HABER MERKEZİ
Dersim Pertek’te polis, korucular ve askerle ilişki içindeki düşkün bir kişiliğin çocuklara yaptıkları tek kelimeyle korkunç. Benzer olayların Elazığ, Bingöl, Amed ve başka yerlerde de yaşandığı söyleniyor. Yine Dersim’de Gülistan Doku adındaki bir genç kızdan, babası polis olan biriyle son görüşmesinden sonra haber alınamadığı söyleniyor. İlkin intihar etmiş denildi, sonradan cesedinin arandığı söylendi. Bir gün sonra haberlerde Amed’de bir kadının katledildiği söylendi. Başka bir gün bir adamın kızına, birinin çocuğuna tecavüz ettiği haberleri geçti. Bütün bunlara bakılınca Türkiye’nin şu andaki sosyal ve kültürel yapısında bir çöküntü yaşandığını söylemek yanlış olmaz. Bu toplum ne hale düşürüldü demeden insan edemiyor. Toplumun cinnet geçirmesi hali herhalde böyle oluyor. Sanırım bu insanlar nasıl bu hale geldi, getirildi sorusunu herkes kendisine soruyor ve cevaplar arıyor.
Bu olanları sadece kişiliklerin sapıklığı sonucu çocuklara tecavüz etmesi biçiminde değerlendirmek büyük saflık olur. Belki yılda ya da on yılda bir böyle bir olay yaşansa sapma ya da sapıklık olarak ifade edilebilir, ama sürekli hale gelmişse olağan bir durum ortaya çıkmış demektir. Olağan bir durum da kişilerle sistemle ifade edilebilir. Daha doğrusu sistemi yönetenlerin zihniyeti ve uygulamaları bu durumu bilinçli ortaya çıkarıyordur demektir. Demek ki bu tür olaylar bilinçli bir biçimde özel savaş merkezinin planlaması çerçevesinde sistematik olarak gerçekleşmektedir. Kişilikler de özel savaş merkezi tarafından yönlendirilmektedirler.
Türkiye’de sosyal doku gün geçtikçe daha çok bozuluyor. Bir bütünlüğü ifade eden toplumsal yapı deforme oluyor. Bunu da AKP yaptı, yapıyor. Karalamak için söylemiyoruz bunu, yaşananlar yeterli görülmüyorsa, AKP’nin iktidar olmadan önceki ve iktidar olduktan sonraki Türkiye sosyolojik yapısına bakın, değişimi göreceksiniz. Bir çocuk bile olumsuz yönde ne kadar büyük değişimlerin yaşandığını anlar. Birileri, 2002 Türkiye’si ve dünyası farklıydı, kapitalizm bu kadar her yere sinmemişti, ama günümüzde kapitalizmin girmediği yer kalmamıştır diyebilir, ama bu büyük toplumsal çöküntüyü sadece kapitalizmle ifade etmek de yetersiz olmaktadır. Doğru tanımlama ve objektif yaklaşım: “AKP bir özel savaş partisi olarak iktidara geldi, toplumu ahlaki olarak bir çöküntüye uğrattı ve bu ahlaksızlığı Kürtlerin içinde psikolojik savaş temelinde gün geçtikçe daha fazla geliştirdi” demeyi gerekli kılar.
AKP iktidarını iyi anlamak, tanımak gerekiyor. Söylemleri Müslümanlık üzerine, ama İslam’ın da tüm dinlerin ve inançların da kendisine esas aldığı, iyi ve kötü olarak nitelediği değerleri yerlerde süründürüyor. Tüm dinler çalmayı, tecavüz ve fuhuşu, yalanı kabul etmez ve bunları yapanlara karşı dinden çıkarılma dahil katı uygulamalara sahip bulunmaktadır. Tüm kutsal kitaplara bakın bunu göreceksiniz. Ama AKP bilinçli bir biçimde bu tahribatı geliştiriyor.
Peki, AKP neden toplumu bu kadar çok ahlaksızlaştırmak istiyor? Birkaç neden sınırlanabilir, ama bence esas olarak Kürtlerin manevi, moral, ahlaki ve insani değerleriyle oynayıp büyük bir yozlaştırma geliştirmek ve toplumu çürüterek bitirmek istemesi nedeniyledir. Bunu yapabildiği düzeyde de Özgürlük Hareketini zayıflatacağını, daraltacağını ve toplumu Özgürlük Hareketine güç verir durumdan çıkaracağını düşünmektedir. Özgürlük Hareketi zayıflayınca da Kürt soykırımını tamamlamayı ve böylece Türkiye’de ikinci Cumhuriyeti kuran parti ve Tayyip Erdoğan da kurucu kişilik olarak sürekli iktidarda kalacağını hesap etmektedir.
Aslında bunu herkes bilmektedir ve buna karşı nelerin yapılması gerektiği Kürtlerde bir fikir birliği bulunmaktadır. Kürdistan’da bir esnafla bile konuşulsa ulaştığı politik bilinçle AKP’nin karakterinin ne olduğunu, ona karşı ne yapılması gerektiğini bir akademisyenin bile çözümleyemeyeceği düzeyde tahlil eder. Ama şöyle bir sorun bulunmaktadır, oluşmuş bu bilinç pratik yansıması olacak eyleme dönüşmedi mi, çok da bir anlam ifade etmiyor. Hatta şöyle ifade edelim, bu, ne olacağının farkında olmayan insanların içinde bulunduğu durumdan daha kötü bir pozisyonda olmayı ifade ediyor. Çünkü nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olunduğu bilinmekte, ona karşı ne yapılması gerektiği bilinmekte, ama sadece izleyen konumda kalma da tercih edilmektedir.
Neden belirtiyorum bunu, bir metaforla izah etmeye çalışacağım. Başkalarını öldürerek yaşayacağını sanan bir psikolojik vaka bulumaktadır. Bu katil, yüzlerce binlerce cinayet işlemiştir. Cinayetleri işlemeden önce onların ırzına da geçmektedir. Böyle korkunç bir tip bulunmaktadır. Nasıl oluyorsa siz de bir gün bu katille çıkmaz bir sokakta karşılaşıyorsunuz. Katilin elinde bıçak bulunmakta, kurbanları arasına sizi de ekleyeceğini söylemektedir. Siz bağırıyorsunuz, yardım etmeleri için insanları çağırıyorsunuz, ama kimse duymuyor ya da duymazlıktan geliyor. Ortada sadece siz ve katil varsınız. Irzınıza geçecek ve sonradan öldürecek sizi. Kan dökmek istiyor, çünkü bu biçimde ayakta kalıyor, o biçimde yaşayacağını söylüyor. Doğasının böyle olduğunu söylüyor ve sizin dışınızda hiçbir şeyin onun sizi öldürmesinin önünde engel olamayacağını söylüyor. Siz bu durumda ne yaparsınız?
Beni öldürme, sen yoluna, ben yoluma sözlerinin bir anlamı olmayacağı çok açık. Çünkü başından sizi öldüreceğini söylüyor. Kaçacak, göçecek yol yok, çıkmaz sokak, katil de çıkışın orta yerinde duruyor, elinde bıçak var ve size doğru ilerliyor. Bu durumda iki tercihin bulunmaktadır. Birincisi ve akla en mantıklı geleni, katile karşı koymak, yani direnmek. Ona karşı koyabileceğin bir araç, sopa, taş ya da başka bir şey bulup kendini savunman ve o sana vuracağına senin ona vurman ya da onu sana saldırır pozisyondan çıkartman. Refleksif olarak bile düşünülse bu yol akla yatkın gelmektedir. Canlının var olma istemi bunu gerekli kılar. Normal bir insanın kabul edemeyeceği ikinci yol ise tecavüz edilmeyi ve sonrasında öldürülmeyi kabul etmek olmaktadır. Yani boynunu katilin bıçağının altına uzatıp buyur beni öldür demektir. Herhalde birine sen bunu mu kabul edersin diye sorulduğunda kıyamet kopar, çünkü canlılar var olmak, kendilerini sürdürmek ve görünür kılmak ister. Dolayısıyla bu seçeneği hiç kimsenin ya da canlının kabul etmeyeceğini düşünüyoruz.
Örnek belki uç gelebilir, ama esasta şu anda AKP-MHP faşizmiyle Kürt toplumu arasında böyle bir sosyolojik durum bulunmaktadır. Belki AKP toplumu fiziki soykırımla yok etmeyi sınırlı düzeyde yapıyor, ama ahlaki yozlaşmayı geliştirerek, Kürtlüğü oluşturan değerlere saldırarak kültürel soykırımı tüm hızıyla sürdürerek soykırımdan daha kötü bir durum ortaya çıkarmış bulunuyor. Amed başta olmak üzere Dersim, Wan, Batman, Mardin, Şırnak, Hakkari, Bitlis ve bir bütün Kürdistan’da nasıl oluyor da sessiz kalınıyor, anlamak zor. Çocuklara tecavüz edenlere, bu tür olayların ortaya çıkmasına ve ahlaki çöküntünün yaratılmasına neden olan güce karşı kapsamlı bir direniş içine girilmiyor ve buna yapan güçten hesap sorulmuyorsa, bu durum kendisine sorun edilmiyorsa, o zaman hiç kimse kusura bakmasın, ama toplumda büyük bir yozlaşma ve çürüme yaşanıyor demektir. Dolayısıyla Kürtler bir yönüyle gelecekleri hakkında karar verecekleri bir kavşakta, bir dönüm noktasında bulunmaktadırlar. Ya Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında bu toplum kırıma, kültürel soykırıma dur deyip AKP-MHP faşizmine karşı birlik olarak elindeki araçları kullanıp kendilerini var eden değerleri korumayı ve direnmeyi tercih edecekler ya da bu saldırıları izleyerek sessiz kalıp birilerinin gelip kendisini kurtarmasını bekleyecekler.
Bir dış gücün gelip Kürtleri kurtaracağını sanmak ahmaklıktır. Çünkü 20. yüzyılda kurulan statüko zaten Kürtlerin inkarı ve imhası üzerine kuruluydu ve bu sistemin sahiplerinin kim olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla dış güçlere bel bağlamak, bir yönüyle kuzunun kurttan kurtuluşu beklemesi gibi bir durum olmaktadır.
Doğru olan, Mevlana’nın dediği gibi “ne ararsan kendinde ara” anlayışıyla hareket etmektir. Kürtler sorunu da çözümü de kendinde aramalıdırlar. Dolayısıyla kurtarıcı da kendileri olmaktadır. Evet, hareketler olur, partiler olur, askeri güçler olur, ama bunların esas olarak, topluma felsefi ve ideolojik olarak bir yaşam anlayışı; bu yaşamın inşa edilmesinin özü ve formu olan paradigma ve bu paradigmayı gerçekleştirecek örgütlü gücü yaratma rolü bulunmaktadır. Partiler ya da örgütler bu mekanizmayı kurmuşsa ya da varsa, geriye toplumun bu mekanizmanın stratejik yaklaşımı temelinde harekete geçmesi kalmaktadır. O da tabii ki toplumun sorumluluğunda olmaktadır.
Kuşkusuz Özgürlük Hareketi var ve her yönüyle halklaşmıştır. Gerilla soykırımcı sömürgeci AKP-MHP faşizmi karşısında kahramanca direniş göstermektedir. Zaten faşizm de Özgürlük Hareketini tasfiye edemeyeceğini gördükçe daha fazla topluma yönelmekte, ahlaki çöküntü yaratma temelinde toplumu güçsüz düşürmeyi ve gerillayı tasfiye etmeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla gerillaya katılımı arttırmak bu saldırılara bir cevap verme olarak görülebilir. Toplumsal hareketler geliştirmek bu saldırılara bir cevap olarak görülebilir. Bu sistemin dışına çıkıp kendi toplumsal sistemini kurmak ve korumak bu saldırılara bir cevap olarak görülebilir. Faşizmin baskı ve zor araçları çeşitlenmişse, direniş de aynı zenginlikte yöntemlerle geliştirilebilir. Bu temelde yaklaşılırsa insanlığın özlemi olan ahlaki ve demokratik toplum inşa edilmiş olur.
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA/Rohat BARAN