HABER MERKEZİ –
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 1959 yılında kurulmuş. Bağlayıcı ilkeler olarak ta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ve ek protokollerinde güvence altına alınmış olan temel hakları kabul etmiş. Halihazırda TC’nin de içerisinde yer aldığı 47 devlet tarafından kabul edilmektedir. AİHM Türkiye ve Kürdistan halkları tarafından 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinden sonra daha çokta 1990’larla birlikte yapılan başvurular neticesinde ismen duyulmaya ve tanınmaya başladı. Kürdistan’da halka karşı gerçekleştirilen fiziki soykırım saldırılarında yaşanan yoğunluk ve bunun gerek iç gerekse de dış kamuoyunda duyulduğu ve etkili olduğu koşullarda yapılan başvurular bunda etkili oldu.
Bu yıllarla birlikte bugüne kadar AİHM’e Kürdistan ve Türkiye’den binlerce başvuruda bulunuldu. Daha çokta bu başvurular TC devletinin doğrudan baskısı altında olan; halktan, devrimci, demokrat vb. kişiler ve çevreler tarafından gerçekleştirilmişti. Yapılan başvurular ise, çoğunlukla kabul edilmişler ve TC devleti aleyhine sonuçlanmıştı. Günümüzde de AİHM’e başvurular devam etmektedir. Ancak öncekinden daha farklı olarak, değişik çevrelerde başvuruda bulunanlar içerisine dahil olmuşlardır.
AİHM’e yapılan bu başvurular ilk yıllarda cılızda olsa etkisini gösterse de, daha sonra TC devleti tarafından, daha çokta son yıllarda tanınmamaya, ciddiye alınmamaya başlamıştır. Hatta AİHM’in TC devleti aleyhine vermiş olduğu cezalar; “parasını öder, geçeriz”, “bizi bağlamaz türünden” vb. gibisinden gayri ciddi yaklaşımlarla karşılanır bir hale gelmiştir. Bunu TC devleti adına açıklama da bulunanların kendileri bile çok açık bir şekilde dile getirmektedirler ve bunun sayısız örnekleri bulunmaktadır.
Böyle bir gerçekliğe rağmen, AİHM’e başvurular devam etmektedir. Buna mukabil AİHM’de kararlar vermektedir. 7 Şubat 2019 günü de böyle bir karara varmıştır. Cizre’de 2015-2016 yılları arasında 137 kişinin bodrumlarda katledilmesine ilişkin Orhan Tunç ve Mehmet Tunç’un babası Ahmet Tunç tarafından yapılan başvurunun görüşüldüğü “kabul edilebilirlik” duruşmasında bir karara varmış ve orada oy birliği ile yapılan bu başvuruyu reddetmiştir. Neden reddettiğine dair görüşlerini de “iç hukuk yollarının tüketilmediği” gerekçesine dayandırmıştır. Böylece AİHM kendini ciddiye almayan, kararlarını bile tanımayan TC devletini, bu tutumu ile onaylayan bir yaklaşım sahibi olmuştur.
AİHM tarafından böyle bir kararın verildiği gün içerisinde ise Diyarbakır 5. Urfa 6. No’lu ağır ceza mahkemeleri de Leyla Güven hakkında “örgüt propagandası” yaptığı gerekçesi ile bir dava daha açıldı. Buna ilaveten de eğer belirlenen günde mahkemeye gelmezse Leyla Güven’in zorla getirilmesine dair bir karar daha alındı.
Oysa Leyla Güven daha iki hafta önce zindandan çıkmıştı. Daha doğrusu soykırımcı TC devleti onu zindandan çıkarmak zorunda kalmıştı. Açlık Grevinin 80’li günlerine doğru zindandan çıkan Leyla Güven’e direnişinin 100. Günlerinde doğru yeniden zindanın yolları gösterilmiş oldu. Aslında TC devletinin içerisine girmiş olduğu bu tutum, aynı zaman da onun ne kadar basit düşündüğü zayıf ve güçsüz olduğu gerçeğini gözler önüne serdi.
TC devleti, 80’li günlere giren Süresiz Açlık Grevi Direnişleri (SAGD) karşısında çaresiz kalmıştı ve bunun bir sonucu olarakta Leyla Güven’in zindandan çıkmasını kendi için bir çıkar yol olarak görmüştü. Bunu yaparken de basit hesaplarda bulunmuştu. Eğer Leyla Güven “cezaevinden çıkarsa, direnişi bırakır ve direnişler biter” diye düşünmüştü. Fakat böyle olmadı. Leyla Güven direnişine ve bu direniş içerisinde de öncülük rolünü oynamaya devam etti. Ve SAGD’i giderek daha fazla boyut kazandı.
Gerek AİHM’in gerekse de Diyarbakır ve Urfa Ağır Ceza Mahkemelerinin kararları birlikte ayını gün açıklandı. Belki bu bir tesadüftü. Fakat böyle de olsa bir gerçekliği anlatmış oldu. O da, AİHM ve TC devlet mahkemelerinin Kürtler hakkında almış oldukları kararlarda ortaklaştıkları gerçekliğiydi. Bir yanda AİHM Kürtler üzerinde gerçekleştirilen katliama karşı tavırsız kalarak TC devletine açıktan destek verirken, öte yandan da TC devlet mahkemeleri Kürtlere karşı yürütülen özel kirli savaşın temel araçlarından biri olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiş oluyordu.
En ilginç olanı da AİHM’in ve Diyarbakır ile Urfa Ağır Ceza Mahkemelerinin kararlarını açıkladıkları gün soykırımcı TC devletinin Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan “Kürtlerle hiçbir zaman aralarından bir sıkıntının yaşanmadığı” yönünde bir açıklama da bulunmuş olmasıydı. Aslında bu şekilde Erdoğan yapmış olduğu bu açıklamayla AİHM ve Diyarbakır ile Urfa Ağır Ceza Mahkemelerinin almış olduğu kararlarının ne anlama geldiğini kendi ağızıyla itiraf etmiş oluyordu.
Gerçekten de R.T. Erdoğan’ın, sömürgeci soykırımcı faşist politikalarının Kürtler üzerinde uygulanması önünde hiçbir engel olmadığı gibi, her hangi bir sıkıntısı da yoktu. Çünkü ardında AİHM ve kendi mahkemeleri vardı. Kürdistan’da gerçekleştirdiği katliamlarda bunlar tarafından onaylanmıştı. Artık önü açılmıştı ve bundan sonra daha fazla soykırım saldırılarında bulunabilirdi. Gerek AİHM gerekse de Diyarbakır ve Urfa Ağır Ceza Mahkemelerinin vermiş olduğu kararların anlamı da bundan başka bir şey değildi.