Ancak gerçekte bu dünyalar, kapitalist modernitenin en güçlü propaganda araçlarıdır. İnsanlar burada yalnızca tüketim objeleri olarak varlıklarını sürdürür, kişisel ve toplumsal değerleri yeniden inşa etmektense, sanal kimlikler ve sosyal medya paylaşımlarıyla var olurlar. Sonuçta, bu dijital dünyada var olma çabası, bireyi toplumsal sorumluluklardan, gerçek ilişkilerden ve dayanışma gereksiniminden uzaklaştırır.
Toplumsal Kurtuluş: Bireycilikten Toplumsal Sorumluluğa
Kapitalist modernitenin ve liberalizmin bireyci ideolojisinin yarattığı kölelik, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ahlaki ve toplumsal bir çöküşün de işaretidir. Bu durumu aşmak için, toplumsal sorumluluğu yeniden inşa etmek, insanları yalnızca tüketici değil, aynı zamanda kolektif bir bilincin parçası olarak görmek gerekir. Bireysel hakların önemi inkâr edilemez, ancak gerçek özgürlük, ancak toplumsal sorumlulukla mümkündür. Toplumsal dayanışma, eşitlikçi bir sistemin inşası ve toplumsal değerlerin yeniden güçlendirilmesi, bu kölelikten kurtulmanın tek yoludur.
Bu süreç, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden örgütlenmesini, toplumsal eşitsizliklerin giderilmesini ve insanın yeniden doğayla ve birbirleriyle bağ kurmasını gerektirir. İnsanlar, yalnızca kendi çıkarlarını gözeten bireyler olarak değil, toplumun ve ekosistemin bir parçası olarak hareket etmelidirler. Bu dönüşüm, yalnızca politik bir mücadele ile değil, aynı zamanda ahlaki ve kültürel bir devrimle mümkündür.
Kapitalist modernitenin ve liberalizmin dayattığı bireyciliğe karşı verilecek en güçlü tepki, toplumsal sorumluluğu yeniden benimsemek, kolektif mücadeleyi ve dayanışmayı savunmaktır. Bu, yalnızca insanlığın kurtuluşu için değil, aynı zamanda gezegenin de sürdürülebilir bir geleceğe sahip olması için gereklidir.