HABER MERKEZİ
Din ve inançlar, genel olarak araştırmacılar tarafından tamamen erkek egemen bir alan olarak tanımlanmakta. Çünkü şöyle bir ön kabul var nasılsa tüm din ve inançlar zaten cinsiyetçidir. İnsanlık tarihinin dününden bu gününe dek tüm din ve inançların erkek egemen olduğu varsayılır. Peki, gerçekten böyle mi? Ya hepsi böyle değilse? Hatta buna karşı mücadele bayrağı açanlar varsa? Erkek egemen olmayan inançlar ve dinler olamaz mı? Neden? Sahiden din hep erkeklerin elinde, erkek egemenliğine mi hizmet etti? Kadınlar bu alanda yok muydu?
Din ve inançlar toplumların somut koşullarının soyut bir yansıması ise, toplumlar en başından bu yana hep sınıflı sömürü (maddeci bir radikal feminist olarak tarihte oluşan ilk sömürü sisteminin patriarka, ilk sınıfların kadın ve erkek sınıfları olduğunu belirtmekte özellikle fayda görüyorum) sistemleri ile mi var oldular? Sömürüsüz bir dönem hiç yaşanmadı mı?
Anaerkil bir sistem oldu mu? Olduysa anaerkil sistemde kadınlar erkeklerin emeklerini, bedenlerini, kimliklerini sömürmüşler miydi? Anaerkillik nasıl bir sistemdi? Anaerkil sistemin olduğuna dair çokça araştırma var ama anaerkilliğin erkekleri sömürdüğüne ilişkin hiçbir bulgu yok. O zaman bugün anaerkil kavramı ile ataerkil kavramlarının yüklendikleri anlam, kullanılışları ve temsil ettikleri sistem (ekonomik sistem) aynı mıdır? Değilse neden bu iki kavram birbirine denk ama zıt iki toplumsal sistemi ifade edecek şekilde kullanılmakta? Bunun kime, nasıl bir faydası var?
Kimi feminist antropologlar, tarihçiler, araştırmacılar anaerkil toplumun şimdiye dek anlatıldığının tersine kadınların egemen olup erkeklerin sömürüldüğü bir toplumu ifade etmediğini söylerler. Aksine anaerkil toplum için toplumu oluşturan herkesin birlikte ve adil yaşamasını sağlayan bir toplum olduğunu dillendirmekteler. Böyle olunca da ortada bir erk’in olmadığı, kadınların insanın devamını sağlamaktan, her türlü üretimdeki belirleyici aktifliğinden, kültürü üretip sürdürmeye, sadece doğurup büyütmekle kalmayıp hastalıklara karşı derman bulması ile ölüme karşı yaşamı uzatarak var edebilmesinden de kaynaklanarak toplumun moral değerlerini, inançlarını, müziğini, sanatını belirlemeye hak kazanmıştır. Bunları da kadınların iktidarını yaratıp onu ele geçirmek için değil, toplumun faydası ve toplumu bir arada yaşatabilmek için, toplumsal ihtiyaçlar çerçevesinde, kadınlara erkekler karşısında ayrıcalık tanımadan, ortakça yapabilmiştir.
Toplumun var edeni (doğuran tanrıça), insanların iyileştiricisi-yaşam süresini uzatan bilgesi (tıpçı-büyücüsü), toplumu bir arada tutabileni (kolektif gücü) olarak kadınlar ana- erkil toplum diye bildiğimiz ilk toplumun temel gücü idiler. Bu başat güç erkek, kadın herkesi erk’in olmadığı, kolektif, adil bir toplum şeklinde bin yıllarca var etti.
İşte bu toplumun inancı da toplumun somut durumundan çıkacaktı, onu yansıtacaktı. Var eden-doğuran ana tanrıçalar ve tanrıçalar, yanı sıra ana tanrıçalar tarafından var edilen tanrılar olacaktı. Onlara da çeşitli güçler, yetenekler verilecekti. Böylece tıpkı toplum gibi, ana tanrıçanın var ettiği tanrıça ve tanrılar dünyası da böylece oluşmuştu… Konuşan, yaşayan, eğlenen, dans eden, kızan, tutkuya kapılan, aşık olan, sevişen, kaygılanan, her şeyi doğuştan değil yaşayarak öğrenen tanrıçalar-tanrılar dünyası… Kutsal ama ulaşılmaz değil, kutsal ama insandan üstün değil, en belirgin özelliği ölümsüz olması. İnsan huylu tanrıça ve tanrılar… Ama onlar ölümsüz olacaktı. Ancak bu ölümsüzlük de insandan azade ve uzak değildi. İnsan, tanrıça ve tanrılardaki bu ölümsüzlüğe ulaşma aşkıyla bu- güne dek çabalayacak, sihir, büyü ile koyulduğu bu yolda bugün bilim ile araştırmalarını sürdürmeye devam edecekti. Bu konu çokça efsaneye, romana konu olacaktı.
İnsanın tanrıça-tanrıdaki bu ölümsüzlüğe imrenmesinin, ölümsüzlüğü kazanmasının kimi inançlara yansıdığına da tanıklık ediyoruz. Alevilik inancına göre ölüm yok- tur. Alevilikte Hakk’ın parçası olan insan, ölmez, çünkü Hakk ölmez, o ölümsüzdür. Devriye vardır, her defasında don (beden, varlık biçimi) değiştirerek, yeni bir donda (şekilde) var olacak herkes ve her şey.
Din-inançlar ile ilgili yapılacak araştırmalarda gerçeğe ulaşmak istiyorsak bugüne dek önümüze konan birçok araştırmadan, bilgiden de şüphe duymalıyız. Bilim ve iktidar arasındaki devasa ilişkiyi anımsayacak olursak, mevcut bilgilerin çok önemli bir kısmı gerçeği ifade etmekten öte iktidarları güçlendirmek, devamını sağlamak için üretilen bilgilerdir. Türkiye’deki mevcut iktidar Türklerin, erkeklerin, sermayenin ve İslam dininin iktidarı olduğundan ürettiği bilgiler bunları destekleyip güçlendiren bilgiler olacaktır. Bu nedenle hakikatle ilişkisi zayıf ya da hiç olmayacaktır.
Tüm bu alanlarda araştırma yapan araştırmacıların bunu unutmadan işlerini yapmaları elzemdir. Bu nedenle din ve inançlar konusunda araştırma yaparken mevcut soruların dışına, mevcut araştırma yöntem ve tekniklerinin dışına çıkmak faydalı olacaktır. Hele din ve inançlarda kadınların durumunu araştırıyorsanız işiniz daha da zor demektir. Çünkü temel kabul din ve inançların kadınlara pozitif anlamda kapalı olduğu, tüm din ve inançların cinsiyetçi olduğu yönündedir. Oysa din ve inançlar toplumun somut üretim koşullarının ürettiği manevi unsurlardır. Bir toplumda din, mevcut iktidar hangi sınıftansa ona göre şekillenir, onun ihtiyacını karşılayacak şekilde konumlanır
İnsanlık tarihinin ilk toplumsal biçiminin kolektif (anaerkil) olduğunu anımsarsak ve yine ilk sömürü sisteminin patriarkal sistem olduğunu (kadınlar sınıfı-erkekler sınıfı) anımsarsak kadınların etkin olduğu bu iki dönemde nasıl olur da din ve inançlarda kadınların etkin olamayacağına kanaat getirilebilir ki?
Çok uzatmadan şunu söylemek istiyorum. Bilimsel şüphe olmadan olmaz. Hayal etmeden hiç olmaz. Bugünün kabullerinden kopmadan, artık taşıdığı ilk kavramlara bile yabancılaşmış, ondan kopmuş, başkalaşmış kavramları bugünkü değiştirilmiş, çarptırılmış anlamlarından kurtarmadan, geçmişteki anlamlarını bulup oradan ilerlemeden olmaz. Yani bilimin sınıfsal (patriarkanın sınıfları kadın-erkek, kapitalizmin sınıfları işçi-patron) yanlarını unutmadan, önümüze konan her şeyi kabul etmememiz gerektiğini söylüyorum.
Bin yıllardır var olan erkek egemen sistemin insanlığın başından beri var olduğu tam bir erkeklik palavrası. Erkeklerin toplumu kadınlar ve erkekler diye sınıfsal açıdan ikiye böldüğü, patriarka adını verdiği bu ilk sömürü sisteminin kadınlar ve erkekler arasında süren binlerce yıllık savaşın sonunda kurulduğunu artık biliyoruz. Bu savaşın çok fazla cephesi vardı ve din-inançlar bu cephelerden en önemlilerindendi. Kadınlar sadece Mezopotamya ya da Orta Doğu’da değil, dünyanın hemen her yerinde bin yıllarca adil bir toplumu kurup idare ettiler, ardından bu toplumu yok etmek için ayaklanan erkeklere karşı hemen teslim olmadılar, binlerce yıl savaştılar.
Hal böyle olunca din ve inançlar alanını özellikle erkek tek tanrılı ve kitaplı dinlerin tekeline almak isteyen iktidarların aksine, erkek tek tanrılı, tekelci dinlerin dünkü çocuk olduklarını anımsatmakta ve evvelinin olduğunu sürekli olarak hatırlatmakta fayda var. Bilimi de bu erkeklikten ve tek tanrıcı tekelden kurtarmakta fayda var.
Din ve inançlar tarihine dönüp bakıldığında görülecektir ki orada kadınlar var ve çok önemli statülere sahipler çok uzun yıllar. Bu alanda toplumun kadınları erkeklerden daha üst konumlara koyduklarını görüyoruz. Ardından erkeklerin kadınların bu gücüne açtıkları savaşı, kadınlarınsa erkeklerin toplumu sömürüye doğru götürecek bu savaşa karşı açtıkları savaşı görüyoruz. Bu kanlı savaşların sonunda kadınların yenildiğini ama yok edilemediklerine tanıklık ediyoruz. Kadınlar bugün de kimi inançlarda erkeklere rağmen hala yerlerini koruyorlar.
Örneğin, kadim inançların var eden ana tanrıçalarının bir yansıması olarak bugün Alevilikteki Pir Anaları görüyoruz. Neyse ki hala Alevilikte olduğu gibi, teorik olsa da kadın erkek eşitliğini savunan inançlar mevcut.
İşte tüm bunlar anaerkil dediğimiz o kadim ve kadıncıl dönemden bugünlere dek kalan unsurlar, bugün yaşayan kimi inançların kökleri. Ve o kökler güçlenmek için kadınların mücadelesine gözlerini dikmiş bakıyor.
Alevilik inancında kadınların durumunu araştırdığım “Sır İçinde Sır Olanlar: Alevi Kadınlar” ve “Yol Kadındır” adlı kitapları çalışırken böyle uzun soluklu ve farklı sonuçlara ulaştım. Çok daha fazlasına ulaşmak mümkün. Yeter ki biz kadınlar gözlerimize bakan ana tanrıçaları, tanrıçaları ve Pir Anaları görebilelim.
Gülfer Akkaya