HABER MERKEZİ
AKP iktidarı ile birlikte Osmanlı’nın işgalci dönemlerine ilişkin övgü dolu söylemler, Osmanlı dönemine ait silahlar, siyasetçilerin konuşmalarında kullandıkları hamasi tarihi örnekler ve Osmanlıca sözcükler sık sık karşımıza çıkıyor. Televizyonlarda Osmanlı dönemine ait diziler, bu dizilerde yer alan tarihi ya da kurgu karakterler reklamların, politikacıların, ‘tarihçilerin’ ve kendilerine gazeteci, yazar diyenlerin makale konusu oluyor.
Tüm bunlar devletin şiddetini ve ırkçılığı meşrulaştırmak için yıpranan siyaset malzemelerinin yenilenmesidir.
Osmanlı tarihi işgallerin, seferberlik zamanlarında olur da düşman saflarında yer alırlar diye binlerce insanı kılıçtan geçiren sultanların, kellelerden kuleler oluşturan paşaların ve onların saraylardaki şaşalı yaşamlarından ibarettir. 600 yıl ayakta kaldı diye övünülecek değil, mazlumlara yaptığı zulümlerle utanılacak bir tarihtir. 600 yıl ayakta kalabilmenin sebebi de göçebe toplum geleneğine dayanan işgal, yağma ve talan siyasetidir.
Ülkeleri, şehirleri işgal etmekle, işgal edilen yerlerdeki zenginlikleri yağmalamakla övünmek zorbaların işidir.
Özde devlet siyasetinde değişen pek de bir şey yoktur. Osmanlı’nın gerileme dönemiyle başlayan modernleşme girişimleri sürecinde ve sözde modernliği temsil eden yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihi boyunca da bu 600 yıllık işgal, yağma ve talan siyasetinden vazgeçilmez.
Türkiye Cumhuriyeti devleti kuruluşundan itibaren tartışmalı bir devlettir; meşru değildir. Meşru değildir çünkü nüfusun yüzde onunu bile oluşturmayan bir etnik kimlik ve nüfusun yarısını bile oluşturmayan bir din-mezhep üzerine şekillendirilmiştir. Osmanlı’dan devralınan işgalci, katliamcı, soykırımcı politikaların da savunuculuğuna devam etmiştir.
Osmanlı’da modernleşme ve Batıcılık
Modernleşme ve yüzünü batıya dönme siyaseti sadece cumhuriyetin çizgisi değildir. 19.yy ortalarından itibaren bu konuda Osmanlı yöneticileri bir çok kez reform girişimlerinde bulunurlar.
1839’da yayınlanan Tanzimat Fermanı ve 1856’da yayınlanan Islahat Fermanları ile batılı devletlere benzer alt yapı kurumları oluşturulmaya çalışılıp, ordu, asker örgütlenmeleri yenilenir, Hristiyan ve Yahudilerin bu tarihe kadar devlet işlerinde, ticarette ve yaşamda Müslümanlar karşısında eşit olmayan durumu değiştirilip ‘millet’ sistemi yerine vatandaşlık hakkı tanınır.
1876: İlk parlamento, ilk Anayasa
Yirmi yıl sonra Yeni / Genç Osmanlıcılar diye adlandırılan bir grup Osmanlı bürokratı ve entelektüelinin fikirleri öncülüğünde 1876’da önce Abdülaziz’in üç ay sonra da yerine geçen V.Murat’ın tahttan indirilip Abdülhamit’in tahta çıkarılmasıyla 1.Meşrutiyet ilan edilir. Osmanlı’da ilk parlamento açılır ve ilk Anayasa kabul edilir.
Gerçi kısa bir süre içinde parlamento Abdülhamit tarafından kapatılıp Anayasa da askıya alınacaktır.
Abdülhamit’in 33 yıl süren ‘İstibdat’ (baskı) dönemi ardından bu kez Yeni Osmanlıcıların devamcısı olan Jön Türk hareketinin siyasi örgütlenmesi İttihat ve Terakki Cemiyeti öncülüğünde 1908’de Abdülhamit’in tahttan indirilip ikinci kez Meşrutiyet ilan edilip parlamento yeniden açılır, Anayasa yürürlüğe girer. Tüm bunlar Osmanlı bürokrasisinin devleti modernleştirme ısrarıdır. Ama bu sadece bir grup bürokratın ısrarıdır ve aşağıdan yukarıya bir ilericilik özelliği taşımaz, aydınlanmacı değildir. Zaten tüm bu girişimler padişahların tahttan indirilmesi biçiminde şekillenen darbelerdir.
1876 sonrası da 1908 sonrası da 1919 sonrası da aynı zamanda büyük katliamlara, soykırımlara imza atıldığı dönemlerdir. Ortaya çıkan ilerici hareketler, hak ve özgürlükler alanındaki mücadeleler, işçi grevleri, kadın örgütlenmeleri, ulusal bağımsızlık talepleri şiddetle bastırılır. Süryani ve Ermenilere yönelik soykırım 1915’te, Pontos Rumlarına yönelik soykırım ise 1919’da gerçekleşir ve 2,5 milyon insan bu süreçte hayatını kaybeder. 2 milyona yakın insan binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan sürgün edilir.
Bu süreçte devletin modernleşmesini savunan kesimlerle, karşısında gibi duran kesimler arasında ideolojik farklılıklar olduğu da söylenemez. 1876’da Abdülhamit, 1908’de İttihat ve Terakkiciler, 1919’da da Kemalistler modernleşme öncüleri olarak görünürler. 1876’da Abdülhamit’i tahta çıkaranlar ile Abdülhamit’i 1908’de tahttan indiren İttihat ve Terakkiciler, sonrasında Osmanlı saltanatına ve hilafete son verdiğini söyleyen cumhuriyeti kuran kadrolar birbirlerine karşı darbeler düzenleyenler olmalarına rağmen aynı sürecinin devamcısıdırlar, aynı politikaları hayata geçirirler.
Cumhuriyetin kuruluşu
1908 yılında 2. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte İstanbul’da kurulan Meclisi Mebusan içerisinde 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi mebus yer alır. Osmanlı’nın o günkü çok kültürlü yapısını tam anlamıyla yansıtmasa da çoğulcu bir meclis oluşur.
1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlarla birlikte İttifak devletleri arasında yer alan Osmanlı savaşın yenilenleri arasındadır. Kaybettiği toprakların bir kısmını geri alabilmek umuduyla yer aldığı savaş esnasında 1915 yılında Süryani ve Ermenilere karşı giriştiği soykırım ile İttihat ve Terakki’nin kurulacak yeni modern devlet projesi için sermayeyi Müslümanlaştırma girişimin birinci etabı gerçekleştirilir. Ancak savaş sonunda yenilenlerin safında yer aldıkları için İttihat ve Terakki’nin öncü kadroları kaçak durumundadır.
Resmi tarih yazımında 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a gidişiyle emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşı başlattığı iddia edilen Mustafa Kemal tarih sahnesinin yeni figürüdür artık.
Bu arada 23 Nisan 1920’de Ankara’da kurulan cumhuriyetin ilk meclisinde artık ne Rumlar ne de Ermeniler vardır ve bu meclis Pontos’ta sürdürülen soykırımın yürütüldüğü meclistir.
Cumhuriyet tarihi
Cumhuriyet, Pontos’ta gerçekleştirilen soykırımın tamamlanması, 353 bin insanın katledilmesi, 190 bini Pontos’tan olmak üzere 1 milyon 250 milyon Hristiyan Rum’un Mübadele anlaşmasıyla sürgün edilip mallarına ve mülklerine el konması ile kurulur.
Sıra geride kalanların Türkleştirilmesi sürecine gelir. Başta Pontos’taki Müslümanlaştırılmış Rumlar olmak üzere, Kürtlerin ve geride kalan diğer milliyetlerden Müslüman, Hristiyan, Yahudi, Alevi inancına sahip kesimlerin Türkleştirilmesi süreci de yine katliamlarla birlikte gerçekleşir.
1930 Ağrı, 1937-38 Dersim Soykırımı ile kitlesel katliamlar, geride kalan Hristiyanları ve Yahudileri de kapsayacak Varlık Vergisi yasaları, yeni pogromlar,(1) Kürtlere yönelik köy yakmalar, şehirlerde hak ve özgürlük talepli kitle gösterilerine bombalı saldırılar hiç gündemden düşmez.
Türklük dışındaki tüm etnik kimlikler inkar edilir.
Asimilasyon politikaları herkese Türkçe konuşmayı, Türk olmayı dayatır yüz yıl boyunca. Türkçe dışındaki anadillerde konuşmak, şarkı söylemek yasaktır.
19 Mayıslarda, 23 Nisanlarda, 30 Ağustoslarda cumhuriyetin kanlı tarihinin cinayetleri bayramlarla kutlanır. Osmanlı’dan kalma işgal günleri de ‘fetih’ adında anılmaya devam eder. İstanbul’un 1453, Trabzon’un 1461 işgalleri de bayram günleridir.
Cumhuriyet hükümetlerinin en önemli ortak özellikleri, NATO içerisinde 1950’lerde başta Kore olmak üzere Irak, Afganistan, Balkanlara asker göndermek, 1974 yılında Kıbrıs’ı işgal etmek, sınır ötesi operasyonlar, Suriye’deki fiili işgal, Osmanlı’dan devralınan politikalardır.
Bu politikalara ilişkin yüz yıllık cumhuriyet tarihi boyunca çeşitli isimlerde siyaset yürütmüş Kemalist ve İslamcı partiler arasında ayrılık yoktur.
Kemalizm ve İslamcılık
Kemalizm öz itibarıyla Osmanlı’da devletin modernleştirilmesi, batılılaştırılması fikri ile ortaya çıkmış soykırımcı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin devamcısıdır. Modern, batıcı kimliği demokrat ya da ilerici bir içeriğe sahip değildir. Demokrasi karşıtıdır, despottur, ırkçıdır.
Cumhuriyetin kurucusu CHP’nin bugüne kadarki politikaları da anti demokratik, despot ve ırkçı kimliğini ortaya seren yüzlerce örnekle doludur. İslamcılık da demokrasi karşıtıdır, despottur, ırkçılık yerine ümmetçidir.
17 yıllık AKP iktidarının politikaları da anti demokratik ve despot kimliğini ortaya seren örneklerle doludur. AKP iktidarı sıkıştığında, ümmetçiliğin yerini pekala ırkçılığı koyabilecek esnekliğe sahiptir.
Aynı şey CHP ya da Kemalist kesimler için de geçerlidir; gerektiğinde en Müslüman onlardır.
Cumhuriyet’in Osmanlı’dan ya da İslamcı kimlikten kopuş olduğunu söylemelerine rağmen cumhuriyet hükümetlerinin hemen tümü İslam kimliğini hep önde tuttukları gibi Osmanlı’yı da savunagelir ve Osmanlı’nın devamcısı olduklarını vurgularlar. 23 Nisan 1920’de BMM (Büyük Millet Meclisi) açılışından iki gün önce 21 Nisan’da Mustafa Kemal tarafından yayınlanan emir (2) yeni cumhuriyetin ve Kemalist hareketin kimliğine dair önemli bir belgedir. En azından siyasette İslam’ın kullanılması geleneğine itiraz yoktur.
Cumhuriyetin ‘muhalifleri’
Demokrasi, özgürlük, adalet mücadelesi adı altında yürütülen mücadelelere, ödenen bedellere rağmen kalıcı herhangi bir kazanıma sahip olunamıyor, neden?
Halkın oylarıyla parlamentoya giren sosyalist kimlikli milletvekilleri, Kürtler pekala dokunulmazlıkları kaldırılarak hapislere atılıyorlar. Yine halkın oylarıyla seçilen belediye başkanlıkları kayyumlar atanarak geri alınabiliyor. Daha önceki anayasalarda var olan kimi demokratik haklar istenildiğinde askıya alınabiliyor.
Adı cumhuriyet olan ama demokratik hiçbir özelliği olmayan sadece şiddetle ayakta durabilen bir devletin karşısında yer alırken sistem içi çözümler beklentisi muhalifleri her seferinde hayal kırıklığına uğratırken, her defasında daha da büyük bedeller ödenmesine sebep oluyor.
En önemlisi bu kesimler cumhuriyetin kuruluş ideolojisi ile yüzleşemiyorlar.
Onların muhalifliği devletin misakı sınırlarını ya da bekasını zorladığında zaten üzerlerine uymayan muhalefet gömleğini çıkarıp devletten daha devletçi olmalarını sağlıyor.
Solda görünen muhalifler ise özellikle AKP iktidarı sürecinde ‘laiklik’ olgusunu savunurken batıcı, modern olduğunu iddia ettikleri değerler üzerinden Türk ulusalcılığını ve şovenizmi savunan bir çizgide devletin safında yer alıyorlar.
Sağda görünen muhalifler ise Sünni Müslümanlık olgusu ile zaten yüz yıldır değişmeyen devlet politikasının safındaydılar. Muhaliflikleri sistem dışı değildi.
Özellikle sol görünümlü muhalifler kemalizm zehri ile aşılıydılar.
700 yıllık gelenek
Aslında karşımızda 100 yıllık değil 700 yıllık bir devlet geleneği var. CHP’si de AKP’si de bu devlet geleneğinin, bu devlet gerçeğinin parçalarıdır.
Sınır Ötesi operasyonlar, Meclis’te Kürt milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması gündeme geldiğinde nasıl bir araya geldiklerini, aralarından su sızmadığı ortadadır.
AKP’nin İslamcılığı, Osmanlıcılığıyla CHP’nin batıcı modernliği birbirini tamamlayan özelliklerdir ve yer yer biri diğerinden daha batıcı ve daha İslamcı bile görünebilir. Bizim açımızdan ise bu kimliklerin tek anlamı vardır: 700 yıllık devlet geleneği; işgaller, yağma ve talan.
Bugün Türk ordusunun Suriye’yi işgali, oradaki şehirlerin talan edilmesi, zenginliklerin yağmalanması hatta Efrîn’e giren Türk ordusunun oradaki zeytinliklere el koyup ürünlerin satılması bile Osmanlı geleneğinin bugün nasıl devam ettiğini gösterir.
Osmanlı’nın bir zamanlar üç kıtaya hakimiyetine öykünen bugünkü AKP iktidarı Ortadoğu coğrafyasında yeniden hakim olabilme hayalleri kuruyor. Uluslararası güçlerin bölgede oluşturmayı planladıkları yeni durumda söz sahibi olabilmek için bir yandan saldırganlığını sürdürürken bir yandan Türkiye devletinin son dönemindeki müttefiklik ilişkilerini de değiştirebilecek girişimlerde bulunuyor.
ABD ile yaşanan kriz süreçleri sonunda Rusya ile yeni ilişkiler kuruluyor; NATO’dan çıkma, İncirlik Üssü’nü kapatma, Avrupa Birliği’ne değil Şangay Beşlisi’ne yakınlaşma gibi restleşmeler yapılarak Ortadoğu’da söz sahibi olmak hedefleniyor.
Ama asıl önemlisi Türk devletinin, terör örgütü DAEŞ’e karşı mücadele veren Kürtlerin Rojava’da kurduğu yönetime karşı gösterdiği tepkiler, liderlik hedeflerinde belirleyici oluyor.
Türk devleti, Kürtlerin Ortadoğu’daki varlığını ve Rojava’daki gücünü bu hedefinin önünde bir engel olarak görüyor.
Devletlerin uluslararası çıkarları gereği Türkiye devleti önemli bir güçtür. Bu yüzden de Türkiye devletinin işgalci, yağma ve talana dayanan politikaları bugün de tehlike taşıyor.
Bu politikaların bir geleceğinin olup olmadığını ise uluslararası güçlerle kurulan ilişkiler ve zaman gösterecek.
TAMER ÇİLİNGİR