Birkaç aydır kamuoyuna daha önce AKP’nin önemli kurmayları, kurucularının yer aldığı kişilerin parti kurmaya hazırlandıkları yansıyor. Her ne kadar uzun zamandır AKP’den farklı düşündükleri bilinse ve zaman zaman kısık sesle eleştiri geliştirseler bile, Abdullah Gül’ün 24 Haziran 2018 seçimlerinde muhalefetin adayı olmak istediğini göstermesinden sonra ilk defa böylesine net çıkış yapıyorlar. Bu durumu birkaç başlık altında incelemek mümkündür. İlk başlık AKP kimliği ile cumhurbaşkanlık, başbakanlık, bakanlık yapmış kişilerin bu partiden neden koptuğudur. Bir diğer nokta ise bu kişilerin kopuşunun ve oluşturmaya çalıştıkları partilerin nasıl bir yapıya hitap ettikleridir. Son olarak bu kopuşun neden bu dönemde farklı partileşme gibi keskin bir çıkışa yönelmesi ele alınabilir.
Bu kişilerin AKP’den ayrılmaların nedeni üzerine kafa yorabilmek için öncellikle AKP önce nasıl bir parti olduğunu ve şimdi neye dönüştüğünü belirlememiz gerekir. Çünkü bu kopuşların anahtarı bu dönüşümde yatmaktadır. AKP 2001 yılında Fazilet Partisi’nin kapatılmasından sonra ağırlıklı olarak bu partide yer alan kişiler tarafından kuruldu. Bu eğilim bir yıl önce Abdullah Gül öncülüğünde Fazilet Partisi’nin kongresinde genel başkanlık yarışına girmiş ve az farkla da olsa kaybetmişti. Şimdi Milli Görüşün ana damarının Saadet Partisi’ne katılmayarak yeni bir oluşuma gitmişti. Cemil Çiçek gibi ANAP kökenli fakat daha çok devletin çekirdeğine yakın kişiler de partinin bünyesinde yer alıyordu.
Her ne kadar 2000’lerin başında gerçekleşse bile AKP’nin kuruluşunu 12 Eylül darbesine bağımsız ele almak doğru olmaz. Çünkü AKP 12 Eylül faşist darbesinin zihinsel yapısını oluşturduğu Türk-İslam sentezi akımının ılımlı kolu olarak ABD’nin yine 1980’lerde planladığı Yeşil Kuşak projesi doğrultusunda yaşam buldu. Uluslararası sermayenin Siyonist damarının yoğun desteğiyle önü açılan AKP cumhuriyetin başından itibaren ötelenmiş dinsel kesimlerin ve yavaş yavaş palazlanan Konya-Kayseri merkezli sermaye tekellerinin devletten daha fazla pay alma isteğini temsil ediyordu. Zaten Beyaz Türk faşizmi ile girdiği hegemonya mücadelesi bu tarihsel zemine dayanıyordu. Klasik işbirlikçi Kürt kesimlerini de barındıran AKP, liberalleri ve İstanbul burjuvazisinin bir bölümünü uluslararası sistemle daha fazla bütünleşme vaadiyle arkasına alıyordu. Bu haliyle AKP tek bir programa sahip homojen bir partiden ziyade eğilimlerin bir koalisyonu şeklindeydi. Her eğilimi temsil eden güçlü karakterler partinin politikalarını etkiliyordu. Bu AKP’ye aynı zamanda esnek ve pragmatik politikalar geliştirme yeteneği de kazandırıyordu. Hatiplik dışında neredeyse hiçbir niteliği olmayan Erdoğan her ne kadar genel başkan olsa da aslında konumu bu eğilimleri ortak yürüten bir koordinatördü. AKP içinde Abdullah Gül, Bülent Arınç, Tayyip Erdoğan üçlüsünün yönetimi söz konusuydu.
Erdoğan’ın öne çıkması zaman içerisinde gelişti. Kazanılan seçimler ardından Erdoğan başarının kendi eseri olduğu düşüncesiyle parti içindeki kişisel otoritesini derinleştiriyordu. Kırılmanın tam olarak başladığı tarihi kestirmek güçtür fakat Beyaz Türk faşizminin büyük bir krize çevirdiği 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından AKP içerisindeki uyumun bozulduğunu söyleyebiliriz. 2011 seçimlerine ‘usta’ propagandaları ile giren Erdoğan bu tarihten sonra adım adım sözü tanrı kelamına eşit ‘reisliğe’ terfi ediyordu. Önderlik daha 2010 tarihinde Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan arasındaki çekişmenin bölünme potansiyeli taşıdığına işaret ediyordu.
Egemenlerin iktidarı sürekli merkezîleştirme ve tekleştirme isteği vardır. Fakat Türk devlet geleneğinde bu merkezileşme hastalıklı bir hale gelmiştir. İktidarı paylaşma fikri bu geleneğe yabancıdır. Bu nedenle devlet ya da kendi partisi içinde bile farklı güç odaklarını kabul etmez. Türk devlet geleneğinde ideolojiden, ‘dava’dan, partiden önce bireyin bencil iktidar istemi gelir. Çünkü bu geleneğin ana omurgasında siyaset toplum için değil bireysel menfaatler için yapılır. Bu nedenle en yakın arkadaşların birbirini harcaması sıradanlaşmış bir durumdur. Bu geleneğin temsilcisi olarak Erdoğan’ın sürekli hegemonya arayışı ve iktidarı kendinde toplama isteği AKP’nin ilk kuruluş evresindeki gibi kalmasına izin vermezdi. Faşist mantık zaten bu şekilde işler. Aynı durum güçlerini pekiştirme durumunda kopan kişiler içinde geçerlidir. Diğer nedenler bir tarafa sadece bu özellik bile AKP içinde derin bir iktidar mücadelesinin olacağının işaretiydi.
Bu mücadeleyi kazanan Erdoğan adım adım AKP’yi bahsedilen eğilimler koalisyonundan kendi bireysel iktidar aracına dönüştürdü. Bugün AKP’den bir siyasi parti olarak bahsetmek bile güçtür. Seçimlerde aday belirlemekten, kendi iç görevlendirmesine kadar ufaktan büyüğe her konuda karar verme mekanizması Erdoğan’da birleşmiştir. AKP Damadını bakan yapma da simgeleşen kişisel iktidar ağının pratik yürütücüsü konumundadır. Partiden ziyade organizasyon şirketine benzemektedir. Devleti şirket gibi yönetmeyi hedeflediğini söyleyen Erdoğan AKP’yi gerçekten de kişisel bir şirket gibi yönetmektedir. AKP’de yaşanan zihniyet değişiminden bağımsız olmayan bir şekilde partinin yapısı, bileşenleri ve işleyişi kökten değişmiştir. Bu durumda daha önce AKP içerisinde etkin olmaktan öte başat olan Abdullah Gül gibi isimlerin AKP’den kopması anlaşılır olur. Ayrılan kişilerin ifade ettikleri gibi istifa ettikleri AKP ile kurucusu oldukları AKP birbirinden çok farklıdır. Bu izlediği politika, ittifaklar gibi konulardan da önce partinin yapısı için kesinlikle doğrudur. Bu yeni oluşumlar etrafında kümelen kişilere dikkat edilirse ağırlıklı olarak ilk dönem AKP’sinin etkin kişileri olduğu görülecektir.
AKP’den yaşanan kopmaların temel nedenine işaret ettikten sonra bu kopuşun yapısal olarak ne anlama geldiğini inceleyebiliriz. 18 yıllık tarihinde AKP’den kopan birçok kişi oldu. Bunlar Abdullatif Şener gibi kurucu öncü kişilerden Erkan Mumcu ve Ertuğrul Günay gibi dönemsel nedenlerle partiye dâhil olanlara kadar çeşitlilik göstermektedir. Bu bireysel kopuşların neredeyse tümünün sonu fiyasko oldu. Zaten Erdoğan bugünlerde sürekli bu duruma işaret etmektedir. Fakat güncel olarak yaşanan kopuş diğerlerinden başarılı olup olmayacaklarından bağımsız bir şekilde farklıdır. Bu fark bu kişilerin zihniyeti ile beraber yeni oluşumların dayanaklarıyla ilgilidir. Daha önceki kopuşlar ya bireyseldi ya da zaten miadını tüketmiş partileri canlandırmaya çalışıyorlardı. Üzerine tartıştığımız Gül-Babacan ve Davutoğlu hareketleri ise belli bir yapısal zemin üzerinden yola çıkmaktadır.
Öncellikle bu iki hareketinde ama özellikle Gül-Babacan grubunun bir dış desteğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ali Babacan gibi bu grupla beraber hareket ettiği ifade edilen Mehmet Şimşek de uluslararası finans tekelleri ile kopmaz bağlara sahip kişilerdir. 2002-2015 arasında finans tekellerinin Türkiye sağladığı mali kredilerin daha çok bu kişiler üzerinden sağlandığı biliniyor. Ayrıca bu kişilerin ekonomi alanında zihinsel olarak bu finans kuruluşları ile paralel düşündükleri ve kuruluşların Türkiye özelinde daha fazla kâr elde etmesini sağladığı açıktır. Bu nedenle ekonomik krize neden olmakla kalmayıp bireysel kararlarla krize karşı önlem alınmasını da engelleyen sadece siyasi konularda değil mali konularda da tutarsız bir aktör olan Erdoğan’dan ziyade bu grupla çalışmak istemeleri anlaşılırdır. Onlar için stratejik önemde olan Türkiye gibi bağımlı bir ülkenin göz göre göre güvenilmez biri yüzünden iflas etmesi önemli bir kayıp olacaktır. Kaldı ki AKP-MHP faşizminin yolun sonuna geldiğini onlarda görmektedir.
Gül-Babacan ve Davutoğlu girişimlerini diğerlerinden farklı kılan bir diğer özellik gerek AKP’nin ilk dönemlerde temsilciliğini üstlendiği Anadolu sermaye grupları ve gerekse İstanbul Burjuvazisiyle yaşadığı sorunlar bu tekel grupların hem söylem hem de organik ilişkiler açısından yakın olduğu AKP’den kopanlara yaklaşıyor olmasıdır. Bu sorunların detaylı tahlilini yapmak mümkündür fakat özet olarak bazı noktaları ifade edebiliriz. Öncellikle tekel gruplarının iktidardan kısmen uzaklaşmasının nedeni AKP-MHP faşizminin mevcut ekonomik krize ilişkin çözüm yolu bulamamasıdır. Tersine kriz Erdoğan’ın savaş politikası ve sadece bazı rant gruplarını güvenceye almaya yönelik politikalarıyla derinleşmektedir.
Bir diğer nokta İstanbul burjuvazisinin kendini güvende hissetmemesidir. Baştan itibaren AKP’ye soğuk yaklaşan bu kesim ilk dönemler devletin liberalleşmesini umuyordu. Erdoğan faşizmi bu vaadi bir kenara bırakmakla kalmadı, kendilerine muhalif olabilecek sermaye gruplarına devletin olanaklarıyla yöneldi. Bu noktada Aydın Doğan ve Osman Kavala’nın durumu hatırlanabilir. Doğan’ın tüm uzlaşma hamlelerine karşın Erdoğan tarafından mali birikimine büyük darbe vuruldu ve büyük kârlar kazandığı medya alanını terk etmek zorunda kaldı. Kavala gibi gerçekten muhalif liberal işverenler ise esaret altına dahi alındı. Böylesi örnekler mülk güvenliği kırmızıçizgisi olan İstanbul burjuvasını oldukça tedirgin etti.
Ayrıca Anadolu merkezli sermaye grubu hem MHP hem de Ergenekon ile yapılan ittifaktan oldukça rahatsız oldu. Bu tekel zaten bu güçlere karşı kendi hegemonyasını kurmak için yola çıkmıştı, aslında AKP’nin misyonu tam da buydu. Fakat Erdoğan’ın kişisel iktidar oyunlarında ittifak tercihi rakip güçler oldu. Bu, statükonun devam etmesini istemeyen bu sınıf için beklenmedik bir durum oldu. Dikkat edilirse hem Gül-Babacan ekibi hem de özellikle Davutoğlu bu konuyu sıklıkla gündeme taşımaktadırlar. Kuşkusuz bu gruplar AKP sayesinde zenginliklerine zenginlik kattılar ve faşizmin tümden karşısına geçmiş değildirler fakat Erdoğan-Bahçeli ittifakının bazı politikaları onları arayışa itmekte ve AKP’den kopan oluşumlar onlar için bir seçenek haline gelmektedir.
Bu iki eğilimin neden birleşmediğine dair de bazı belirlemeler yapabiliriz. Davutoğlu’nun aslında diğer ekiple birleşmek istediği yansımaktadır. Babacan-Gül ise bu teklife yanaşmadılar. Çünkü Davutoğlu’nun batağa saplanan Suriye politikasının mimarı olması onu uluslararası güçler nezdinde maceracı kılmaktadır. Bu güçlere yaslanmayı amaçlayan Babacan-Gül grubu için bu, kabul edilebilir değildir. Ayrıca Davutoğlu’nun İslamcı eğilimle daha bütünleşmiş bir pozisyonu vardır. İstanbul burjuvazisinin desteğini büyük oranda almak isteyen diğer grup bu nedenle de ayrı durmaya özen göstermektedir.
Bu iki eğilim de siyasal düşüncelerini derli toplu bir şekilde kamuoyuna sunmuş değil. Sadece Davutoğlu bundan birkaç ay önce daha çok cumhurbaşkanlığı sistemine yönelik eleştirilerini sıraladığı bir metin paylaştı. Bu durumda geçmiş pratikler ve hitap ettikleri kitle üzerinden bu iki yapının da liberal bir muhafazakâr çizgi izleyecekleri tahmin edilebilir. Farklı bir şey söyleyip söylemeyecekleri ve soykırımcı mantıktan kopup kopmadıkları Kürt sorunu hakkındaki düşüncelerinde belli olacaktır. Çünkü Türkiye’de demokrasinin turnusol kâğıdı budur. Kayyum darbesi sonrası genel bir karşı çıkış göstermiş olsalar bile bu yapıların demokrasiye duyarlı olup olmayacaklarına dair fikir belirtmek için henüz erkendir. Çünkü zihinsel kodlarını halklar daha önce gördüler. Kaldı ki Davutoğlu’nun AKP-MHP faşist ittifakının ilk oluşum dönemindeki politikalarının bizzat yürütücüsü olduğu göz ardı edilmez. Erdoğan ile çelişkisinde o dönemki günahları gündeme getirmesi arkası da gelirse olumlu olacaktır.
Son olarak bu iki hareketin de şimdi açıktan AKP’ye cephe almalarının nedeni üzerinde durabiliriz. Uzun süredir muhalif konumdaydılar ve yeni parti iddiaları sürekli haber oluyordu. Fakat gerek faşizmin korkusundan gerekse hedefledikleri kesimlerin AKP’den umudu tam kesmemiş olmasından pratik adım atmadılar. Şimdi ise bunu kolaylıkla yapmaktadırlar çünkü AKP-MHP faşizmi çöküştedir. Miadını doldurmuş bir şekilde sadece iktidar gaspı üzerinden yürüyebilmektedir. Bu durum sadece antifaşist mücadele yürütenler için değil, artık herkes için netleşmiştir. Faşizm direnişle yıkılmanın eşiğine getirilmiştir. Bu durumda AKP-MHP faşizmi sonrası için herkes hazırlanmakta ve etkin olabilmek için hamleler yapmaktadır. Bu iki harekette partileşerek oluşacak boşluktan faydalanmayı ummaktadır. Demokrasi bloğu açısından her koşulda faşizmi zayıflatacağı için olumlu olan bu hamleler bu kişilerin belli olan zihniyetleri yüzünden çok fazla anlam taşımadığının da altı çizilmelidir.
Kendal BAGOK /Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi