HABER MERKEZİ
Tüm evrenin ve insanlığın bir oluşum dili vardır. Her oluşumun başlangıcı hakikatini belirlemekte ve İnsanlığın başlangıcından beri gelişen oluşum dili aynı zamanda hakikatinin kendisi olmaktadır. Bu nedenle insanlığın hakikatini de başlangıcında aramak gerekiyor. Doğal toplum insanlaşmanın başladığı dönemdir. Bu dönemde bir hakikat arayışından söz edilemez. Çünkü hakikatin yitimi yoktur. Yaşam ahlaki-politik değerlerle yani hakikat ile yaşanmıştır. Baskı, sömürü, hırsızlık, gasp, yalan, iki yüzlülük, bencilik yaşamda kabul görülmediği gibi günah olarak ele alınmıştır. Topluma kadın gerçekliği yön vermiş ve ana kutsallığı etrafında eşitlikçi bir yaşam şekillenmiştir. Bu yaşam bir zihniyetin ve düşünüş tarzının sonucu gelişmiştir. Eşit ve özgür yaşam hakikat algısı olmaksızın gelişemez. Bunun için de doğru algılara ihtiyaç vardır. Çünkü hakikat doğru ve iyi olan her şeyin toplamıdır. Hakikatle yaşamak doğru ve iyi olanı algılamayı zorunlu kılar. Bu, yaşamın varlık koşulu olduğundan dolayı doğruya ve iyiye dayalı algıları değiştirmek çok zordur. Yok etmek ise adeta imkansızdır. Çünkü toplumsal var oluş sadece doğru ve iyinin algısı üzerinde yaşama şansına sahiptir.
Toplumu hakikatle buluşturan yaşam algıları ve onların gücüyle yaratılan ahlaki-politik değer yargıları olmuştur. Bu değer yargılarının direncinden dolayı insanlık tarihinin %99’u komünal yaşamıştır. Bu nedenle toplumsal sapma algıları çarpıtmaksızın gerçekleşemez. Hiyerarşik dönemle birlikte, toplumda ortaya çıkan çatlak zamanla iktidar olarak şekillenmiş ve doğruluğun algısında aşınmaların gelişmesine zemin sunmuştur. Bu aşınmalar zamanla üst üste yığılarak bir sapmaya dönüşmüş ve devleti toplumu doğurmuştur. Bu sapma kendi algılarını yaratmaksızın yaşam şansı bulamayacağından dolayı, devletli toplum inşacıları olan Sümer rahipleri, sahte algılar yaratmaya koyulurlar.
İşe zihniyet çarpıtmasıyla başlanmıştır. Toplum kutsallarıyla iç içe yaşarken kutsallıklar yaşamdan kopartılmış hükmeden konuma getirilmiştir. Artık tanrılar üstün varlıklar, insanlar ise onların kulları ve köleleri haline getirilirler. İnsanları ve doğayı kutsal ve tanrısal gören algı burada kırılmaya başlar. Burada görülmesi gereken asıl şey bütünlüğün parçalanmasıdır. Her şeye kutsallık atfeden anlayış bütünlüklü bir yaşam anlayışının sonucu olduğundan dolayı özgürlükçü bir yaşamın gelişmesine temel oluşturmuştur. Bu nedenle ancak bütünlüklü bir yaşamda hakikatten söz edilebilinir. Kutsallıkların parçalanmasıyla da algıda çarpıtmalar başlamış olur. Yaşamın bütünlüğünü oluşturan ahlaki ve politik değerler birer birer tersyüz edilmiştir. Öznelleştirilen tanrılarla iktidar algısı oluşturulurken devletli sistem, bu algıyla kendisine meşruiyet sağlayarak toplumun üstünde hüküm sürdürmüştür. Tanrı korkusu tüm yüreklerde oluşturulmuş, tanrıların tezahürü olan krallara ve mahiyetine sıradan insanların bakması bile yasaklanmıştır. İnsanların köle doğup tanrılara(efendilere)ait oldukları değişemez bir algı olarak ruhlarında, düşüncelerinde yer edinmiştir. Bu zamanla kader şeklini almış ve egemenlerin toplumu yönetmesine büyük kolaylık sağlamıştır.
Doğrunun algısını değiştirmek ve yerlerine yeni algılar yaratmak için yalan vazgeçilmeyen bir araç olmuştur. Hakikat doğru ve iyi olan her şeyin toplamıdır. Yaşama doğrunun tersi olan yalan ve entrika bulaştırılarak hakikat örtülmüştür. Tanrıların göklerde olduğu ve insanların yaşamları hakkında kararlar alıp uyguladıkları yalanı bekli de ilk yalan olarak ele alınabilir. Topluma bu şekilde ölümcül bir darbe indirilmiştir. Yalanın amacı bireysel çıkarlar olduğu için, toplumun komünal bütünlüğünü zayıflatırken güven duygusunun yitimine de sebep olmuştur. Toplumsal birliktelikler güven duygusu olmaksızın sağlıklı bir devamlılığın sahibi olamazlar. Yalan hızla yayılan bir hastalık gibi toplumun tüm gözeneklerine sinmektedir. Bir atasözünde doğru daha ayakkabılarının bağını bağlayana kadar, yalan dünyanın etrafında yedi tur döner denmesi boşuna değildir. Yalanla toplumun açıklık ve dürüstlük ilkeleri örtülürken sevgi, saygı, bağlılık, dayanışma, paylaşım, fedakarlık vb. değer yargıları anlam yitimine uğratılmıştır. Egemen sınıf bu zeminden yararlanıp en büyük yalanların merkezi ve sahibi olarak palazlanmıştır. Artık yapay algılarla yaratılan yalan bir yaşam inşa edilmeye başlanmıştır.
Toplumun asıl yön vereni olan kadın bu toplumsal çarpıtmaya karşı binlerce yıl direnmiştir. Ama bu direnişleri yalan entrika ve vahşi saldırılarla kırılırken kadın gerçeği tersyüz edilerek kötülüklerin kaynağı gibi gösterilmiştir. Tanrıça olarak algılanması şurada kalsın, üzerinde her türlü istismarın yapılabileceği meta durumuna indirgenmiştir. Kadın etrafında gelişen toplum ve onun ahlaki yapısı egemenler için tehlikeli görüldüğünden kadının toplumdaki algılanışı değiştirilmeye başlanmıştır. Tüm toplumda kadının farklı bir cins olduğu algısı yaygınlaştırılır. Bu farklılığın kaynağında ise kötülük ve zayıflığın olduğu uydurma mitolojilerle toplum zihniyetine yerleştirilir. Lilith ve Tiyamat, erkek egemen sisteme karşı direndikleri için kötülüğün sembolleri (cadılar), Havva ise zaafiyeti nedeniyle insanlığın cennetten kovulmasına neden gösterilerek zayıf ve sürekli erkeğin denetiminde kalması gereken kadın gerçeğini ifade etmektedir. Kadın artık sakat bir insan ve farklı bir varlık gibi ele alınır. Yaratılan bu toplumsal körlük beraberinde birçok toplumsal sorunu doğurmuştur. Cinsiyetçilik iktidarcı sistemin bir ideolojisi olmuş ve başlangıcından günümüze kadar derinleşerek toplumun tüm gözeneklerine sinmiştir. bu konuya dair Önderlikten bir alıntı konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Kadını sosyal ilişki yoğunluğu olarak incelemek sadece anlamlı değildir, aynı zamanda toplumsal kördüğümleri aşmak (çözümlemek) açısından da büyük önem taşır. Erkek egemen bakış bağışıklık kazandığı için, kadına ilişkin körlüğü kırmak bir nevi atomu parçalamak gibidir. Bu körlüğü kırmak büyük entelektüel çaba harcamayı ve egemen erkekliği yıkmayı gerektirir. Kadın cephesinde ise neredeyse varoluş tarzı haline getirilen ve aslında toplumsal olarak inşa edilmiş kadını da çözmek ve o denli yıkmak gerekir. Tüm özgürlük ve eşitlik mücadelelerinin, demokratik, ahlâki, politik ve sınıfsal mücadelelerin başarı veya başarısızlıklarında yaşanan hayal kırıklıkları (ütopya, program ve ilkelerin hayata geçirilemeyişi) kadın ile erkek arasındaki kırılmayan egemen (iktidarlı) ilişki biçiminin izlerini taşır.
Kapitalist sistem aşamasında ise algıları kirletmenin haddi hesabı yoktur. Medyasından- sinemasına, sporundan-sanatına ve tüm özel savaş araçlarına kadar doğal ve doğru algılar kirletilerek, çarpıtılmış algılar yaratılır. Adeta yaşamın tüm algıları kirletilmiş haldedir. Ahlaki-politik değerler tersyüz edilirken bencillik, bireycilik ve egoizm topluma yedirilir. Gelinen aşamada toplum yalan algılar yumağına dönüşmüş kapitalizmin pençesinde yok olmamak için adeta feryat figan çırpınmaktadır. Kapitalizm tarafından tüm toplumsal değerlere karşı özel bir savaş açılmıştır. İşkence gibi insanlık zihninin ve vicdanının kabul edemeyeceği bir vahşeti bile öylesine ustalıkla işleyip sanki toplumun korunması için gerekli bir uygulamaymış gibi topluma kabul ettirmiştir. Bunu birçok filimde dizide vb propaganda aracıyla işlemektedir. Örneğin; en çok işlenen konu, gözü dünmüş bir teröristin tüm bir şehri, ülkeyi, hatta dünyayı yok etmek için nükleer silahlarla saldırma girişimidir. Bu cani insanlık düşmanı kişinin engellenmesinin tek ve kaçınılmaz yolu ise işkenceyle konuşturulup bombanın yerinin öğrenilmesidir. Bu işkencede hem eylemcinin kendisi hem de onun duygusal bağla bağlı olduğu ailesi işkenceden geçirilir. Sonuçta bir avuç işkenceci insanlığın kurtarıcıları kahramanlar olurlar. Oysa insanlığı her gün yok eden kitle imha silahlarını üreten ve kullanan devletli sistemin kendisidir. Toplumun başına bela olan kapitalist moderniteden başkası değildir. En korkunç terörü anbean topluma uygulamaktadır. Toplumun tüm duyarlılıkları, değer yargıları köreltilerek adeta duyularının önüne bir tül çekilmektedir. Yukarıdaki örneği tüm toplumsal değerleri çarpıtmakta benzer şekilde kullanıyor. Böylelikle toplum düşmanlığını bir mantığa oturtarak insanlığa yediriyor. Sevgi, saygı, hoşgörü, paylaşım, dayanışma vb. temel değerler yine bu propaganda yöntemiyle ters yüz edilerek bencillik bireycilik öne çıkarılıyor. Bunun için de her sanatçının(alsında sanatla alakaları olmayan sanat ve toplum düşmanlarıdır) köşe yazarının, akademisyen vb. unvan sahiplerinin belirlenmiş görevleri vardır. Kapitalizm bu şekilde tüm topluma karşı savaş açmış bir özel savaş rejimidir. Toplumsal değerler var oldukça kapitalizm diken üzerinde olacak ve o değerlere saldırarak ya yok edecek ya da tersyüz ederek çarpıtacaktır. Bu nedenledir ki kapitalizmin saldırmadığı tek bir değer yargısı yoktur. İnsanlığın bağrında her gün patlayan bir atom bombasıdır. Bu denli saldırgan olmasının bir nedeni de tarih boyunca gelmiş geçmiş en zayıf ve kırılgan sistem olmasıdır. Ulaşılan teknik düzey maddi alanda birçok imkan tanısa da bir sistemin varlığını sürdürmesi için manevi kültüre gereksinim vardır. Kapitalizm manevi kültüre saldırarak aslında kendi sonunu da getirmiş oluyor. Çağımızda yaşanan bunalımın kaynağın da bu vardır. Kapitalizme karşı Ortadoğu da direnen gerçeklik manevi kültür gerçekliğidir. Tüm çarpıtmalara rağmen bu direniş asla bitirilemez. Bu direnişin bitmesi toplumun ve insanlığın bitişi anlamına gelecektir.
Çarpıtılmış algılardan arınmak hakikatle buluşmanın başlangıcıdır.
Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi