HABER MERKEZİ- Ali Haydar Kaytan’ın Kaleminden
“İnsanlık Kürtlerin nesini örnek alacak? Kürtlerin nesi insanlarda büyük heyecan yaratacak? İnsanlarda büyük heyecan yaratan sadece Kürtlerin kahramanlığı değildir. Kürt gerçekliğinde insanlarda heyecan yaratan kadının duruşudur, Özgürlük Hareketi içinde kadının oynadığı rol, kadının özgürlük mücadelesidir. Kendi öz gücüne dayanması, örgütlenmesi, ondaki büyük özgürlük tutkusu, bunun genelde bütün bir topluma yansıması, erkek üzerinde yarattığı etki, erkekte bir ölçüdeki arınma, özgürlük eğiliminin daha fazla giderek gelişme göstermesi, insanlık için büyük heyecan kaynağı oluyor.
Apoculuğun sınırlı bir uygulamasının bile yarattığı bu kadar değerli sonuçlar var. Bunlar görülebilen şeyler, bunları çok fazla kanıtlamaya da gerek yoktur. Fakat hala derinlikli bakışta zayıflıklar söz konusu olabiliyor. Yoksa en büyük devrim buradadır, yaratıcılık burada gelişiyor. Verili erkeğin zihniyetinin değişmesiyle özgürlükçü erkek açığa çıkartılabiliyor.
Önderlik boşuna “Erkeği Öldürmek” demedi. Kurulmuş bir erkeklik var, aynı şekilde kurulmuş bir kadınlık da var, köle bir kadınlık gerçeği de var. O yönüyle cihat gelişecekse, bizim o büyük cihadı bu alanda vermemiz lazım. Önderlik en büyük savaş “nefs savaşıdır” diyor. En büyük savaş kişinin kendi nefisiyle savaşıdır. Kendindeki benlik duygusuyla, egemenlik duygusuyla savaşımıdır. O açıdan bu savaşı bu alanlarda yoğunlaştırmamız lazım.
Düşünmenin çok basit yöntemleri var. Hepimiz bir kadından doğduk. Sonuçta ondan doğmak onun uzantısı, onun eki olmaktır. Peki, sen nasıl annenden üstün oluyorsun ki? Bu mümkün değildir. Ya “annenin hakkı ödenmez” söylemini bir tarafa atacaksın ya da onun doğruluğunu kabul edeceksin. O zaman onu bütün bir kadına yayacaksın. Buradan yola çıkıldığında gerçeği teslim etmek insana çok fazla zor gelmiyor.
İlk toplumsal yarılma kadınla erkek arasındaki yarılmadır
Sınıflaşma, toplumda derin bir yarılmanın ortaya çıkmasıdır. Parçalanmaya tekabül ediyor. Hakikat yitimi tam da uygarlığın doğuşuna denk düşüyor. Hakikat yitimi, parçalanmadır. En derin yarılmanın ortaya çıkışıdır. İlk insanlıktaki en büyük yarılma kadın ve erkek arasında ortaya çıkıyor. Kadın ve erkek arasındaki bütünlüğün parçalanmasıdır. Erkek, egemen duruma geçerken, kadın tarihin ilk ezilen cinsi, sınıfı ve ulusu olarak şekillenmeye başlıyor. Belki de bu anlamda ilk iktidar olgusuna da burada rastlanabilir.
İktidar karşıtlığı, iktidardan kopuş önemlidir. “İktidarın dışında kalmak en büyük saltanattır” denir. İktidar potansiyeline bakmak gerekiyor. İktidar ve özgürlük birbirini dışlayan gerçeklerdir. Ne kadar güçlü iktidar potansiyeli varsa o kadar özgürlükten uzaklaşma ihtimali var demektir. Bu nedenle özgürlüğe bağlılık, özgür yaşama bağlılık, iktidarla sürekli mücadele konumunda olmayı gerektirir.
İkincisi, bilinçle de bağlantılıdır. Aydınlanma, bizim iktidar potansiyelinin yoğunlaştığı zeminleri, daha güçlü bir biçimde görmemizi ve buna karşı mücadele etmemizi de sağlayabilir. Bu açıdan bireysel düzeyde sorgulamaların yanı sıra genel sorgulamalar da gereklidir.
Önderliğin “Evin içinde erkek iktidardır. Erkek, kadın üzerinde iktidardır. Kadın, çocuk üzerinde iktidardır. Çocuklar da büyüdüğünde bu geleneği tekrarlarlar” biçiminde belirlemeleri var. İktidar toplumun her kesimine sızıyor. Aile içerisinde bile her insana sızıyor. Sorun sadece erkekte de değil, belirgin olan odur ama tümünde o var.
Kölelik de doğrudan iktidarla bağlantılıdır. Bir yerde yaşam sevinci yoksa orada aslında dolaylı bir biçimde bir iktidar unsuru vardır. Sevinçli ve şiirsel yaşamın hakim kılınması gerekir. Bu yaşamı nasıl egemen kılabiliriz? Pozitif bakış açısını, pozitif duruşu, pozitif yaklaşımı nasıl hakim kılabiliriz? Zaten iktidardan kopmadan pozitif yaklaşımı egemen kılmak da çok kolay değildir. İktidar düşüncesinin gücü aynı zamanda özeleştiri önünde de en ciddi engeldir. Bu tür kişiler özeleştiriye kapalıdır. Özeleştiriye kapalılığı da iktidarın diğer ucu biçiminde ele almak gerekir. İktidarın olduğu yerde mutlaka kölelik vardır. İki zıt uçtur. İkisi bir arada bulunur. İktidarı bir sistematik olarak değerlendirmek gerekiyor. O sistemin dışına çıkmadı mı kölelikten ve iktidardan kurtulmak mümkün olmuyor.
Şöyle ifade edilebilir: İyi sınıf yok, İyi köle yok, iyi işçi yok, iyi serf yok. İşçilik, kölelik, serflik; üçü de kötüdür, üçü de köleliktir. “Yaşasın işçiler, yaşasın köleler!” denilemez. En iyisi o köleliğe karşı tavır almaktır. Bu da sistemin dışına çıkmak anlamına gelir. O nedenle, efendi-köle, serf-efendi, işçi-burjuva bunlar aynı sistematiğin içindedirler, birbirini tamamlarlar. Elbette aralarında çelişki var ama kendi efendilerini deviren bir sınıf yoktur.
Sınıflaşmanın kendisi bir düşüştür. İktidarın olduğu yerde insanın düşüşü vardır. İktidarın olduğu yerde bağımlılık ilişkisi var. Bağımlılık bizim bildiğimiz tarzda simbiyotik ilişki tarzında bir bağımlılık değildir. Bu açıdan bütün bu iktidar ilişkilerine karşı da ciddi bir mücadelenin yürütülmesi gerekiyor.
Evet, ilk toplumsal yarılma kadınla erkek arasındaki yarılmadır. Kadın genelde evin bakımıyla, çocukların bakımıyla ve toplayıcılıkla uğraşıyor. Daha sonra üretim, tarım, ekim işi, hayvan besleme çalışmalarındadır. Bütün bunların hepsi ekonomidir ve bu bağlamda ekonomi kadının elindedir. Bunların hepsi aynı zamanda barışçıl faaliyettir. Kadının bütün çalışmalarının, çabalarının merkezinde yer alan bütün işlerin hepsi barışçıldır. Toprağı ekme işi barışçıl bir faaliyet, ürün devşirme işi barışçıl bir faaliyettir, onun için doğası barış üzerine kuruludur. Ama erkeğin işi ise iki temel alanda ağırlıklı olarak yoğunlaşıyor. Biri klanı savunmadır, diğeri avcılıktır. Her ikisinde de öldürme ve yaralama var. Onu sürekli tekrarlanmasının yarattığı bir kültür var. Onun sonuçlarının tahrip ediciliği var. Daha sonra kişilik oluşumu, zihniyet oluşumunun kaynağında özellikle bu kültür var, bunun derinliğine sorgulanması gerekir. Avcılıkta öldürme olduğu için, duygudan uzaklaşma var. Kaçınılmaz olarak duygusal zekâ giderek geri plana itilir ya da tümden devreden çıkabilir. Avcılık ve savaş sanatı ağırlıklı olarak analitik zekâ üzerinde yoğunlaşmaya kadar götürebilir. Analitik zekâ, duygusal zekâdan koptuğu andan itibaren canavarlaşma ortaya çıkar. Bu açıdan ikisi arasında işbirliği veya ikisi arasındaki uyum çok önemlidir. Bir de avcılıkta tuzak ve hile var. Savaşta da hile, tuzak, pusu, kandırma vardır. Bir başkasını kandıracaksın, aldatacaksın ve pusuya düşüreceksin vuracaksın. Demek ki analitik akılda bu tarzda da bir yoğunlaşma var.
Daha önemli bir olgu, her öldürme benlik duygusunu biraz daha güçlendirir. Her öldürme ve yaralama, benlik duygusunu biraz daha büyütür. Benlik ise zaten toplumdan kopuştur, bencilliktir. Egemenlik düşüncesi, bu benlik duygusunun gelişimiyle ortaya çıkar. Hükmetme ilişkisi önemli bir ilişki haline gelir. Kaldı ki meslek olarak avcılıkta bazı özellikler vardır. Hiyerarşinin doğuşuna uygun bir ortam yaratıyor. Tecrübeli avcı emreder, plan yapar, iş bölümü yapar, tecrübesiz olanı görevlendirir, ‘sen şurayı tut der, sen burayı tut’ der. Bütün bunların hepsi bir hiyerarşi kurmaktır. Avcılıktan bir eşitsizlik ilişkisi doğar. Tecrübeli olan tecrübesiz olandan çok daha fazla bilgilidir, onun için o duygu bir hiyerarşiye götürür, bir kademeleşme oluşur. Sınıflaşmaya götüren zemin bile böyle ortaya çıkabilir. Süreç içerisinde bu farklı tarzda kimliğin şekillenmesine götürür. Kaynağında avcılık kültürü var. Bunu derinliğine sorgulamak lazım. El koyma, mülkiyet bile onunla bağlantılı olarak gelişebilir. Benlik duygusu sahip olmayı beraberinde getirir.
Toplumsallıkta oluş vardır, benlikte sahip olma vardır. Oluş ile sahip olma arasında dağlar kadar fark var. Birinde kişilik olarak kendini oluşturma var ama diğerinde ise sahip olma var. Avcılıkla beslenen, o tarzda kendisini geliştiren yetkinleşen erkek kimliği, sahip olma duygusunun da kendisinde geliştiği bir kimlik oluyor. Artık bir başkasının yarattığı değere el koyma tarzında yaklaşıma kadar gidebilir.
Tabi diğer etkenler de var. Başlangıçta anne bilinen bir şeydir. İnsan primatlardan ilk kopuşla birlikte annelik kurum olarak hep bilinen bir kurumdur. Ama erkeğin doğum olayındaki rolü belki milyonlarca yıl hiç bilinmiyor. Sonradan çok gecikmeli olarak fark ediliyor. Erkek yeni bir sistem kurmak istiyor veya sistemleşme daha çok şamanda, daha sonra rahipte görülüyor. Yeni bir erkek egemenlikli ideoloji oluşturmaya, yeni bir düşüncenin inşası ile sistem oluşturmaya kadar da gidebiliyor. Bu oluşturmanın önündeki en büyük engel kadındır. Çünkü kadın özü itibariyle aslında eşitlikçi, özgürlükçü sistemi anlatıyor. Kadını eşitlikçi, özgürlükçü toplumun, doğal toplumun sözcüsü, öncüsü, kurucusu hatta kendisi olarak görmek lazım. Bu sistemi aşmak için önce kadını aşmak zorundasın. Kadını düşürmedin mi yeni bir sistem kuramazsın.
Kadını düşürmek sistemi düşürmektir, onun için sorun sistemseldir. Başka nedenlerle değil tümüyle toplumsal nedenlerle kadını hedef alıyor. Böylelikle erkek egemenlikli bir toplumsallaşma yerleştirilmek isteniyor. Bizim açımızdan önemli olan nokta budur. Kadının bu biçimde hedeflendiğini görmek gerekiyor. Öncelikle Önder Apo, “evcil kadın düzeninden” söz ediyor. Evcillik burada evcilleşme anlamında değildir, eve benzeyen ama tam anlamıyla bu günkü ev diyemeyeceğimiz bir ev düzeni, bir yaşam düzenidir. Bu topluluk düzeninde ana, onun çocukları, onun kardeşleri kadın-erkek, onların çocuklarının olduğu geniş bir aile düşünülebilir. Bütün üretim araçları oradadır, o evcil düzende toplanıyor. Çocuklar o evcil düzene aittir ve tümüyle kadının yanındadır. Erkeğin yanında tek bir çocuk bile bulunamaz. En yararlı erkekler de o düzenin içindedir.
Kadın-erkek ilişkisinde dostluk büyük önem taşır, en yararlı kişi en iyi dosttur. Yararlılık ilişkisi önemlidir. Önderlikte buna özen gösteriyor ve en bilinçli, en örgütlü, en yaratıcı kişi Önderliğe en yakın kişidir. Önderliğin onu esas alması son derece doğaldır, bu ayrımcılık yapma anlamına gelmiyor. Toplumsallaşmayı ona dayandırmak anlamına geliyor, toplumsallaşmanın çelik çekirdeği biraz o tür kişilerden oluşabilir. Kadın da doğal olarak yararlılık ilkesine bakıyor, en yararlı erkekle en sağlıklı dostluk ilişkileri geliştiriyor. Kadının kurduğu evcil düzen, çalışkanlığa, üretkenliğe dayandığı için en çok üretici olanlar o sistem içerisinde yer alıyor. Önderlik “Kadının güçlü, yararlı, çalışkan, üretken erkeklere daha fazla ilgisini vermesi, diğer erkeklerin kıskançlığına yol açıyor” diyordu. Kıskançlık duygusu ürkütücü bir duygudur, herhalde mülkiyetle, bencillik duygusuyla bağlantılıdır, bu her konuda görülüyor. Sadece kadın-erkek ilişkilerinde ortaya çıkan bir durum değildir.
Hakikat yitimi toplumsal yarılmayla bağlantılıdır
Hakikatin yitimi toplumsal yarılmayla bağlantılı olduğuna göre, hakikatin hangi noktadan itibaren aşınmaya başladığını görmek büyük önem arz ediyor. Tabi kadının da direnişi var. Ama Önderlik “Aslanlaşan erkek, sığırlaşan kadın” biçiminde iki kavram üzerinde duruyor. Aslan sığırı yer, erkeğin bu yaklaşımı karşısında acaba kadının duruşu ne oldu? Sorgulanmaya değer. Önderlik onunla neyi anlatmaya çalıştı. Bir direnişin olduğu kesin. Mitolojide kadının büyük direndiğini gösteren mitolojik belgeler var, tanrıça İnanna destanı var. Sümer destanları bizim açımızdan da önemli tarihi belgelerdir. Bunları yorumlayarak sonuçlara ulaşmaya çalışıyoruz ki, bu konuda kesinlikler var. Ama yine de eksikliklerin ortaya çıkması olasılığı da var. İnsan sonuçta eksiklik yapabilir, yanılgılara düşebilir, tehlikeyi zamanında göremeyebilir. Bütün bunlar var ama duyarlılığın o zaman çok daha ilerde olduğunu, bugünküyle asla ölçülemeyeceğini bilmemizde de büyük yarar vardır.
Şunu fark ediyoruz: Erkek egemen düşünce, kişilik ve sisteminin başlangıcı, onun doğuş doğrultusundaki ilk adımları hakikatin de parçalanmaya, yitirilmeye başlandığı anlar olarak ele alınabilir. Dolayısıyla ilk toplumsal yarılma, kadınla erkek arasındaki yarılmadır ve bu yarılma da egemen konumda olan erkek, ezilen konumuna düşürülen ise kadın oluyor.
Hakikati yeniden inşa ederken en derinlikli sorgulanması gereken olguların başında erkek egemenliği gelir, çünkü devletten daha önceliklidir. Devlet ortaya çıkmadan önce de ataerkillik, erkek egemenliği vardır. Aslında devletleşmeye doğru götüren mantıkta erkek egemen mantıktır, onun zihniyetidir. Önder Apo, devleti “analitik aklın en lanetli ürünü” olarak tanımlar ama bu analitik akıl da erkek akıldır. Demek ki o da köklü bir zihniyet durumudur ve aşmak çok kolay olmuyor. Egemenlikten vazgeçmek çok kolay değil, hiç kimse egemenliğinden kolay vazgeçmiyor. Egemen, kendi gönül rızasıyla kendi egemenliğinden vazgeçmez. Ya çok derinliğine sorgulama yapar, kendine karşı cihat yürütür ya da bir başkası ona karşı savaşır, aştırır. Ama öyle gönüllü de olmuyor, gönüllü olarak egemenliğinden vazgeçmiş bir egemen sınıf yoktur. Kapitalistler vazgeçmiyorlar. Devlet öyle bir şeydir. Devlette eril aklın ürünü ve egemen erkeğin örgütüdür. O nedenle egemenlik düşüncesinin sorgulanması kesinlikle büyük önem taşıyor.
Önderlik, “Kadının özgürlük savaşı, anayurt savaşlarından çok daha değerlidir” diyor. Bu son derece önemli bir belirlemedir. Peki, kadın bu özgürlük savaşını kime karşı yürütecek? Sistem kimin sistemidir? Demek ki erkek egemen sisteme, erkek egemen zihniyete karşı direniş, anayurt uğruna direnişten çok daha değerlidir. Çünkü anayurdu kazansan bile öyle bir erkeklikle yine kaybedersin. Özü budur.
Kadına yabancılaşma, yaşama yabancılaşmadır
Kadına yapılan lanet var, yapılan hakaretler var, geliştirilen tanımlamalar var. “Saçı uzun aklı kısa” denir. Bu sonradan ortaya çıkan bir şey değil, belki de erkek aklın geliştirdiği ilk şeydir. ‘Kadının kötü olduğu, aslında şeytana yakın durduğu, hatta şeytanın kendisi olduğu’ vb. deniliyor. Yine “kadın şeytana pabucunu ters giydirir” ya da “Şeytan bile kadınla baş edemez” deniliyor. Bunların hepsi erkeğin yaratımıdır.
Şunu anlayabiliyorsunuz: Kadını kötülemeden ve kadının etrafındaki erkeği ikna etmeden, erkeği kadından, kadının sisteminden koparamazsın. Bunlar yeni gelişen şeyler değildir. Bunlar devletle de ortaya çıkan şeyler değil, çok daha öncesine ait olan yakıştırmalardır. Hakikat yitimi, kadına hakaretle başlar. Kadına yabancılaşma, yaşama yabancılaşmadır. Zaten hakikat yitimi de odur, yaşama yabancılaşmadır. Yaşamın anlamının kaybolmasıdır. Kadın nerede kaybolmaya ve kaybedilmeye başladıysa orada hakikat kaybedilmeye başladı, gerçeği budur. Bizim bu gerçeği kesinlikle teslim etmemiz gerekir. Dolayısıyla kaybedilenin bulunması, kaybedilenin kendi gerçeğiyle buluşması hakikatle buluşmadır, özgür yaşamla buluşmadır. Onun kazanması, insanlığın kazanmasıdır.
Kadının dünyası kutsallar dünyasıdır
Kadının dünyası kutsallar dünyasıdır. Bu kavram önemlidir. Yaratım, üretim, hayatın gelişmesi, hayatın kalitesinin yükselmesi, bütün bunların hepsi toplumsallığın gücünün daha fazla kutsanmasına götürür. Kadının ‘Star’ kimliğiyle, yıldızla sembolleştirilip, göğe tanrısal bir imge olarak yerleştirilmesi ve bu tarz bir mitoloji gösteriyor ki, bu bir kutsallıktır. Ama kutsallık sadece bununla sınırlı değil, kutsallık kadın toplumunda her şeyi kapsıyor. Erkekte kutsaldır, anlaşılmayan belki de odur. Kadın kutsal olunca erkek lanetli oluyor! Böyle değildir. Burası büyük önem taşıyor.
Kutsallığın kaynağında gıda var. Gıda kelimesi Sümercede “Kauta” anlamına geliyor. Dersim’de kauta buğdayla ilgilidir, gıdadır. Buğdayı sacda kızartıyorsunuz, o hem öyle yenir hem de onu öğütürsünüz, yağda kızartırsınız yersiniz. Ondan sonra ayrana ya da yoğurda katar yersiniz. Onun adı kauta’dir, gıdadır. Kauta kelimesi hem kutsal anlamına geliyor hem de gıda anlamına geliyor. Önder Apo Urfa Savunması’nda, “İnsanlıktaki algı şudur, en kutsal olan şey yaşamdır. Peki, o zaman yaşam kutsalsa yaşamın sürdürülmesine hizmet eden her şey kutsaldır, dolayısıyla gıda kutsaldır” diyor.
Yaşamın sürdürülmesine hizmet ettiği için insanlık gıdaya kutsallık atfediyor. Önderlik “üretimde kullanılan malzemelerin, her şeyin bir tanrısı vardır ya da kendisi tanrıdır. Çapanın, kazmanın, küreğin, el değirmenin, öküzün, suyun, şimşeğin kısacası her şeyin bir tanrısı var. Dolayısıyla her şey kutsaldır, erkek de kutsaldır. Zaten insan olarak kutsaldır ama bütün kutsalların üstünde bir kutsal var. Kadın hepsinin anasıdır, o hepsini kapsıyor” diyor.
Bunu anlamak çok zor değil ve orada bize kalan şeyler var. Gıdayı hala kutsal olarak görme yaklaşımı var. Botan’da çok daha belirgindir. Yakın döneme kadar Botan’da dinin etkisi öyle çok fazla yoktur. Hatta medreselerde yetişen öğrenciler ateizme çok daha yatkındır. Bizim mellelerimiz, Kürtlerin aydınlarıdır ve materyalizme çok yatkındırlar, bilgedirler. Kuzey’de Alevi kesim de öyledir. Daha Kuzey’de Êzidî Kürtlerinde de öyledir. Bizde animist etkiler çok daha güçlüdür. Doğayla uyum çok daha güçlüdür. Sayısız ziyaret var, nerdeyse her çeşmenin, her dağ gölünün, her dağ geçidinin kutsal sayılması, o doğanın kutsallığıyla bağlantılıdır.
Bir de Kürt kadını farklı bir kadındır. Neolitik devrim Aryen kadınının damgasını taşıyan bir devrimdir. Oradan yayılıyor ve bu devrimin kazanımlarını, sonuçlarını başkaları hazır alıyor. O açıdan bu boyutuyla da Kürt kadının kendi içinde bir özgünlüğü var. Bir de işin bu yanını görmemiz gerekir. Gelinen noktada şunu görmekte yarar var. Kürdün kaderiyle, kadının kaderi birdir. İkisinin kaderi birbirine veriliyor. Her ikisinin kurtuluşu da iç içe ve zaten devrimimizde bu temelde gelişiyor, bu da devrimimizin en güzel yanıdır.
İnsanı tanımak aynı zamanda kendimizi tanımaktır
Felsefe bir hakikate ulaşma yöntemidir. İnsanı araştırmalarımızın esas konusu yaparak, oradan hakikate ulaşmak önemlidir. “İnsan bir mikro-kozmostur” deniliyor. Önder Apo’nun deyişiyle, “Kuantum evreni yasaları işliyor. Ama aynı zamanda insan, makro-kozmos evrenin özelliklerini de kendisinde barındırıyor. Dolayısıyla her iki evrenin ortasında duran bir varlık oluyor. O açıdan da evreni ve kuantumu tanımak, bu çerçevede hakikati çözmek istiyorsan, öncelikle insanı çöz” diyor.
İnsandan hareket etmek, insandan yola çıkmak önemlidir. Bunun kendini bilmekle bağlantısı var, zaten kendini bilmek budur. Sonuçta herkes, hepimiz kendimizi öyle tarif ediyoruz. Kendimizi insan olarak tanımlıyoruz. İnsanı tanımak, aynı zamanda kendimizi tanımaktır. Kendimizden yola çıkarak kendimizi tanımak, evreni tanımaktır. Evrensel olanı, doğal olanı tanıyoruz. Hakikatin bilgisine, bilincine ulaşıyoruz, ona varıyoruz.
Bunlar sözle ifade edilebilir ama pratik olarak nasıl işliyor? Kendini tanıma konusunda ciddi bir çaba var mıdır? Özde kendini tanıma denilen şey nedir? Kendini tanıma da kendimizde neyi tanıyacağız? Kendimizde fark etmek istediğimiz şey nedir? Farkındalık dediğimiz şeyle neyi anlatmaya çalışıyoruz? Bunun özgürlükle bağlantısı nedir? Kendini tanıma, kendini bilmedir. Birileri “Ben kendimi biliyorum.” Bu tarzda “ben buyum” demek biraz da arabesk hal oluyor, aslında içselleşmiş köleliktir. Kendini bilmekten, tanımaktan kaçmanın bir yolu da budur. İlgi duymuyorsun, “boş ver, böyle gelmiş, böyle gider” diyorsun. İlgisizliğin kaynağında bu var. Sevgi ilgiyle, merak etmekle başlıyor. İlgi ve merak sevginin kaynağını oluşturuyor. Birine ilgi duymazsan, onu sevemezsin. İlgi duymak, merak etmek de onu tanımayla bağlantılıdır. Tanımadığın bir şeyi sevebilir misin? Hiç görmemişsin, tanımamışsın, duymamışsın. İnsan bir de çoğunlukla tanımadığı bir şeyden korkar, tanıdıkça sever.
Sevgi bir keşif olayıdır. Kendini tanıma, kendini keşfetme, kendini bilme, kendindeki evrensel gerçekliğini dilini bilme; bunlar önemlidir. Ancak bunlara ilgi duyulmuyor. Aşk hakikati ifade eden bir kavram ama aşk deyince ilk çağrışım çoğunlukla kadın-erkek ilişkisi olarak anlaşılır, oradaki sevgi çok da böyle değildir. Önder Apo aşkı tanımladı. “Aşk, evrenin oluşum dilinden duyulan büyük heyecandır” dedi. O zaman evrenin oluşum dili nedir? Bunun insanla bağlantısı nedir? Bu oluşum dilini nereden bakarak, nerede çözüyorsun? Evrenin bütün unsurları arasındaki ilişki nedir? Tamamlama ilişkisi ne demektir? Ki bütünlük, tamamlayıcılık ilkesi tamda aşkın kendisi değil midir?
Aşk o zaman evrenin bütün unsurları arasındaki ilişkidir. Böylesine bir ilişki var. Günümüzde aşk o kadar kirletilmiş ki, kirli bir sözcüğe dönüşmüş, cinsiyetçiliğin bu kadar kışkırtıldığı, hortlatıldığı, egemen kılındığı bir dünyada, iki insanın birbirlerinin adını bile öğrenmeden geçirdikleri birkaç saatlik birliktelikte ki ilişki biçimlerine aşk deniliyor, adını bile sormuyor. Oysa durum böyle değildir.
Günümüzde bilim hükmetmenin aracı olarak kullanılıyor
Günümüz toplumunda uzmanlar var. Bilgiyi en fazla ellerinde bulunduranlar anlamına geliyor. Bunlar kendi sahalarında bir bakıma da otoritedirler, aynı anlama gelmek üzere iktidardırlar. Diğerine göre daha fazla bilgi sahibi ve o bilgiyi kullanırlar. Bilgi iktidardır. Francis Bacon’ın çok işlediği temadır. “Bilim güçtür, bilim iktidardır” diyor ve en çok kullandığı kavramlar oluyor. Bilim hükmetmenin aracı olarak kullanılıyor. Bilimle iktidar bağlantısı net olarak görülebiliyor. Doğaya hakim olmak, doğaya hükmetmek temel hedef olarak ortaya konulunca, bunun bilgisi gerekiyor. Bu hükmetme bilgisine de ancak bilgiyle ulaşılmaktadır. Bilgiyle iktidar bağlantısı bu tarzda net olarak kuruluyor.
Oysa doğal toplumda ya da demokratik toplumda bilgi bir kutsallık alanıdır. Önderliğin deyişiyle, eğer toplumda bir kutsallıktan söz edilecekse, bu konuda önceliği bilime vermek gerekir ve ihtiyacı oranında da toplumun her üyesiyle paylaşılabilir.
Önemli olan bilginin paylaşılmasıdır. Paylaşma önemli bir kavramdır. Komünalizm paylaşmak demektir, komün yaşamı paylaşım, dayanışma üzerinde gelişen yaşamdır. “Bildiğini paylaş” temel ilke budur. Önderlik bunu şöyle belirtiyor. “Benim çocukluktan edindiğim temel ilkelerden biri oydu. Henüz o küçük yaşlarda 33 tane Kuran süresini ezberlemiştim ve çocuklara namaz kıldırıyordum. Çıkardığım sonuç şuydu: Yaptığın iş kolay bir şey değil, o zaman ulaştığın sonuçları bir başkasıyla paylaş…” Önderlikte paylaşma son derece nettir. Ulaştığı bütün her sonucu bir başkasıyla paylaşır. Temel eleştirisi esas itibariyle bu noktadadır. Bu açıdan paylaşımcılık çok önemli oluyor.
Bilgiyi paylaşmak, bilinci paylaşmak, bu temelde çoğalmayı esas almak önemli oluyor. Bizde bilgi, bilinç bir kelimeyi çoğaltma aracıdır, kendisini bir başkasında çoğaltma aracıdır. Kendinizdeki bilgiyi, birikimi bir başkasına aktardığınızda, kendinizi bir başkasında çoğaltıyorsunuz. Aslında onunla bütünleşmemiz de o tarzda gelişiyor.
Sınıflı toplumda belirgin olan özellik bilginin can alıcı kısımları bir başkasına verilmez. Hatta bazı bölümlerinde sırlar vardır. Sır biçiminde kalması gereken kısımlar o bilgiyi en üst düzeyde temsil eden kişide kalır. Bir hiyerarşi vardır. En üstteki, bilgiyi en çok tekelinde bulunduran, dolayısıyla bir kesimini de önemli ölçüde sır diye saklayan kişidir. Bilmeyle iktidar bağlantısı nettir, o rahatlıkla kurulabilir. Ama bizde böyle değildir. Bizde bilme özgürleşmedir, cehaletten çıkıştır, paylaşmadır. Dolayısıyla yeniden toplumsallaşmanın imkânlarının gelişmesi ve bu çerçevede toplumsallaşmada daha ileriye doğru adım atmadır. Bizim bilime, bilgiye, bilince yaklaşımımız esas itibariyle bu çerçevededir.
Kadının yaşamdan kopuşu yaşamın kaybedilmesidir
Önderlik kadından söz ederken “Benimle tartışan, benimle tartışma sırasında beni kendine hayran bırakan ve beni aşan bir kadın, benim ütopyamın en temel köşe taşlarından biridir” diyor. Erkekle tartışan, erkekle tartıştığında erkeği kendisine hayran bırakan, erkeği aşan; özlem bu olmalıdır, hizmet buna yapılmalıdır.
Tabi aynı zamanda şu da olmalıdır: Biz de tartışabilir konumda olmalıyız. Tartışabilen konumda olmak, büyük düşünce gücünü kendinde ortaya çıkarabilmek, yaratabilmek, bu konuda kendine güven duymak demektir. Ama bunu kadın cinsinde de görebilmek, onu büyük bir özleme dönüştürmek, yaşamın anlamını burada bulmak önemlidir.
Yine Önderlik, “Ben erkeğin tanrısallığına inanmadım ve inanmıyorum” dedi. Aynı şeyi kadın için söylemedi ve “Ben kadındaki tanrısallığa inanıyorum” dedi. Kadındaki yaratıcı potansiyele inandığını söyledi. “Jin” ile “jiyan” arasında bağ kurdu. Bu bir kültürdür. Kadın ve yaşamın nerdeyse özdeş kavramlar olarak kullanılması, adlandırmanın bu tarzda yapılması bile hayatın bu coğrafyada nasıl kurulduğunu gösteriyor. Bundan dolayıdır ki, kadının yaşamdan kopuşu, yaşamın kaybedilmesidir. Hakikat yaşamla ilgilidir ve kadının kayboluşu yaşamın kayboluşudur. Ürkütücü olan burasıdır.
Hakikat deyince hep olumluluk anlaşılır. Hakikatten söz ettiğinizde kavram olarak aklınıza hiç olumsuzluk gelmez. Devlet bir gerçektir ama devletin hakikati yoktur ve neredeyse içindeki hakikat payı sıfırdır. Dolayısıyla kadın ve yaşam hep içinde olumluluk taşıyan şeylerdir. Şunu kesinlikle kanıtlayabiliyoruz: Egemenlik duygusu ve düşüncesi, yine devlet ve iktidar düşüncesi ve olgusu kadının doğasından çıkmaz. Kadın doğası, kadın kişiliği bunlara kapalıdır. Kadın bunları üretmez ama bulaşabilir. Bakunin “iktidar tacını bir kadının başına yerleştirin 24 saat içinde o da bozulur” diyor. Böyle olabilir. Demek ki, kadın da devlete ve iktidara bulaşabilir. Ama sonuçta bulaştığı şey erkek zihniyeti olur, erkek egemenliği olur, onun bir parçası haline gelir. Olan şey yine kadınlıktan ve onun doğasından uzaklaşma olur. Sonuçta bulaşılan suç, erkeğin suçu olur. Böyle bir şey var. Buradan da bakmak gerekir.
PKK bir kadın partisidir
Hayat bu coğrafyada kuruldu, İnsanlık bu coğrafyada oluştu, uygarlığın bile bu coğrafyada temelleri atıldı ama bütün bunların hepsine kaynaklık eden kadındır. Onun kendisi büyük önem taşıyor. Kadının evreni, kadının dünyası kutsallıklar dünyasıdır. “Lanetin dünyası” dediğimiz dünya ise erkeğin kurduğu dünyadır. Firavunlar dünyası, Nemrutlar dünyası egemen erkeğin dünyasıdır. Oysa kadının dünyası, kutsallığın dünyasıdır. Kutsal ile lanetin çarpışması, özgür kadınlıkla egemen erkek arasındaki çarpışmadır. Böyle de bakılabilir. Biraz bu konularda tartışmaları derinleştirmek gerekiyor.
Bu yaşama bir bakıştır. PKK bu gerçekliği ortaya çıkardı. İnsana büyük heyecan veriyor. PKK’yi PKK yapan zaten budur.
Bir şeyi belirtmekte fayda var. Bazı şeyleri erkenden hissetmek önemlidir. Bir gün televizyonda PKK’nin kuruluş yıldönümü vesilesiyle yapılan programda “PKK bir kadın partisidir” dedim. “En alttakini en öne çıkarmak, en geridekini en öne almak, en alttakini en üste çıkarmak. Bütün devrimlerin amacı budur. Kadın en arkada ve en alttaki kesimdir. Dolayısıyla onu en öne ve en üste çıkarmak devrimin hedefidir. Bu anlamda “PKK kadın partisidir” dedim. Önderlik de o programa telefon ile katıldı “Evet, PKK kadın partisidir” dedi ve değerlendirmeyi daha farklı boyutlarda ele alıp çözümledi. “PKK bir kadın partisidir.” Bunu söyleyebilmek önemlidir.
O tarzda doğrulanmış olmak da insanın çok hoşuna gidiyor. İlk katılımlarda da hep öyleydi. Katılım dönemimizde hepimiz bireysel yoğunlaşıyor, okuyor ve araştırıyorduk. Sürekli taze düşünce üzerinde yoğunlaşma, teorik araştırma-inceleme yapıyorduk. Bazen Önderliğin karşısına gidiyorduk, Önderlik bizimle uzun uzun konuşuyordu ve bazı cümleler kuruyordu, arkadaşlar bir cümle yakalıyordu “ben de bunu düşündüm, bu cümle benim kafamın içinde de var, yazmışım veya not etmişim veya düşünmüşüm…” deniliyordu. Bu tarzda ortaklaşma, aynı şeyi yakalamış olmak insanda müthiş heyecan yaratıyordu. PKK böyle bir harekettir.
İlkeli olmak önemli ama dogmatizm, tutuculuk korkunç bir şeydir. Oysa tutuculuk demeyelim de erkek kişiliği çoğunlukla analizcidir, çözer, ayrıştırmacıdır. Fakat sentez oluşturan daha çok kadın kişiliğidir, birlikçidir. Kadın doğası birliğe çok daha yatkındır. Ayrıştıran, analiz eden daha çok erkektir. Analitik zekâ hep ön plandadır, böler, parçalar, eğilimi o doğrultudadır. Ama yine de birlik olabilmek için tabi ki ayrılıkları ortaya koymak lazım.
Önderliğin kadına yazdığı bir şiir var, orada “Aramızda bin yıllardır yükseltilmiş olan duvar var ve o duvarın yıkılması gerekir” diyor. Egemen erkeğin, kadınla erkek arasına ördüğü korkunç bir duvar var ve o duvarın mutlaka yıkılması gerekir. Lenin’in çok güzel bir cümlesi var, “Birleşebilmemiz için önce kendi ayrılıklarınızı ortaya koymanız gerekir” diyor. Nerde ayrılıyoruz? Kadınla erkeği ayıran, hatta birini yaşamdan kovmaya çalışan, dolayısıyla kendisi yaşamdan kovulan duruşu netleştirmek gerekir. Bu nasıl oluştu, nasıl ortaya çıktı? Bunun tespitiyle birlikte birlik doğrultusunda mücadele ortaya çıkartılabilir.
Özgürlük eğilimi bir tamamlanma eylemidir
Bir olmaya doğru yürümek istiyoruz, hakikat budur. Evrenle bir olmaya doğru yürüyüş, doğayla bir olmaya yürüyüş, kadınla bir olmaya doğru yürüyüş, onunla bütünleşme ve onda tamamlanma hali gerçek hakikattir. Özgürlük eğilimi bir tamamlanma eylemidir. Bir eksikliğini giderme eylemidir, kendini aşma eylemidir. Bireyin kendisini toplumda tamamlaması, toplumun kendini doğada ve evrende tamamlaması, erkeğin kendini kadında tamamlamasıdır. Çünkü tüme ve bütüne yakın olan kadındır.
Kişisel düşüncem şöyledir: Ben hep tüm olanı ‘maşuk’ eksik olanı ‘âşık’ biçiminde tanımlardım. Her özgürlük yürüyüşü tam olana doğrudur. Dolayısıyla eğer aşk bir kendini tamamlama eylemiyse, bir tam olana doğru yürüyüş haliyse o zaman her özgürlük yürüyüşü özgür kadına doğrudur, özgür kadının yüzüne doğrudur. Bu da çok anlamsız bir şey değildir. En azından teorik olarak böyledir. “Jin û Jiyan” diyorsak, yaşam ve kadın özdeşliği varsa ve “hakikat aşktır, aşk özgür yaşamdır” diyorsak, yürüyüşümüz özgür kadına doğrudur.
Bunlar bir gerçektir. Yoksa bizim sorunumuz değil diyorsanız, o zaman özgür yaşam diye bir sorununuz yoktur! Önderlik, “bu özgürlük sorunudur” diyor. Günümüzde sorun olarak ortaya çıkıyor, ama bu sorunu çözümlemek, özgürlüğü mümkün kılmak, imkan dahiline sokmak da böyle mümkün olabiliyor.
“Kadında duygusal zekâ yoğundur” deniliyor. Sanki erkekte de analitik zekâ daha fazla yoğundur demeye getiriliyor ve kadında analitik zekâ azdır anlamı çıkartılmaya çalışılıyor. Bu ayrım kesinlikle doğru değildir. Onun anlamı şudur. Yaşatan zekâ olarak, var eden, birliği sağlayan temel zekâ olarak duygusal zeka doğası gereği kadında çok daha yoğundur. Ama bu onda analitik zekânın düşük düzeyde olduğu anlamına gelmez. Neolitik devrim en büyük zihniyet devrimidir. O kadar büyük yeni keşifler ve icatlar ortaya çıkıyor ki, Gordon Childe şunu söylüyor. “Neolitik devrim sürecinde yapılan keşif ve icatlar ancak 18. ve 19. yüzyıl arasında yapılan keşif ve icatlarla karşılaştırılabilir.” O kadar büyüktür.
16. yüzyıla gelinceye kadar tarihin hiçbir dönemi neolitik dönemde yaratılan keşif ve icatlar boyutunda, keşif ve icatlara tanık olmamıştır. En büyük yaratıcılık dönemidir. Peki, buna kim damgasını vuruyor? Bu analitik zekânın da ürünü olan bir devrimdir. Neolitik devrim bir kadın devrimi ve belki de analitik zekâ boyutuyla da her iki zekânın el ele verip harikalar yaratması anlamında kadının bu konudaki gücünü çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor.
Doğayla uyumludur, doğaya kutsallık atfederek zarar vermeme, kendileri için en kutsal ilke durumundadır. Yine toplum zaten ana kadın etrafında örgütleniyor. Ana kadına dayalı toplumsal gerçeklik var. Klan toplumunun özelliği budur. O boyutuyla da kadın eksenlidir. Toplumsallaşma zaten ana kadın etrafında oluşuyor ve dayanışma güçlüdür.
Orda her şey birdir ve klanın her üyesinin, klandaki bir üyeyi korumak için gerektiğinde kendini tümden feda etmesi söz konusudur. Üyesini kendi dışına çıkmasına izin vermiyor veya kendisinden koparılmasına izin vermiyor. Bir üyesini korumak için, kendini tümden feda edebiliyor. Bu kadar bir birlik ruhu, anlayışı var.
Toplum, doğanın içinde farklı bir doğa olarak şekillenmeye denk düşüyor. Herhangi bir canlı topluluğu olmuyor, farklı bir doğa olarak şekilleniyor. Doğayla ilişki ve çelişki içerisinde bunu yapıyor. Doğadan tümüyle kopmuyor ama ondan farklılaşıyor ve yeni bir doğa olarak kendisini inşa ediyor. İnsan dışında kendisini bu tarzda farklı bir doğa olarak, doğa içerisinde inşa eden başka bir varlık yoktur. Belki de ikinci doğa, inşa edilmiş gerçekliğe denk düşüyor. Şunu biliyoruz. “Bütün toplumsal gerçeklikler, insan eliyle inşa edilmiş gerçekliklerdir.” Bu da büyük önem taşıyor.
Evrende var olan her canlı olgunun bir öznelliği var, içinde hareket ettiği yasası var. Bu boyutuyla ele aldığınızda aslında evrende yer alan her varlığın bir sezgiselliği var. Her varlıkta bir özgürlük eğilimi var ve bu zaten canlı olduğunu da ifade ediyor. Canlılık, sezgisellik ve özgürlük varlığın temel ve ayrılmaz özellikleri oluyor. Buna “öznellik” adı veriliyor. Öznellik kavramı tabi özneden türetiliyor. Kendi içinde yer aldığı evrensel gerçeklik içerisinde her bir varlık bir özne meydana getiriyor. Öznellikle, özne olmak arasında da bağ vardır. “Yasallık” kavramı önemlidir. Önderlik, “yasasız, yöntemsiz evren olamaz” diyor. Katı yasallık söz konusu değildir. Önderlik bu tarz bir yasallığı ret ediyor, ama “yasasız da varlık olmaz” diyor.
Kuraldan yoksun, yasadan yoksun gelişme olmaz ama bilimin sözünü ettiği determinist yasallıkta söz konusu değildir. Önderlik, “yasasız evrenin varlığını düşünmüyorum” dedi. Bu açıdan da her varlığın yasallığı, içinde hareket ettiği bir öznelliği var. İçinde yer aldığı evrensel gerçeklikle olan ilişkileri, bağları var ama bu yasallık kendiliğinden oluşturulmuş, inşa edilmiş bir şey değildir. İnsan ise kendi yasallığını kendisi kuruyor, toplumsallığını kendisi inşa ediyor. Temel özelliği odur. Dolayısıyla yasallığı kendisi belirliyor, sonuçta toplumu ilgilendiren veya insanı ilgilendiren her türlü kuruluş, düşünceyle bağlantılı ve bu düşünce insanın eseri oluyor, onun bedenleşmesini ifade ediyor ama kuran insanın kendisi oluyor.
Bizim bugün savunduğumuz bir paradigma var, somut olarak bu paradigma özünde nasıl bir toplum öngördüğümüz, sağlıklı toplumun ne olduğuyla ilgilidir. “Demokratik Toplum, Ekolojik Toplum, Kadın Özgürlükçü Toplum” bunların toplamı olarak en sağlıklı toplum biçimidir. Özgür yaşam böyle bir toplumsal gerçeklikle birlikte mümkündür. Sağlıklı toplum, doğru toplum, özgür toplum budur. Kadına dayalı olacak, doğayla uyum içinde olacak ve demokratik olacak, çoklukların kendilerini özgürce ifade ettikleri ve birleşerek bir bütün oluşturdukları bir toplum olacak. İlk insanın algısında da özü itibariyle o vardır. Bütünlüklü düşünmemiz bu açıdan da önemlidir. Yeni paradigma, hakikat rejimiyle doğrudan bağlantılıdır. Nasıl bir toplum kurmamız gerektiğini bize gösteriyor. İnşa etmemiz gereken toplumun en temel doğal, tarihsel karakteristik özelliklerini bize çarpıcı bir biçimde gösteriyor.
Bizim paradigmamız Kadına dayalı toplumdur. Kadının güç olduğu, özgürleştiği, örgütlü güce ulaştığı toplumdur.”
Kaynak: Serxwebûn