HABER MERKEZİ – Ronî Med’in, Nûçe Ciwan ajansımız için kaleme aldığı Liberalizm konulu yazı serisinin 3. Bölümünde, liberalizmin, tarihsel kökeninden günümüze kadar hangi maskeler altında kendisini geliştirdiğini değerlendiriyor.
Daha önceki yazılarımızda, toplumsallığın tarihsel derinliğini ele almış ve kapitalist modernitenin temel ideolojisi olan liberalizmin, insanlık için köleliğin en ince biçimlerini geliştirdiğini ifade etmiştik. Bir ideolojiyi aşmak ve ona karşı doğru bir mücadele geliştirmek, öncelikle onun zihinsel kaynaklarını ve toplumsal etkilerini doğru tanımakla mümkündür. Bu nedenle bu yazıda, liberalizmin tarihsel kökenleri ve evrimi ele alınacaktır.
Liberalizm, kelime kökeni itibarıyla özgürlük vaadini taşır; Latince “liber” den türetilmiştir. Ancak liberalizmin tarihi, bu özgürlük vaadinin ardında saklanan çelişkilerle doludur. Bireyi özerk, rasyonel bir varlık olarak konumlandıran ve bu nedenle dış müdahalelerden bağımsız bir yaşamı savunduğunu iddia eden bu ideoloji, pratikte toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesine zemin hazırlamıştır. Liberalizm, kapitalist modernitenin ruhunu şekillendiren bir ideolojik zırh olarak, insanlığı özgürleştirmek yerine daha ince sömürü biçimlerine mahkûm etmiştir.
Liberalizmin Felsefi Kökenleri ve Çelişkileri
Liberalizm, 17. yüzyılda Batı Avrupa’da feodalitenin çözülüşü ve burjuvazinin yükselişi ile şekillendi. Bu dönemde bireysel özgürlük ve hak söylemleri, mutlak monarşilere karşı bir mücadele aracı olarak kullanıldı. John Locke gibi düşünürler, bireylerin yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını kutsayarak, devletin bu hakları koruma görevi olduğunu savundular.
Ancak buradaki çelişkiyi görmemek mümkün değildir. Locke’un “doğal haklar” anlayışı, tüm bireylerin eşit haklara sahip olduğu iddiasını taşırken, aslında yalnızca mülk sahibi burjuvaziye hitap ediyordu. Toprağı ve üretim araçlarını ellerinde bulundurmayan köylüler ve işçiler, bu hakların kapsamı dışında bırakılmıştı. Özgürlük söylemi, başından itibaren sınıfsal bir karakter taşıyordu ve bu durum, kapitalist modernitenin toplumsal doğasına dair önemli bir ipucu sunuyordu.
Fransız Devrimi: Liberalizmin İdealleri ve Gerçeklik
Fransız Devrimi, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganıyla tarihe geçti. Bu idealler, geniş halk kitlelerini harekete geçirerek devrimci bir dalga yarattı. Ancak devrim sonrası kurulan düzen, bu kavramların yalnızca burjuvazinin çıkarlarını koruyacak şekilde yeniden biçimlendiğini gösterdi.
Hukuki “eşitlik” söylemi, toplumsal eşitsizlikleri örtbas eden bir maskeye dönüştü. “Kardeşlik” ise toplumsal dayanışmadan çok, burjuva sınıfının içindeki bir çıkar birlikteliğini ifade etti. Özgürlük ise işçi sınıfı için artan sömürü koşulları ve güvencesizlik anlamına geldi. Fransız Devrimi’nin deneyimi, liberalizmin teorik söylemleri ile pratik sonuçları arasındaki derin uçurumu gözler önüne serdi.
Kapitalizm ve Liberalizm: Sermayenin Özgürlüğü
Liberalizm, kapitalist üretim ilişkileriyle birleşerek 18. ve 19. yüzyılda sanayi devrimiyle birlikte daha da kökleşti. Adam Smith’in “görünmez el” teorisi, bireylerin kendi çıkarlarını takip ederken toplumun genel refahını artıracağını iddia ediyordu. Ancak bu teori, kapitalist sistemin sömürü temellerini gizleyen ideolojik bir araçtan başka bir şey değildi.
Kapitalist modernite, liberalizmin özgürlük ve bireysel haklar söylemini kullanarak sermayenin sınırsız hareketliliğini meşrulaştırdı. Devletin piyasalardan elini çekmesi, burjuvaziye sınırsız bir güç verirken, işçi sınıfını ağır çalışma koşullarına, düşük ücretlere ve güvencesiz bir yaşama mahkûm etti. Bu süreçte liberalizm, kapitalist modernitenin kendini yeniden üretmesini sağlayan temel bir ideolojik araç haline geldi.
Neo-Liberalizm: Yeni Maskeli Liberalizm
20. yüzyılın ikinci yarısında, liberalizmin radikal bir biçimi olan neo-liberalizm, kapitalist sistemin küresel ölçekte tahakküm kurmasını sağladı. Devletin sosyal hizmetlerdeki rolü küçültülürken, özelleştirme ve deregülasyon gibi politikalar Margaret Thatcher ve Ronald Reagan gibi liderlerin öncülüğünde uygulandı.
Neo-liberalizm, toplumsal eşitsizlikleri daha da derinleştirdi. Sosyal devlet anlayışının tasfiyesi, sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik gibi temel hizmetlerin metalaştırılmasıyla sonuçlandı.
Özgürlük kavramı, sermayenin küresel ölçekte hareket edebilmesini ifade ederken, bu süreç emekçiler için daha fazla sömürü ve güvencesizlik anlamına geldi. Bu durum, liberalizmin özgürlük söyleminin sermayenin ihtiyaçlarına hizmet eden bir araç olduğunu açıkça ortaya koyar.
Liberalizmin Özgürlük ve Eşitlik Çelişkisi
Liberalizmin özgürlük ve eşitlik iddiaları, teoride evrensel görünse de pratikte bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde tahakküm kurmasını meşrulaştırmıştır. Liberalizmin özgürlük anlayışı, bireyin değil sermayenin özgürlüğünü kutsamıştır. Eşitlik söylemi ise ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri görünmez kılan bir illüzyondan ibarettir.
Sonuç
Liberalizm, başlangıçta özgürlük ve bireysel haklar gibi çekici söylemlerle yola çıksa da tarih boyunca kapitalist modernitenin ideolojik bir aygıtına dönüşmüştür. Özgürlük, sermayenin özgürlüğüne; eşitlik ise sınıfsal eşitsizlikleri gizleyen bir perdeye dönüşmüştür.
Bu nedenle, liberalizmin cazip söylemleri, onun hangi sınıfın çıkarlarını koruduğu sorgulanmadan anlaşılamaz. Liberalizm, halkların değil, sermayenin hizmetinde bir sistemdir ve onu aşmanın yolu, bu gerçeği kavramaktan geçer. Özgür bir toplum, ancak kapitalist modernitenin bu ideolojik kılıfını çözümleyerek inşa edilebilir.