1968 yılı dünya tarihi içerisinde önemli bir yere sahiptir. Öyle ki, aradan 55 yıl geçmesine rağmen hala hafızalardaki canlılığını korumaktadır. Sadece bununla da kalmamakta, kapitalist modernite sistem güçleri için bir korkulu rüya, hatırlarına geldikçe bir kabusa dönüşmektedir.
1968 yılını kapitalist modernite güçleri için bu hale getiren 4 Mayıs 1968 günü Paris-Sarbonne Üniversitesi direnişinde simgeleşen Gençlik Devrimidir. Her büyük olayda olduğu gibi, 1968 Gençlik Devrimi’de çakan bir kıvılcımla başlıyor. Bu kıvılcımın çakılmasına neden olanda 3 Mayıs 1968 günü Nanterre Üniversitesi’nin, dekanı tarafından kapatılmasıdır.
Burada hemen akıllara Türkiye’de yakın tarih içerisinde İstanbul Boğaziçi Üniversitesi’nde (Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasıyla) yaşananlar gelmektedir. Ancak bunların birbirine benzeştirilmesinin doğru olmayacağını ilk başta belirtmekte yarar vardır. Çünkü bunların arasındaki fark derin ve birbirleriyle alakalı değildirler. 1968 Gençlik Devrimi’nin kıvılcımının çakılmasına neden olanın Nanterre Üniversitesi Dekanı, İstanbul Boğaziçi Üniversite’sinde yaşananlarında atanan rektörle olan bağı da bundan farklı bir düşünce içerisinde olmayı gerektirmiyor. Tabii Paris’te başlayan Gençlik Devrimi’nin bir reaksiyon sonucu olarak gelişmiş olduğunu da unutmamak gerekmektedir.
Böylede olsa İstanbul Boğaziçi Üniversitesinde yaşananlar AKP-MHP faşist iktidar kliğini korkutmuştur. Tabii buda nedensiz değildir. Onları böyle bir korkuya kapılmaya götüren de Nanterre Üniversitesi’nde Dekanın, Boğaziçi Üniversitesi’nde Rektörün oynadığı roldür. Buna bağlı olarak da ‘Boğaziçi Üniversitesi’nin, diğer üniversiteleri tetikleyebileceğinden yaşadıkları korkudur. Bunlar dışında korkacakları başka bir şeyde yoktu. Çünkü ne dayanılan zemin ne de örgütlülük ve öncülük gibi konular itibarıyla Paris ve İstanbul arasında bir benzerlikleri yoktu.
Aslında soykırımcı TC Devleti’nin yaşadığı 1968 Gençlik Devrimi’ni ona hatırlatacak herhangi bir belirtiden duymuş olduğu kokuydu. Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlarda onda bu korkuyu canlandırmıştı. Korkmaktan da haksız değildi. Çünkü yakın geçmişte 2013 yılında Türkiye Gezi Direnişiyle/Komünüyle sini sistemleri alt-üst olmuştu. 2014 yılının 7 ve 9 Ekim tarihlerinde de TC faşizminin beslemesi olan DAİŞ’in, Kobané saldırısı karşısında Bakuré Kürdistan’da halkın öfkesi meydanlara/sokaklara taşmıştı. Bunları hatırlatacak olan her hangi bir kıpırdanışın, soykırımcı TC Devleti’nde böyle bir irkinti yaratmış olması o kadar şaşırtıcı da değildi.
1968 Gençlik Devrimi’nin soykırımcı TC Devleti üzerinde, böylesine yarattığı, hatta onu bir paranoyak haline getiren daha başka nedenlerde vardır. O da 1968 Gençlik Devrimi’nin Türkiye ve Kürdistan gençliği üzerinde yarattığı doğrudan etki ve açığa çıkardığı sonuçlardır. 1968 Türkiye Gençlik Hareketleri ve onun doğrudan izlerini taşıyan 1970-1980 arasında Türkiye ve Kürdistan’da yaşanan Devrimci Toplumsal Kabarış ise bu sonuçların başında gelmektedir.
Bu yönleriyle, Boğaziçi Üniversitesinde yaşananlarla Avrupa’da başlayan oradan dünyaya yayılan 1968 Gençlik Devrimi ve Türkiye’de yaşanan 1968 Devrimci Gençlik hareketlerini hiçbir şekilde birbirleriyle kıyaslamamak gerekmektedir.
1968’de Avrupa’da Çakılan Kıvılcım
Avrupa 18.yy’ın son çeyreğinden itibaren kölelik karşıtlığının, demokrasi-özgürlük-eşitlik-adalet arayışlarının, sınıf çelişkisi ve çatışmasının en yoğun yaşanmaya başladığı bir kıta olma özelliğine sahipti. 17.yy’dan itibaren artan göç dalgasıyla da kendinde yaşanan bu karşıtlık, arayış ve çelişkilerini en keskin bir şekilde Kuzey Amerika’ya taşımaktan da geri kalmamıştı.
Avrupa bu özelliğini 20.yy’ın ikinci yarısının ortalarına kadar da korumuştu. 1960’lı yıllarda bu karşıtlık, arayış ve çelişkilerin hızından bir şey kaybetmediği yıllar olarak tarihe geçti. Fransa, İtalya, Batı Almanya, İngiltere ve daha bir çok Avrupa ülkesinde bunlar yaşandı. Artan ekonomik ve siyasal kriz işçi eylemlerinde bir dalgalanma yaratırken, toplumun değişik kesimlerini de etkisi altına aldı. Gençlik eylemlerinde büyük bir kabarış ve geleneksel sosyalist hareketlerden daha farklı bir yol alış söz konusu oldu; daha fazla özgürlük talepleri öne çıktı. Ve bu istemleri kapitalizm karşıtlığı biçiminde ya da sistem karşıtlığı olarak kendini somutlaştırdı. Kurumsallaşmış Komünist ve sosyalist ya da işçi partilerinden bu yönüyle farklıydılar. Reel Sosyalizmi eleştirmekteydiler. 1952 Çekoslovakya Prag yargılamalarının ve 1956 yılında Macaristan’da yaşanan kitlesel hareketlerin bunda etkisi olmuştu. Bu özellikleri 1968 Gençlik Devrimine damgasını vuracaktı. Önlerinde iktidar olma hedefleri yoktu. ‘otonom’ bir örgütlenme ve yaşam biçiminden yanaydılar, ‘Bireysel Özgürlük’ talepleri giderek daha belirgin bir hale gelmekteydi. Onun içindir ki, iktidarları yıkma ve yerine kendilerini iktidara taşıma olanakları olmasına rağmen, bunu reddetmekteydiler.
4 Mayıs 1968’de Saorbonne Üniversitesi’nde yangına dönüşen kıvılcım Fransa’da böyle bir imkan ortaya çıkarmıştı. Cumhurbaşkanı De Gaulle Fransa’yı terk etmişti. Katılımcı sayısı 10 milyona varan işçi genel grevleri ve dev gösteriler yaşanmaya başlamış, gençlik devrimi, işçilerle buluşmuştu. Fakat hedeflerinde iktidar yıka ve yerine kendilerini ‘iktidara’ taşıma yoktu. Bu yaklaşım biçimleriyle de biraz ‘Anarşizme’ yakınlaşmışta olsalar, o zamana kadar devrim ve sosyalizm literatürüne katkılar sunmaktan geri kalınmamıştı; “gençliğin devrimdeki rolü” gibi öne çıkan konula da bunlar arasında gelmekteydi. Böylece ‘Proleterleşen Gençlik’ tanımından uzaklaşılarak kendi olan gençliğin devrimde öncü ve temel güç olarak rol oynayabileceği kabul gören bir görüş/tez olarak öne çıkmaya başlamış oluyordu. Bununla birlikte Ekolojik bir bakış açısı gelişmeye başlarken, Feminist hareketlerde o zamana kadar olan sınırları aşarak “eşit işe eşit ücret” formülünde ifadeye kavuşan “kadın-erkek” eşitliği belirlemesi yerini her türlü egemenliğe ve eşitsizliğe karşı; özgürlük ve eşitlik arayışına/mücadelesine bırakıyordu.
Sorbonne Üniversitesinde yangına dönüşen kıvılcım Fransa ile sınırlı kalmamıştı. Avrupa’nın diğer ülkelerinde de bunun zemini fazlasıyla vardı. Oralarda da işçi ve gençlik uzun bir süredir hareketlilik ve eylem halindeydi. Gösteriler yaşanmaktaydı. Fransa’da başlayan eylemler, bunları bütünlüklü bir hareketlilik içerisinde bir araya getirerek kıtasallaştırdı. Tabii bunun daha farklı nedenleri de vardı; onlarda başlayan toplumsal hareketlerde gençlik eksenli olma sınırlarını aşmaktaydı. Çin, Kuzey Kore, Küba Devrimlerinin etkisi hala sıcaklığını korurken, Afrika ve uzak doğu ülkelerinde yaşanan ulusal kurtuluş mücadeleleri Avrupa toplumunu derinden sarsmıştı. Daha çok Avrupa’nın emperyalist ve sömürgeci devletlerinin sömürgesi olan ülkelerde yürüttükleri her türlü özel kirli savaş politikaları, katliamları Avrupa toplumu üzerinde kendi egemen güçlerine, iktidarlarına karşı bir tepkiye neden olmuştu. Bunlarda 1960’lı yıllarda Avrupa’da yaşanan toplumsal hareketlerin gelişmesi ve yaygınlaşmasında önemli etkenlerdendi. O nedenle sınırları sadece gençlikle belirlenmemişti.
1960’lı yıllarda giderek yaygın bir hal alan toplumsal hareketler bir başka yönüyle, 18.y.y’ın son çeyreğinde Kuzey Amerika ve Fransa, yine 19.yy’ın birinci yarısı tamamlanmak üzereyken yaşanan Avrupa devrimlere de benzeri bir gelişim seyri izlemişti. Bir ülkede yaşanan hareketlilik, adeta bir reaksiyon yaratarak diğer ülkelerde de benzeri hareketliliğin önünü açmıştı.
Avrupa’da olduğu gibi, eş zamanlı olarak Kuzey Amerika’da da kitlesel eylemler yaygın bir hale gelmişti. Ancak Kuzey Amerika’da etkili hale gelen bu kitlesel gösterilerin kendine özgü yanları da bulunmaktaydı. Irkçılığa karşı siyahi hareket büyük bir gelişme kaydetmişti. Özgürlük, eşitlik talepleri ön plana çıkmış, bir an önce ırk ayrımına dayalı politikalara ve “yasalara” son verilmesi isteniyordu. Başta Vietnam olmak üzere bir çok ülkede yürütülen sömürgeci, yeni-sömürgeci politikalara özel-kirli savaş karşı toplumun biriken tepkisi sokaklara taşırarak barıştan yana, savaş karşıtlığına dönüşmüştü. Tüm bunlarda siyasal krize ve toplumda farklı arayışların öne çıkmasına neden olmuştu.
Böylece 1968 Gençlik Devrimi, toplumda kapitalist modernite sistemine karşı gelişen tepkileri ortak bir cephede birleştirerek, evrensel düzeyde rol oynamış oluyordu. 4 Mayıs 1968’de Paris’te başlamıştı. Ama kökleri öncesine ve bir çok ülkede yaşanan kapitalizm karşıtı mücadelelere dayanmaktaydı. Bu yönüyle Enternasyonal değerlerin sentezlendiği bir devrimdi. Onun içindir ki, Paris’le sınırlı kalmadı; uluslararası alana yayıldı. Paris gençliğinden devrim bayrağını başka ülkelerin gençleri, halkları devraldı ve mücadele meydanlarında, dağlarında dalgalandırıldı.
1968 Gençlik Devrimin de Yaşayan Che Guevara’ ydı
Aslında bakılırsa 1968 Gençlik Devriminde ayağa kalkmış olan Che Guevara’ydı, onun devrimci ruhuydu, ütopyalarıydı. Küba devrimiyle efsaneleşen Che Guevara, “Bir, İki, Üç daha fazla Vietnam” şiarını temel bir prensip olarak kabul etmiş, onun gereklerine göre yaşamayı, savaşmayı esas almıştı. Bunun bir gereği olarak, önce Afrika’ya, daha sonra da yönünü Güney Amerika’n enginine, dağlarına çevirmişti. Artık dünyanın dört bir yanında olan, görünen savaşan bir efsaneydi. Kapitalist emperyalist güçler ondan, hatta adını bile duymaktan korkar hale gelmişlerdi. Bolivya’da olduğu duyulunca bu korkuyu daha da derinden yaşadılar. Küba’dan sonra Güney Amerika’da bir başka devrimin yaşanmasının ağırlığı altından kalkamazlardı. Dünya insanlığının, kapitalist modernite sistemine karşı birikmiş öfkesinin ayaklanmış hali olan Che Guevara, artık onlar için önlerinde aşılması gereken bir engeldi. Bu engeli aşmanın tek yolu olarak da onun fiziki olarak varlığına son verilmesini öngörmüşlerdi. Eğer bunu başarırlarsa Che Guevara efsanesi ve onda temsilini bulun dünya insanlığının idealleri ve hayallerinin de son bulacağına kendilerini inandırmışlardı. 9 Ekim 1967’de Bolivya- La Higuera’da katlettiklerinde bunu tüm dünyaya ilan etmekten de geri kalmamışlardı. Böylece fiziki varlığıyla Che Guevara ve ütopyalarının da yok olduğunu düşündüler.
Aradan daha sekiz ay geçmeden 3 Mayıs 1968’de bunun öyle sandıkları gibi olmadığını görmüşlerdi. Che Guevara Gençlik Devrimi olarak karşılarına dikilmişti; onlara meydan okuyordu. Kendileri de bunun böyle olduğunu itiraf etmek zorunda kaldılar. Che Guevara yaşıyordu. O her yerdeydi. Ütopyası dünya insanlığına mal olmuştu. 1968’le birlikte başlayan ve onun mirasçısı olan Türkiye ve Kürdistan Devrimcilerinin 1970’lerin birinci yarısının ortalarından itibaren kat ettiği gelişmelerde bunun en somut bir göstergesiydi.
1968 Devriminin Bayrağı Türkiye ve Kürdistan’da Dalgalandı
1960’lı yılların başında Türkiye’de de gençlik hareketleri başlamıştı. ABD Emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçilerine karşı gelişen tepki ve gösterilerde gençlik yine ön saflardaki yerini almıştı. Üniversite öğrencisi Turan Emeksiz’in polis kurşunuyla katledildiği İstanbul’da 28 Nisan 1960 başlayan, 29 Nisan’da Ankara’ya taşan büyük gösterilerde bu kendini çok somut olarak göstermişti. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, daha çokta 1965 sonrası öğrenci gençlik hareketleri büyük bir ivme kazanmaya başladı. Fakat ivme kazanarak yükselen bu gençlik hareketleri 28-29 Nisan 1960’da yaşananlardan farklıydı. Kemalizm’in yoğun etkisi altında olan, salt anti-emperyalist olma yönüyle değil; Devrimci, Sosyalist düşüncelere de sahiptiler. Bunun örgütünü yaratma ve mücadelesi içerisindeydiler. Çin, Küba, Vietnam devriminin, Afrika’da gelişen ulusal kurutuluş mücadelelerinin, Filistin Kurtuluş Hareketinin etkileri altındaydılar. Mao, Ho Chi Minh, Che Guevara onlar için sembolleşen isimlerdi. 1968 Gençlik Devrimi’yle de daha aktif bir konuma geldiler. Üniversitelerde yaygın bir örgütlenme ve eylemlilikler içerisine girdiler. Köylülerin toprak işgallerine katıldılar, maden işçilerinin grevlerinin yanında yer aldılar. İstanbul’a gelen ABD’nin 6. Filosu’ nun kıyıya yanaşmasını engellemek için büyük bir gösteri düzenlediler. İçerisine girdikleri bu eylemler arasında yer alan 6.Filoya karşı yaptıkları gösterilerde polis tarafından katledilen Vedat Demircioğlu’nu ve 23 Eylül 1969’da İstanbul’da faili belli bir cinayet sonucunda Taylan Özgür gibi devrimci öncü militanları kaybettiler. Benzeri türden daha farklı saldırılarla da karşı karşıya geldiler.
Aslında sosyalist, devrimci gençlere yönelik bu saldırılar, 1952’de “derin devlet” olarak örgütlenen ‘Seferberlik Tetik Kurulu’nun, devrimci gençlik, işçi ve emekçi hareketlerine karşı devreye girmiş olmasıyla doğrudan bağlantılıydı. O yıllarda (1967) Özel Harp Dairesi olarak örgütlenen/adlandırılan bu örgütlenmeye bağlı olarak oluşturulan, eğitilerek hazırlanan para militer, faşist kontra örgütlenmelerin hareket geçirilmesiyle birlikte, sosyalist devrimci gençlere, işçi ve emekçilere karşı başlatılan saldırılar daha da artmıştı. Bunlar içerisinde bugünkü AKP’nin temel çekirdek kadrosunun içerisinde yer aldığı “Yeniden Milli Mücadele Hareketi” ve o yıllarda adını ‘Milliyetçi Hareket Partisi’ (MHP)olarak değiştiren ‘Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ ile bunlar gibi kontra faşist örgütlenme olarak yapılandırılan ‘Komünizmle Mücadele Derneği’ gibi faşist kontra örgütlenmeler en aktif olanlarıydı. 6. Filoya karşı eyleme geçen devrimci gençlere saldıranlar ve ilk devrimci katilleri de bunlardı. Bu kontra faşist güçler doğrudan polisin koruması ve desteği altında gösteri yapan öğrencilere, işçilere, üniversitelere saldırıyorlardı. Bu saldırılarla da “sağ- sol çatışması” görüntüsü verilerek, devrimci gençlik ve işçi/emekçi hareketleri asıl gündemleri/hedefleri dışına çıkarılmaya ve topluma öyle gösterilmeye çalışılıyordu.
Devlet güdümündeki faşist, kontra saldırıların yoğunlaştığı böylesi bir süreçte, içlerinden Filistin’e askeri eğitim görmek için gidenlerde oldu. Ve bunlara dünya genelinde yaşanan, Ortadoğu’ya taşınan kapitalist modernite sisteminin siyasal ve ekonomik krizinin, Türkiye’de neden olduğu ağır toplumsal sorunlar eklendi. Oluşan böylesi bir ortam içerisinde Türkiye’de toplumsal kitlesel gösteriler yaygınlaşmaya başladı. 1970 yılının 15-16 Haziran’ında Türkiye’yi etkisi altına alan; Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram ve Mehmet Gıdak isimli üç işçinin yaşamını kaybettiği büyük işçi grevleri ve gösterileri yaşandı. Bu gösteriler toplumun farklı kesimlerince de desteklendi.
Türkiye’de yaşanan bu toplumsal devrimci kabarış karşısında, saldırılarını yoğunlaştıran soykırımcı TC Devleti, sosyalist-devrimci ve demokratik güçlere karşı saldırılarını daha da yoğunlaştırdı. 12 Mart 1971’de de bu saldırılarını NATO’cu faşist generallerin verdikleri askeri muhtıra ile yönetime el koymaları izledi. Bunun anlamı ise çok açıktı. Artık o günden sonra, sosyalist-devrimci ve demokratik güçlere karşı saldırıları doğrudan devlet yürütecekti; bunu da orduyu bizzat devreye koyarak yapacaktı. Bunun bir sonucu olarak da önce ülke genelin de ‘Sıkıyönetim’ ilanında bulundular.
12 Mart 1971’de NATO’cu generallerin Türkiye’de iktidar el koymaları Türkiye ve Kürdistan toplumları, sosyalistler, devrimciler için yeni bir dönemin başlangıcıydı. İçerisine girilen böylesi bir süreçte her yönüyle saflar belirginleşti, ideolojik ve siyasal olarak bir netleşme yaşandı. Soykırımcı TC Devleti’nin gerçeğini gizlediği son tül perdeleri de üzerinden kalktı. Tam bir özel savaş rejimi olduğu, NATO’cu, işbirlikçi, sömürgeci-faşist karakteri tüm çıplaklığı ile gözler önüne serildi.
NATO’cu faşist cunta iktidara el koyar-koymaz yaptığı ilk iş, Kürdistan ve Türkiye toplumların karşı savaş başlatmak oldu. Köyler jandarma ve komando baskınlarına uğramaya, insanlar köy meydanlarında toplanarak işkencelerden geçirilmeye başlandı. Binlerce insan alındıkları işkence merkezlerinde işkencelerden geçirilerek, zindanlara konuldular. Kırsal alanlarda ve şehirlerde yürütülen kontrgerilla saldırıları sonucunda devrimciler katledilmeye başlandı. İdama ve ağır hapis cezalarına mahkum edilen devrimci tutsaklar oldu. Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alparslan Özdoğan 31 Mayıs 1971’de Nurhak Dağı’nda, Hüseyin Cevahir 1 Haziran 1971’de İstanbul-Maltepe’de, 19 Şubat 1972’de İstanbul-Arnavutköy’de, Mahir çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Sabahattin Kurt ve Nihat Yılmaz 30 Mart 1972’de Tokat-Niksar-Kızıldere’de, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan 6 Mayıs 1972’de Ankara’da İdam Sehpalarında, Ali Haydar Yıldız 24 Ocak 1973’de Dersim- Vartinik’te, İbrahim Kaypakkaya 18 Mayıs 1973’de Diyarbakır işkence hanelerinde katledildiler.
12 Mart 1971 Askeri faşist darbesi bu yönüyle Türkiye ve Kürdistan halklarına, sosyalist-devrimci-demokratik güçlerine, gençlerine-işçi ve emekçilerine karşı ilan edilmiş bir savaş olarak tarihe geçerken, karşısında tarihe mal olan onurlu bir direnişi bulmuştur. Dağlarda, şehirlerde, idam sehpaların da meydanlarda kahramanca direnen; devrimci gençler, işçi ve emekçiler ödedikleri bedeller pahasına; Türkiye ve Kürdistan halklarına gençlerine, kadınlarına, işçi ve emekçilerine o güne kadar taşıdıkları devrim bayrağını devretmişlerdir. Bunu yaparken de egemen iktidar güçleriyle, onların ideolojileriyle, sömürgeci-özel savaş rejimleriyle aralarındaki keskin ayrımı çok net bir şekilde ortaya koymuşlardır. Nurhak’ta; Sinanların, Kızıldere’de; Mahirlerin, Şehirlerde; Hüseyinlerin, Ulaşların, İdam sehpalarında Denizlerin, Yusufların, Hüseyinlerin, işkence tezgahlarında; İbrahimlerin bıraktığı kutsal miras böyle bir anlam ifade etmiştir.
1968 Gençlik Devriminin Bayrağı Dalgalanmaya Devam Ediyor
12 Mart 1971 Askeri faşist darbesini yapan NATO’cu generaller Türkiye’de devrimci gençlik hareketlerinin öncülerini katlederek, öğrencilerin, işçi ve emekçilerinin direnişlerini bastırarak amaçlarına ulaşabileceklerini sanmışlardı. Ama yanıldılar. Bunun böyle olmadığını anlamakta da geç kalmadılar. 12 Mart 1971 askeri faşist darbesinin üzerinden iki yıl daha yeni geçmişteki katledilen devrimci önderlerin ellerindeki devrim bayrağı onları izleyenlerce dalgalandırılmaya devam ettiğini gördüler.
1973’de Üniversitelerde devrimci gençlik hareketi daha da güçlenerek bir yükseliş kaydetti. Yaşanan yükselişte Önder Apo, tarihsel bir rol oynayarak görev ve sorumluluk üstlendi. Mahir Çayan ve yoldaşlarının Tokat-Niksar-Kızıldere’de katledilmesini protesto eden Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerine polisin yaptığı saldırıda gözaltına alınarak zindana alınmış ve yedi ay tutuklu kaldıktan sonra bırakılmasının ardından fazla bir süre de olmamıştı. Buna rağmen, öncü rolünü oynayarak, üniversite devrimci gençliğinin toparlanmasında, örgütlenmesinde üstlendiği görev ve sorumluluğu yerine getirme mücadelesine girişmişti.
Üniversitelerde yeniden bir toparlanış ve yükseliş içerisine girdiği devrimci mücadele, üniversitelerle de sınırlı kalmayarak orta öğrenim kurumlarını, yoksul ve emekçilerin oturdukları gecekondu semtlerini de içerisine alarak büyük bir kabarış sürecine girmişti. Nasıl 1965 sonrası yükselen üniversite devrimci gençlik hareketi, işçi ve emekçi mücadelesine karşı, devlet tarafından; paramiliter faşist kontra çeteler çıkarılarak saldırılar başlatılmışsa, yine aynı şekilde aynı güçler devreye konuldu. Ve bunun bir sonucu olarak da bu paramiliter kontra faşist güçler; üniversitelere, orta öğrenim kurumlarına, yoksul gece kondu semtlerine, buralarda toplu olarak bulunulan mekanlara, kullanılan araçlara yönelik bombalı ve silahlı saldırılarda bulunmaya başladılar. Bu saldırılarda yüzlerce sosyalist, devrimci, demokrat katledildi ve yaralandı. Yapılan saldırılar bunlarla da sınırlı kalmadı. Toplum içerisinde tanınan, bilinen, saygınlığı olan kişiler de doğrudan hedef alarak katledilmeye başladı. Bunlarla da sınırlı kalınmayarak Devrimci örgütler içerisine ajan ve provokatörler sızdırılmaya çalışılırken, doğrudan bu özelliklere sahip, yüzlerine “sol”, “demokrat” maske takılı gruplar, örgütler oluşturulmaktan da geri kalınmadı.
Bizzat MİT tarafından örgütlenen ve devrimci örgütlere, kişilere saldırtılan bu ajan provokatör çete gruplarının hedefleri arasında; Önder Apo ve onunla birlikte hareket eden yoldaşları da yer aldılar. 18 Mayıs 1977’de Antep’te Haki Karer böyle bir saldırı sonucunda katledildi.
Haki Karer, Kemal Pir’le birlikte; Önder Apo’nun Mamak askeri cezaevinden çıktıktan sonra Ankara’da ilk tanıştığı, aynı evi paylaştıkları yoldaşlarındandı. Önder Apo’nun ‘gizli ruhum’ gibiydi dediği Haki Karer 1975’i, 1976’ya bağlayan günlerde Ankara Dikmen’de yapılan Apocu grubun toplantısında Önder Apo’nun yardımcısı olarak belirlenmişti. Kendisi Türkiyeli olmasına rağmen, herkesten daha önce Kürdistan’a giderek örgütlenme çalışmalarında yer almıştı. Bir devrimci önder olarak yaşamıyla, davranışıyla, yüksek feragat duygusuyla, kararlılığı ve cesaretiyle rolü oynamaktaydı. Örgütçü olduğu kadarıyla eylemciydi. Propaganda çalışmaları yürüttüğü kadar; örgütlediği, taraftar haline getirdiği kim varsa onları eğitendi. Gününün 24 saatini devrime adayandı. Yaşamsal ve faaliyetler için gerekli olan ihtiyaçların karşılanması için inşaatlarda amelelik yapandı. En güzel, en yeni ve temiz olanı yoldaşıyla paylaşandı. Her yönüyle bir devrimci için örnek alınan bir önder devrimciydi.
O nedenle Haki Karer son derece bilinçli bir hedef olarak seçilerek katledilmişti. Aslında onun şahsında yok edilmek istenen Apocu Hareketti. Haki Karer katledilerek böyle bir hedefe ulaşılmak istenmişti. Ancak Önder Apo buna müsaade etmedi. Haki Karer’in katline; Apocu Hareketi partileştirme kararı ile karşılık verdi. Böylece 12 Mart 1971 sonrasının yükselen devrimci mücadelesi daha da yükseltilerek; 1968’de gerek Avrupa’da gerekse de Türkiye’de yükselen Gençlik devriminin bayrağı daha da göndere çekerek dalgalandırılmaya devam etti.
1968 Gençlik Devrimi 4 Mayıs günü başlamıştı. Haki Karer’de o devrimin sahipleneni olarak 18 Mayıs günü varlığını bu evrenselleşen devrime katık etti. Haki Karer’in taşıdığı devrim bayrağını yoldaşları devraldılar. Onların içerisinde Mayıs ayında şehadete ulaşanlar oldu. Hilvan’da 1978 yılının 19 Mayıs günü polis ve işbirlikçi çeteler tarafında katledilen Halil Çavgun’da bunlar arasında yerini aldı.
Halil Çavgun, her yönüyle Haki Karer’i kendisine örnek almıştı. O da Hilvan’da Apocu Hareket’in öncülüğünde ağalık düzenine ve işbirlikçi ihanete karşı yurtsever yoksul Kürt köylüsünün direnişe geçmesine öncülük etti. Haki Karer’i, Halil Çavgun’u yoldaşları izlemeye ve devraldıkları bayrağı dalgalandırmaya devam ettiler. 12 Eylül 1980 sömürgeci askeri faşist darbesi sonrasında ise, bu bayrağı yeni bir devrimci hamle hazırlıklarının yapıldığı sıcak mücadele alanı içerisindekiler ve Zindan direnişçileri devraldılar. Diyarbakır zindanında dörtler; Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Önder, Mahmut Zengin bu bayrağı devralanlar arasındaki yerlerini aldı. Onlarda 1982 yılının 17 Mayıs’ını 18 Mayıs’a bağlayan gece, işkenceye ve dayatılan ihanete karşı PKK direnişini en üst düzeyde temsil ederek bedenlerini ateşe verdiler. Gerçekleştirdikleri bu eylemleriyle de taşıdıkları devrim bayrağını yoldaşlarına, dağda Özgürlük gerillasına devrettiler. Bu bayrağı zindan direnişlerinden devralan Abdulkadir Çubukçu 1 Mayıs 1982- Beyrut’ta, Mehmet Karasungur ve İbrahim Bilgin 2 Mayıs 1983’de Kandil dağlarında şahadete ulaştıklarında, o güne kadar büyük bir onurla taşıdıkları bu bayrağı; Celal Hoca(Ramazan Kaplan- 1 Mayıs 1985), Sarı Ömer (Mustafa Ömürcan-25 Mayıs 1987), Sabri (1 Mayıs 1988), Cemşit (Ahmet Kesip-25 Mayıs 1988), (Ozan Mizgin (Gurbet Aydın-11 Mayıs 1992), Hamza (Ziver Sarıyıldız-2 Mayıs 1998), Sinan Amed (Murat Demrihan-13 Mayıs 1999), Rojbin Serhat(Sadegül Ökmen- 13 Mayıs 1999), İsmail (Hıdır Özgen Bingöl-21 Mayıs 2001), Melsa Munzur (Sakine Kıyançiçek-21 Mayıs 2001), Kasım Engin (İsmail Nazlıkul-27 Mayıs 2020) ve daha yüzlerce, binlerce özgürlük gerillası böyle bir Mayıs ayı içerisinde şahadete ulaşarak son nefesine kadar taşıdıkları devrim bayrağını yoldaşlarına devrettiler. Che Guevara’ların, Mahir Çayanların, Deniz Gezmişlerin, İbrahim Kaypakkayaların yoldaşları olarak ölümsüzlere katıldılar.
1968 Gençlik Devrimi Kapitalist Modernite Sisteminin Korkulu Rüyası Olmaya Devam Ediyor
1968 Devriminin kıvılcımı 4 Mayıs günü Paris’te Sarbonne üniversitesinde çakılmıştı. Ardından da evrensel bir boyut kazanmıştı. Türkiye’deki devrimci gençlik hareketi de yükselen bu devrim dalgası içerisindeki yerini almıştı. Büyük bedeller ödenmişti. Ama dalgalandırılan devrim bayrağının yere düşmesine hiçbir zaman müsaade edilmemişti ve bu bayrak, bir bayrak yarışı misali elde elden geçerek hep yükseklerde dalgalandırılmıştı.
12 Mart 1971 askeri faşist darbesinin ardından başlayan yıllarda ise bu devrim bayrağı Önder Apo’nun öncülüğünde başlayan Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimci gençlik hareketleri tarafından devralınarak dalgalandırmaya devam etmiştir. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi sonrasındaysa bu bayrak devrimci bir hamle için hazırlıkların yapıldığı sıcak mücadele alanlarında ve zindan direnişlerinin elinde dalgalandırılarak; Kürdistan Özgürlük Gerillasına devredilmiştir ve 1984 sonrasından günümüze kadar da Kürdistan dağlarında Özgürlük Gerillası tarafından dalgalandırılmaya devam etmektedir.
Bu vesileyle yeni bir Mayıs ayında 1968 Gençlik Devrimini selamlıyor, Mayıs ayını kanlarıyla sulayan, tarihe ve insanlığın bilincine nakşeden kahraman şehitlerimizin şahsında tüm emek, özgürlük, devrim ve sosyalizm mücadelesinde şehit düşenleri saygı ve minnetle anıyoruz.