HABER MERKEZİ – Ronahi Lolan’ın Kaleminden
Varlığının özgür ifadesine ve yaşam hakkına karşı saldırı tehdidi altında olan ve daha önceki deneyimlerden zaferle çıkmış Kobani halkı meşru savunma pozisyonunda seferberliğe katılarak Cezayir’de toplanan Sahrawi Dayanışma Zirvesi’nden aldığı destek mesajından tutalım, demokratik dönüşüm yanlısı ulusal ve uluslararası birçok kesime direnişiyle ilham kaynağı oluyor. 60 – 70 yaşındaki anneler ve babalar Ortadoğu halklarının bu onur savaşından galibiyetle çıkacağından şüphe duymadan her türlü bedeli ödemeyi göze alarak silahlarını kuşanmış köylerini, mezralarını ve kazanımlarını korumak için hazırda bekliyorlar.
Rojava’ya dönük işgal saldırılarının görünürdeki baş aktörü olan soykırımcı TC devleti ise kravatlı DAİŞ artığına ”YPG’yi Suriye’den temizleyin” diye ültimatom vermekle kalmadı birde gereğinin yapılmaması halinde askeri hareket başlatacaklarını duyurdu. Çanların artık kimin için çaldığını iyi kavramış olacaklar ki bir yandan işgal saldırılarını derinleştirip bir yandan da İmralı’da bilgeliğin kudretiyle yıkılacak utanç duvarlarına ve paslı kapılarına paspas oldular. Egemen Türk aklı kendi sonunu getirecek bu pragmatist çelişkili yaklaşımı yıllarca istikrarla devam ettirmekten vazgeçmiyor. Şimdi ne NATO ne de BRICS’e yamanamayan, sahaya sürülmüş mayınlı bir hegemon güç olarak hezimetlere doyamamış bir şekilde karşımızda duruyor.
Halihazırda devam eden Üçüncü Dünya Savaşının yürüteni konumundaki Siyonist Rejim Davud Koridoruna ulaşma emellerinde Türkiye’yi ve Türkiye denetimindeki paramiliter çeteleri Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni esas hedefe oturtarak Ortadoğu topraklarının her karışında kan döktürtüyor. Türk’ü Kürd’e, Kürd’ü Arap’a, Arab’ı Ermen’e kırdırttma ve böylelikle toplumsal birliktelik ruhunu ve toplumun ortak aklını kırımdan geçirme politikalarından bir adım dahi gerilemiş değil. Türk Devleti ”Suriye’de BAAS rejimini denetimimdeki çetelerle yıkıp Suriye’yi kontrol altına aldım. İhvanı Müslimin’in hakim başat gücü benim” demekle sıranın ona doğru gelmesini engelleyemeyecek. Önünde sıranın kendisine gelmesinden kaçınabileceği bir alternatif olan Kürt Sorunu’nun Çözümü ve Önder APO’nun anayasal uzlaşma temelinde demokratik dönüşüm esaslı paradigması dışında başkaca alternatifin varlığı söz konusu değil.
Öte yandan TBB Meclisi’nde DEM parti grubuna ”sapık” demeye varacak sözleri dilinden düşürmeyen ve kendi grubunu tavuk kışkışlar gibi meclis salonundan çıkarmakla gündemleşen erkekten daha erkek zihniyetli Özlem Zengin’in ve aynı zihniyetin taşıyıcılarının İmralı Heyeti önünde el pençe durduklarına aldanmamak gerek. Elbette yılların destansı direnişinin, tanrılar panteonundan özgürlük ateşini alıp halkına armağan eden Önderliğimizin onurlu yaşamdaki ısrarının, diz çöktürülemeyen ve tahakküm altına alınamayan bir kavmin direngenliğinin ve ülkemizin yüksek rakımlarında hakikat yaratımına bedenleri siper edenlerin kahramanlıklarının sonucuyla gelişti bu. Türk devletini bu raddeye gelmeye mecbur bıraktık. Ama Türk devletinin ne kadar hesapçı ve kendini başkalarının katledilmesi üzerinden var eden kirli bir tarihe sahip olduğunu unutmayalım. Evet, tarihi tekkerrür ettirmeyeceğimiz aşikardır. Kürdler, kadınlar ve ezilen tüm halklar son yarım asırda, tüm sömürge sistemi alaşağı edebilecek kudrette bir fikrin yaratıcısına sahip oldukları için kendilerini oldukça şanslı saymalılar.
Gençlik bu şansı paylaşmada geç mi kalıyor diye sormaktan alıkoyamıyorum kendimi. Hala bu sihirbazlar çetesinin oyunlarına kanma gibi bir gaflet tam aşılmış değil. Son paylaştığım yazıda devrimci birliktelik ruhuyla donanmış gençliğe hitaben ”Nerede O, gören varsa söylesin” diye sormuştum. Bu soruya devrimci birliktelik ruhunu yitirmemiş İvana Hoffman, Nubar Ozanyan, Paramaz Kızılbaş, Anna Campell, Faysal Ebû Leyla ve Arin Mirkan’ın ardılları olmaya gönül vermiş gençler, sokaklara ve Rojava’ya akarak nerede olduklarını gösterdiler. Ama bu sınırlı akışlar devasa bir sömürü düzenine sahip dünyayı değiştirmeye yeter mi, kölelik zırhını kendi emeğiyle üzerine geçiren emekçi halkın nasırlarını iyileştirmeye yeter mi?
Tabi gençliği bir yerde daha gördüm. Binlerle beraber şehri yeşil kırmızı rengine boyarcasına ”Kîne em” diye haykırıyorlardı. Düşman baskısına bu denli maruz kalan bir takım taraftarı hiç kendine sorar mı acaba ‘ne işim var benim bu düşman liginde.’ Çok açık ki nasıl kapitalist sistem Avrupa gibi ülkelerde kendi denetimi altında bulunan muhalif her türlü güç, hareket veya kişi için ön açıcı oluyorsa ve insan doğasında bulunan, otoriteyi kabul etmeyen isyankar enerjiyi ön açtığı alanlarda denetiminin dışına çıkmasına izin vermiyorsa bizim durumumuz da bundan farksız değil.
Yazının tam bu noktasında aciz olan taraftarlar, hele bir durun! Temam ”Heyran, Qurban bizde destekliyıx” ama bu destekleme ve kendi ülkenin renklerini kuşanmış bir takıma sahip olma isteminden önce yapılması gerekenler var. Dilin, kimliğin ve toprağın esaret altında olduğu bir gerçeklikte var olan enerji bu esaretten kurtulmaya adanmalıdır. Zaten bu esareti parçaladın mı o zaman kendi ülkende yasaklamalara ve ırkçılığa maruz kalmayan binlerce takım yaratır o takımların taraftarı olursun. Otuzbeş bin kapasiteli bir tribünü kırk bin kişiyle dolduran bir halkın enerjisi bir ülkeyi özgürleştirmeye, sömürü düzenine son vermeye yetmez mi? Yeter, hele ki o tribünlerin ön saflarında kırk bin kişinin ”yeşil kırmızı” diye yek ahenk olmasını sağlayan genç amigolar enerjilerini tribünlerde sönümlendirmeyip ülkelerinin kurtuluşuna akıtırlarsa fazlasıyla yeter. O genç amigoların acilen kendilerini silkeleyip esas öncülüğü özgürlük alanlarında yapmaları lazım, savunma alanlarına transfer olmaları lazım. Mesele eğer bonservis ise varlığın özgür ifadesinin ve yaşam hakkının elde edilmesinden daha büyük bonservis olur mu? İşte düşman kalesine en güzel rövaşata ancak böyle atılır.