HABER MERKEZİ-
Eleştiri ve özeleştiri, gerçekleşmesi itibarıyla özde kişinin kendinde yaşadığı bir muhasebe olmakla birlikte, aynı zamanda aidiyet bağları olan herhangi topluluk içerisinde yaşananları da anlatmaktadır. Bu yönüyle insanlaşmayla/toplumsallaşmayla doğrudan bir ilişki içerisinde anlam kazanmaktadır.
Cemal Şêrîk’in Kaleminden…
Apocu Hareket’in eleştiri ve özeleştiriye dair temel yaklaşımının ne olduğu üzerine Önder Apo’nun yaptığı çözümleme ve değerlendirmeler bulunmaktadır. Bunlar tekrar tekrar okunduğunda, belirtmek istenilenlerin ne olduğu ve anlatılmak istenilenlerin ne anlama geldiği net anlaşılacak, doğrusunun ne olduğu da ancak o zaman bu tekrar okumalar sayesinde bilincine varılacaktır. Özellikle de mücadelenin ulaştığı düzey, özel ve kirli savaşın psikolojik savaş yöntemlerine dayalı saldırıları birçok şeyi net olarak göstermektedir. Önemli olan tüm bunlardan çıkarılacak sonuçların gereklerinin yerine getirilmesidir. Bu konuda doğru olanı, tekrar tekrar dile getirmekten bıkılmamalı ve ısrar edilmelidir. İçerisinde olunması gereken kararlılık da bunu gerektirmektedir. Ancak kararlılığın sadece var olanı tekrarlamak ve söylemek olmadığı da bilinmelidir. Bu noktada önemli olanın, gerekleri yerine getirildiğinde belirtilenlerin ötesine geçilerek, başarılmış olacağı akıllardan çıkarılmamalıdır.
Önder Apo’nun bir rehine olarak tutulduğu mutlak tecrit koşullarında yürüttüğü mücadele ve her gününü bir başlangıç haline getirdiği esas alındığında, eleştiri ve özeleştirinin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılmış olacaktır. Bu başarıldığında da, Önder Apo’nun “Vicdan Devrimi ve Zihniyet Devrimi” belirlemesi hayat bulacak, eleştiri ve özeleştiri arasındaki bağın kurulması olanaklı hale gelecektir. Bu bağın kurulması, kaçınılmaz olarak eleştiri ve özeleştirinin bir bilinç ve vicdan muhasebesi gerektirdiğinin farkına varılmasını sağlayacaktır.
Giriş mahiyetindeki bu kısa değerlendirmeyle birlikte, konunun önemi itibarıyla, bazı hususları daha da açımlamakta fayda var.
Eleştiri ve özeleştiri olmazsa olmazlardandır
Eleştiri ve özeleştiri farklı ifadelendirmeler olarak telaffuz edilseler de özünde anlatılmak istenenler itibarıyla insan bilincinde ve yaşamında günümüze kadar farklı kavramlarla dile getirilmiş olsa da, hep var ola gelmiştir. Hatta denilebilir ki, kökleri itibarıyla insanın toplum olarak kendini var etmesine kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Eleştiri ve özeleştiri, gerçekleşmesi itibarıyla özde kişinin kendinde yaşadığı bir muhasebe olmakla birlikte, aynı zamanda aidiyet bağları olan herhangi topluluk içerisinde yaşananları da anlatmaktadır. Bu yönüyle insanlaşmayla/toplumsallaşmayla doğrudan bir ilişki içerisinde anlam kazanmaktadır. Dikkat edilirse, eldeki veri ve bilgilere göre doğada bulunan biyolojik varlıklar içerisinde, bilince ve tutuma dayalı karşılıklı sorgulama insan ve çoğul olarak insanlar arasında/içerisinde yaşanmaktadır. Yine eldeki bilgi ve verilere göre diğer biyolojik varlıklar arasında buna benzer bir ilişki biçimine rastlanmamaktadır.
İnsanın sahip olduğu bu ilişkilenme biçimi, düşüncenin ve dilin gelişmesinde en önemli aşama olan insanın çevresinde olup-bitene, yaşamına anlam vermeye ve bunu değişik biçimlerde ifadelendirmeye ve anlatmaya başlamasıyla birlikte kendini görünür kılmıştır. Eleştiri ve özeleştiri, bunlarla birlikte de insanın kendini var ettiği toplumsallık içerisinde ret ve kabuller biçiminde ifadelendirilmeye başlanılmıştır. Bu anlamda da eleştiri ve özeleştiri, insanın insan olarak kendini var kılmasının olmazsa olmazları arasında yerini almaktadır. Burada anlaşılması gereken, insanın diğer biyolojik varlıklardan olan farkını nasıl somutlaştırabildiğidir. İnsan dışında olan biyolojik varlıklar, var oldukları doğa üzerinde kendilerine sunulanlarla varlıklarını korurlarken, insan ise örgütlenmeye ve eyleme dayalı olarak kendini var eder. İnsan, biyolojik varlık olmakla birlikte asıl olarak belirtilen bu özellikler üzerinden de kendini var etmektedir. Daha somut olarak belirtmek gerekirse, insan; varlığını, yaşamını örgütlenme ve eyleme dayalı olarak inşa edendir.
İnşa kavramı burada önemli ve üzerinde dikkatle durmayı gerektirmektedir. Çünkü tekrar da olsa belirtmek gerekir ki inşa kavramı; bilinç, örgütlenme ve eyleme dayalı olarak kendini var etmeyi anlatmaktadır. Buradan yola çıkarak, bu ne kadar yapılabiliyor ve başarılabiliyorsa, o kadar insanlaşıldığını söylemek olanaklı hale gelmektedir. Bunun anlaşılabilmesi için de, insanın insanlaşma sürecinin doğru bilince çıkarılması gerekmektedir. Burada en çok dikkati çeken de insanın biyolojik varlık olarak diğer biyolojik varlıklarla birlikte ortak bir geçmişe sahip olması, özellikler taşıması ve on binlerce, hatta bunu kat be kat aşan süre bu özellikleriyle var olduğudur. Yine zamanla yaşanan evrimleşmeye bağlı olarak biyolojik varlıkların yaşadığı tür ayrışması içerisinde yer aldığıdır. İnsanlaşma ise, tüm bu yaşanmışlıklarla doğrudan bağlarla birlikte, doğasal olarak yaşananın dışında, doğa üzerinde bir biyolojik varlık olarak kendini var eden bir tür olarak; doğadan aldıklarının ötesinde kendi bilinci, örgütlenmesi ve eylemiyle bunu başarması ve yaşamına bu doğrultuda yön verir bir hale gelmiş olmasıdır. İnsanın bilince, örgütlenmeye ve eyleme dayalı olarak kendini var etmesi, anlamlaşması, toplumsallaşması böyle bir gerçekliğe dayanmaktadır. Toplumsallaşarak, diğer biyolojik varlıklardan ayrışan ya da o andan itibaren “insan” olarak tanınan biyolojik varlık, inşa ettiği yaşamı ve bu inşa içerisinde kendi yaşam biçimine yön veren ve yaptıklarıyla da kendi tarihini yazan düzeye gelmiştir. Ortak komünal yaşam ile birlikte gelişen toplumsal ilişki biçimlenişi de bu yazılan tarih içerisinde yerini almaktadır.
Komünal yaşam, insanların ortak yaşadığı, birlikte ürettiği, tükettiği, savunduğu, yönettiği ve kendi içerisinde ilişki düzenini belirlediği bir yaşam ve örgütlenme biçimidir. Eldeki veri ve bilgilere göre, insan tarihinin yaşadığı en uzun süre olan komünal yaşam ve onun örgütlenme biçimi kendi içerisinde temel yapı taşları da (“kurallar bütünü”) denilebilecek özellikler taşımaktadır. Ancak bu özellikler önceden belirlenen olmanın dışındadır. Kendi olmaya başlayan insanın insanlaşmayla birlikte edindiği özelliklerdendir. Bunlar, kendinden güçlü olan diğer biyolojik varlıklar ve karşılaştıkları afetler karşısında birlikte olmalarını, güçlerini bir arada tutmalarını zaruri kılan, yaşamsal maddi ihtiyaçların karşılanması, beslenme, güvenlik, barınma ve üreme gibi nedenlerle birlikte olmayı gerektiren özelliklerdir.
Komünal yaşamda toplumsal yasalar
Yaşamsal olan kurallar tüm bunlar içerisinde belirlenerek, insanın toplum olarak varlığını koruyabilmesi adına temel prensipler haline gelmişlerdir. “Yeteneğine göre iş yapma ve ihtiyacın oranında olandan alma”, “toplumsal yaşamın düzenlenmesinde toplum tarafından görevlendirilme ve rolünü oynayamaz hale geldiğinde görevden alınma”, “toplumsal yaşamın sürdürülmesinde, asıl söz sahibinin toplumun olması” gibi temel toplumsal yasalar hep bu temelde belirlenmiştir. Ve bunlarla ters düşüldüğünde ise yine söz sahibi toplumun kendisi olmaktadır. Burada belirlenen temel ölçü toplumsal yaşamın belirleyeni olan yasa-ahlakı, komünal yaşamdır. Böylesi bir yaşam “ayıpla/n/ma ve utanma” ikilemi üzerine kuruludur. “Toplum dışına itilme” en ağır yaptırım olmaktadır. Hedefinde, toplumsal ahlak ölçülerine bağlı kalınarak toplumsallığın korunması ve bunun dışına çıkanları yeniden toplumsal ahlak ölçülerine layık bireyler haline getirmek vardır. Ancak komünal yaşamın dışına çıkıldığında, yapılanın mahiyeti, neden olduğu tahribat ve oluşturduğu tehlike gibi durumlarda, verdiği zararın giderilebilirliği ve kasıt dikkate alınmaktadır. Bunun sonucunda da uyarı, kınama/ayıplama, toplum yaşamının dışına atma gibi yaptırımlara başvurulmaktan da geri kalınmamaktadır.
Anlaşılacağı üzere, bugün “eleştiri-özeleştiri” gibi, devrimci, toplumsal yaşamın vazgeçilmezleri içerisinde yer alan kavramlar kaynağını hep bu “toplumsal ahlak” tanımlamasından almaktadır. Ve bu toplumsal ahlak, “kendini toplum olarak var eden insanlaşma” ile başlamış ve günümüze kadar gelmiştir. Daha çok da, sınıflı devletçi uygarlık sistemi dışında kalan ve kök toplum olma özelliklerini koruyan topluluklar içerisinde varlığını korumuştur. Hala dünyanın farklı coğrafyalarında; Amazon’da, Avustralya’da, Asya’nın derinliklerinde ve Afrika’nın sınıflaşma dışı kalmış, devlet toplumu haline gelmeyen kabile ve topluluklarında bu temel özelliklere rastlanmaktadır. Bizler açısından yakinen tanık olduğumuz, gördüğümüz, yaşadığımız Alevi inancına sahip olan insanlarımızın geleneklerinde ve yine dünyanın birçok yerinde farklı inanç ve klan-kabile yaşamının etkisinin görüldüğü topluluklarda bunları görmek mümkündür.
Eleştiri ve özeleştiri anlam yitimine uğratıldı
Günümüzde, toplumsal ahlakın temel ölçü olarak ele aldığı retler içerisinde yer alan ve karşılığında; uyarı, kınama, ayıpla/n/ma, toplum yaşamının dışına atılma gibi yaptırımlar karşısında işlerlik kazanan ilke ve ölçüler, komünal demokratik değerlere sahip, onları içerisinde taşıyan topluluklarda eleştiri ve özeleştiri olarak anlam, önem ve yerini korumaktadır. Ancak, komünal demokratik değerler ve toplumsal ahlak ölçülerinin dışında, eleştiri ve özeleştirinin anlam yitimine, başkalaşıma uğratıldığının da görülmesi gerekmektedir. Özellikle de toplum karşısında, toplum dışılığı temsil eden sınıflı devletçi uygarlık sistemi içerisinde bunun çok bariz bir şekilde görüldüğü belirtilebilir. Sınıflı-devletçi uygarlık sistemi, insanı toplum olarak var eden değerler üzerine kurulan tekeli, hegemonyayı ve toplum dışılığı anlatmaktadır. Kurulan bu tekel ve hegemonya içerisinde topluma ait olan bilinç bulunmamaktadır. Öyle ki, topluma ait olan tüm değerlerde olduğu gibi bilinç de sınıflı-devletçi uygarlık sistemi içerisinde başkalaşıma uğratılan değerler arasında yer almış, özünden saptırılarak; başkalaşıma/ yabancılaşmaya uğratılmış ve karşıtına dönüştürülmüştür. Ancak bu başkalaşım, sanıldığının aksine keskin bir kılıç darbesiyle koparılır gibi değil, süreç içerisinde gerçekleşmiş ve gerçekleşmeye devam etmektedir. Bu konunun daha derinlikli olarak anlaşılabilmesi için, bilincin en kurumsallaşmış biçimlerinden olan dinler üzerinde dikkatle durmanın gereği vardır. Çünkü ilk ortaya çıkışları itibarıyla dinlerin, toplum üzerindeki etkisi, tiranlığa, baskı ve zulme karşı bir pozisyon belirleyerek kendini bu temellere dayalı olarak örgütlendirmesindendir. Bu kadar güçlü ve etkili olmaları bunu gerekli kılmaktadır. Yaşanan böylesi bir gereklilik içerisinde dinler, topluma ait olan “ayıpla/n/ma ve utanmayı” ret etmemiştir. Yine insanı, toplum olarak var eden değerleri yok sayan davranışlar karşısında gösterilen tepkileri görmezden gelmemiştir. O nedenle de kullandığı kavramlar ve bunlara yüklenen anlamlar toplumsallığa yabancı değildir. Bu yönleriyle de toplum tarafından kabul görmesi anlaşılırdır. Ancak, burada yanılmamak gerekir. Çünkü dinler, toplum üzerinde kurduğu bu etkiye rağmen, topluma ait olan her şeyi olduğu gibi kabul etmemektedir. Kendi dönemlerinin özelliklerine göre o kavramlara anlam yüklemektedirler. Yine sınıflı devletçi uygarlık sistemi içerisinde en büyük ve etkili tekelin, dinler üzerine kurulduğunu unutmamak gerekir. Daha derinlikli olarak ele alındığında görülecektir ki, dinlerle birlikte toplum bilinci ve anlam gücü (algı) yeniden biçimlendirilmeye, yönlendirilmeye başlanmıştır. Eleştiri ve özeleştiri olarak anlam ifade eden; ayıpla/n/ma, utanma algısı/bilinci de anlam yitimine uğratılan değerler arasında yerini almıştır. İlk ele alışta ise, ayıpla/n/ma ve utanma yerine kullanılan kavramlar aynı ya da benzer bir anlam ifade ediyormuş görünse de hiç de öyle görüldüğü gibi değildir. “Günah işleme”, “tövbe etme” gibi sözcüklere yüklenen anlamlar tamamen böyle bir özellik taşımaktadır.
Birey, içerisinden çıktığı toplumsallığa nasıl yabancılaştırıldı?
“Ayıpla/n/ma-utanma”, “günah-tövbe” gibi kavramlara kendi zaman ve koşullarında yüklenen anlamlar arasında olan farklılıklar incelendiğinde, burada üzerinde durulan ya da dikkat çekilen, daha net bir şekilde anlaşılacaktır. Daha önce de belirtildiği gibi, “ayıpla/n/ma” ve “utanma” gibi kavramlar topluma ait değerlere aykırı düşüldüğünde yaşanılanları anlatırken, “günah” ve “tövbe” gibi kavramlar topluma ait olanlar üzerine kurulan tekele bağlı olarak oluşan sınıflı-devletçi uygarlık sistemine aidiyeti anlatmaktadır. Aralarındaki fark, öznelerin değişmiş olmasıdır. Daha yalın ifadeyle “ayıpla/n/ma” ve “utanmanın” öznesi olan toplumun ve onun parçası olanın yerini; özele ait olanın alması ve mülkiyetin el değiştirmesidir. Var olan bu ayrım, en temel özelliktir. Hatta denilebilir ki, her şeyin temelinde olandır. Çünkü, o güne kadar topluma ait olana, el konularak özelleştirilmiştir. Buna bağlı olarak da, o güne kadar kullanılan topluma ait olan ve ona yakın duran “günah” ve “tövbe” gibi kavramlar önce ödünç alınmış, ardından da özel mülkiyete ve ilişki biçimlerine göre anlam yitimine uğratılmışlardır. “Ayıpla/n/ma” ve “utanma” kavramları da bunlar arasında yerini almaktadır. Böylece topluma ait olanı yok sayan, kendine mal eden, yapılanın odağına kendini koyan, kendini esas alma gibi hallerin karşılığı olan “ayıplanma” ve bu hali yaşayanın yaşadığını fark ederek, ne anlama geldiğini bilince çıkarmasını anlatan “utanma” o güne kadar ifade ettiği anlamın yitimine uğratılmış ve onun yerine daha farklı bir anlamla yüklü kılınmıştır.
Bunun nasıl yaşandığı yakın tarihsel geçmişte ve hala korunan izleri ile belgelidir. Avustralya yerlisi olan Aborjinler, Amerika, Afrika gibi kıtalarda yaşayan yerli kabileler ve Asya’nın derinliklerinde yaşayan topluluklar, şehir uygarlığı ile bütünleşmemiş, doğal toplum yaşamının izlerini taşıyarak yaşamışlardır. Bu gibi topluluklar araştırma ve incelemelere ve verilere göre, toplumsallığı ifade eden bir şekilleniş ve davranış biçimlerini yaşarken/temsil ederken, sömürgeciler tarafından, özelleşen ilişki, davranış ve mülkiyet biçimleri içerisine çekilerek kontrollü bir şekilde kendilerine yabancılaştırılma sürecine alınmışlardır.
Asıl olarak da, kullanılan kavramların özlerinin boşaltılarak anlam değişikliğine uğratılması ile de bu topluluklar toplum dışılığı ifade eden bir yaşam biçimi ve ilişkisi içerisine çekilmiş ve bu yaşamı “yaşanır” kabul etmişlerdir. Bu yaşamın nasıl “yaşanır” hale geldiğini, bireyin içerisinden çıktığı toplumsallığa nasıl yabancılaştırıldığını, egemen güçlerin iktidar alanı haline gelen dinsel inanç sistemlerinin gelişim seyri içerisinde görmek mümkündür.
Ahlak felsefesi ve toplumsal yaşamın sorgulanması
Dinsel çıkışların ve kendilerini düşünsel ve kurumsal olarak bir sisteme kavuşturmaları ile kullanılan kavramların neden oldukları başkalaşımın yanı sıra, oradan felsefeye geçişte ara bir yerde duran “Ahlak felsefesinin” en somut örnekleri olarak Zerdüşt, Buda, Konfüçyüs ve Sokrates’in öğretilerinin de konuyla ilgili yönlerine değinmenin gereği vardır.
Konu uzmanları, bin yıllık tarihi (M.Ö. 500-M.S. 500) düşünce tarihinin en önemli dönemini “Felsefe dönemi” diye adlandırmaktadırlar. 3. Zerdüşt’ün M.Ö 628-M.Ö. 551 yılları arasında yaşadığına inanılmaktadır. Gotama Buda M.Ö. 563-483, Konfüçyüs M.Ö. 551-479 ve Sokrates M.Ö.469-399 gibi bin yıllık süre içerisinde yaşamışlardır. Değişik coğrafyalarda aynı döneme denk gelen felsefe alanındaki gelişmelerin, bir rastlantısallıktan öte, dinsel olan düşünsel yaklaşımın dışında, onu sorgulayan bir bakış açısıyla alakalı olduğu belirtilebilir. Felsefeye geçişe, göksel olana bakarak yaşama, yer yüzünde olup bitene izah getirmenin, anlam vermenin yerine; yer yüzünde olana varlık olarak anlam verme arayışının öncelenir kılınması olarak da yorum getirilebilir. Bu şekilde, felsefede, o güne kadar düşünsel olarak öne çıkan bakış açısının tersine, temel parametrelerin değişmesi olan bu bakış açısına göre; var oluşta madde mi yoksa düşünce mi önde gelir? sorusuna cevap aranırken, toplumsal yaşamda sistem ve insanlar arasındaki ilişki biçimi sorgulanmaya başlanmıştır. Ahlak felsefecileri olarak kabul edilen Zerdüşt, Buda, Konfüçyüs ve Sokrates’in öğretilerinde bunu görmek mümkündür.
Ahlak felsefesi içerisinde önemli bir yere sahip olan Zerdüşt, Buda, Konfüçyüs ve Sokrates’in dile getirdikleri her bir sözcük aynı zamanda toplumsal eleştiriciliğin temeli olarak da görebileceğimiz sorunlara işaret etmekte ve bununla da çözüm yolarına dikkat çekilmektedir. Bu yönüyle belirtmiş oldukları ve düşüncelerinin temeline oturttukları: “Kişinin yaratılıştan iyi olduğu”, “erdem ve mutluluğun kişinin kendisiyle yetinme ve gereksiz olandan uzak durma” ile yaşayabileceği, “geçmişi unutmadan onun taşıyanı olma ve yaşamın kaynağını buradan aldığının farkına varmanın anlamlı bir yaşamın bir sistem ve düzenin sağlanmasıyla olabileceği” ve “iyimser olma” gibi konularda dile getirdikleri fikirler, aynı zamanda toplumsal eleştiri ve özeleştiri olma gibi bir anlam ifade etmektedir. Dillendirdikleri, nasıl olunması, yapılması, yaşanmasına dair, o günkü koşullarda sahip oldukları din ve felsefe arasında kalan, buna göre özellikler taşıyan görüşler olmaktadır. Bu görüşlerde de tamamen bireysel olmanın dışına çıkılarak sorunların toplumsal olarak konuluşu ve çözümü ile yaşamın bu temelde düzenlenişi öngörülmektedir. Bunlar içerisinde Zerdüşt’de çok daha belirgin olduğu haliyle bu düzenleniş, sadece toplum yaşamının düzenlenişi ile sınırlı kalmamıştır. Zerdüşt felsefesi, üzerinde var olunan/yaşanılan doğayla uyumlu yaşamı da içermektedir.
Elbette ahlak felsefesinin izleri felsefe dönemi içerisinde ve sonrasında da etkisini göstermiştir. Bu etki kendisini sadece düşünsel-felsefik boyutla sınırlandırmamıştır. Taşıdığı özellikler gereği olarak inançsal/dinsel/mezhepsel olanı da içerisine almaktadır. Êzidîlik, Yarsanlık, Alevilik oldukları gibi incelenmeleri halinde taşıdıkları özelliklere dünyanın farklı coğrafyalarında bulunan/yaşanan inanç/din ve mezheplerde de rastlanacaktır.
Eleştiri-özeleştiri yerine suç ve ceza geçirilmiştir
Kavramsal olarak ayıpla/n/ma-utanma kavramlarının ve eleştiri-özeleştiri yönteminin anlam yitiminin de ötesine geçmesi devlet ve hukuk içerisinde yaşanmıştır. Öyle ki, bu kavramların kullanılmasına ihtiyaç bile duyulmasının önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bunu yaparken de toplumsal olan özellikler tamamen yok sayılarak, onu çağrıştıracak olan kavramlardan imtina edilmiştir. Yerlerine ise özel mülkiyeti kutsayan; sınıflı-devletçi uygarlık sisteminin kavramları kullanılmaya başlanmıştır. Buna göre de birey ve toplumun devlet ve hukuk dışında iç muhasebe yaparak, karar alarak sorunlarına çözüm arayışı içerisine girmesi hem düşünsel hem de yasalar boyutuyla engellenir hale gelmiştir.
Suç ve ceza kavramları öne çıkarılmıştır. Bir nevi ayıpla/n/ma-utanma ve eleştiri-özeleştiri gibi toplumsallığı ifade eden ve yaşanan sorunların çözüm yolunu gösteren kavramlar yerine suç ve ceza geçirilmeye çalışılmıştır. Bu şekilde toplum ve birey arasında yaşanan sorunlar üçüncü bir tarafın tasarrufuna, yetki alanına girmiştir. Devletle dinin iç içe geçtiği, dinlerin devletlerin resmi ideolojisi haline getirilmesiyle birlikte M.S.5.yy Roma’sında ve M.S. 7.yy Arap topraklarında görüldüğü gibi, belirlenen suç ve cezaya ruhani bir özellik katmaktan geri kalınmamıştır. Bu yönüyle suç ve cezaya bir nevi devlet-hukuk ve dinin iç içe geçirildiği bir tanım getirilmiştir. Böylece toplum kendini yönetmenin, yaşadığı sorunları çözmenin ve kendi adına karar vermenin dışına çıkarılmıştır. Eğer bunun dışına çıkılırsa, yapılan eylem “ceza gerektiren bir suç olarak” kabul edilmiş olacaktır. Aynı şekilde dinler içerisindeki toplumsallığı çağrıştıran kavramlara yüklenen anlamların etkisini çağrıştıran izler bile silinerek özel mülkiyetin, iktidarın odakta olduğu kavramlar belirgin kılınmıştır. Komünal yaşamın ve ana kadının belirleyici olduğu Doğal Kök Toplum’da belirgin olan günah, sevap, tövbe, sevgi gibi kavramların da içi boşaltılmış farklı anlamlarla yüklü kılınmışlardır. Dayanışmanın, ortaklaşmanın, paylaşımın, hoşgörünün yerine erkek egemen zihniyetiyle; iktidar, çıkar ve menfaate dayalı maddiyatçı özellikler öne çıkarılmış hatta kutsanmıştır. Tövbe edilirken, günah çıkarılırken ölçü bunlar olmuştur.
Hallac-ı Mansur ve Giordano Buruno’nun yargılandığı mahkemelerde bunu çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Günahlar ve tövbeler mülkiyete, egemenliğe, erkeğe ve iktidara göre belirlenerek kurgulanmışlardır. Doğal Kök Toplum’daki komünal demokratik değerlerin, ahlaki ölçülerin, eşitlik ilkesine göre belirlenmiş olan toplum yaşamının, anacıl olanın yerini; kadın ve toplum üzerindeki sömürü, egemenlik, mülkiyet almış ve bu sömürü, egemenlik ve mülkiyete dokunulmazlık atfedilmiştir. Temel değer ve ölçüler bunlara göre belirlenmiştir. Esas ahlak ölçüleri olarak bunlar kabul edilmiştir.
Engizisyonlarda, Şeriat mahkemelerinde günah ve tövbe, toplumsallaşmanın temel ilkesinden biri olan ayıpla/n/ma ve utanma’dan çok uzaktadır. Ayıpla/n/ma ve utanma toplumsallığı güçlendirip bireyi topluma kazandırırken, günah ve tövbe toplumu sürüleştirmektedir.
Kapitalist modernite sistemi ile de dört başı mamur hale getirilen hukuk kurallarında ise, eleştiri ve özeleştiriye karşılık gelecek herhangi bir kavrama rastlanılması mümkün değildir. Sömürünün, erkeğin, mülkiyetin, iktidarın, devletin kutsallığı her yönüyle hakim bir düşünce ve asıl tema olarak kabul edilmiştir. Devletin tüm katılığını ve soğukluğunu onun hukukunda görmek mümkündür. Dinlerde tanrının affediciliği ve cezalandırıcılığı arasında göstermelik de olsa kurulan dengenin zerre kadar izine rastlamak olanaksız kılınmıştır. Böylece dinlerde toplumsallığı ifade eden eleştiri ve özeleştiriden uzaklaşma, devlet ve iktidar hukukunda “suç ve ceza” kapsamında bir yargılama ve cezalandırmayla tümden ortadan kaldırılmıştır.
Doğal-Kök Toplum özellikleri ile Sınıflı Uygarlık Sistemi arasındaki fark
Eleştiri ve özeleştiriyi hiçbir şekilde, “günah”, “tövbe”, “suç”, “ceza” derekesine indirgememek gerekiyor. Genellikle bu konuda yanılsama yaşandığına tanık olunmakta. Yaşanan bu yanılsamaya, Düz Çizgisel Tarih yaklaşımı ile Demokratik Uygarlık Toplumu (Doğal-Kök Toplum)ve Sınıflı-Devletçi Uygarlık Sistemini birbirinin devamı olarak görmenin neden olduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu yanılgılı yaklaşım; Doğal-Kök Toplum özellikleri ile Sınıflı-Devletçi Uygarlık Sistemi arasındaki farkın ve bunlar arasındaki mücadelenin nasıl yaşandığının yeterince anlaşılmasını engellemektedir. Buradan hareketle de kaba ve indirgemeci bir tarzda olayların, olguların öncesi ve sonrası arasındaki bağı; bir buğday tohumunun başağa durması ve başağın tohumun yadsıyanı haline gelmesi olarak ele almaktadırlar. Bunu yaparken toptancı bir mantığı esas almaları nedeniyle de olayların, olguların arasındaki farkın ayrımına varmada yanılgılara düşülmektedir.
Oluşum sürecinin ardından iç diyalektik bağlara kavuşan; atom, molekül, hücre veya herhangi bir canlı, tür ya da doğa olayı için bunu söylemek, kabul etmek mümkün olabilir. Ancak insan eliyle inşa olunan toplumsallık için bunu söylemek mümkün değildir. O nedenle de Demokratik Uygarlık Toplumu ile Sınıflı-Devletçi Uygarlık Sistemi aynılaştırılamaz. Nitelik ve olay, olgulara, kavramlara yüklenen anlamlara varıncaya kadar birbirlerinin karşısında farklılık arz ederler. Kendi iç sorunlarının çözümünde de bu farklılık geçerliliğini korumaktadır. Birinde kadın köleliği, özel mülkiyet, iktidar/devlet, toplumsal değerler üzerinde tekel kurmak, sömürü, egemenlik, sorunların kaynağı, çözümünde cezalandırma ve zor esas alınırken; diğerinde Ahlaki Politik Toplum olma temelinde: Özgür birey, anacıl olan, özgürlük, eşitlik, toplumsal mülkiyet, demokratik komün yaşamı ve ilişki biçimi, öz yönetim, öz savunma, sorunların çözümünde; bilinçlendirme, eğitim, ikna esas alınmaktadır. Hukuk-devlet ve dinin iç içe geçtiği Sınıflı Devletçi Uygarlık Sistemi ile Demokratik Uygarlık Toplumu içerisinde kullanılan kavramlar ve sorunlarına çözüm arayışları, bu temel ayrımlara göre anlam kazanmaktadır.
Bu belirleme, ayıpla/n/ma-utanma, eleştiri-özeleştiri, günah-tövbe, suç-ceza kavramları için de geçerlidir. Bunlar içerisinde de ayıpla/n/ma-utanma, eleştiri-özeleştiri komünal demokratik değerlerde temsilini bulurken, suç-ceza, Sınıflı Devletçi Uygarlık Sistemine aittir. Günah-tövbe de bunlar arasında bir yerde durmakta daha sonralarında ise Hukuk-Devlet ve dinin iç içe geçtiği Sınıflı-Devletçi Uygarlık Sistemi içerisinde anlam yitimine uğrayarak bu özelliğini yitirmiştir.
Önder Apo’nun sosyalizme yaklaşımı, statik olmanın ötesindedir
Apocu Hareket’in eleştiri ve özeleştiriye yaklaşımını belirleyen de bu temel ayrım noktası olmaktadır. Apocu Hareket’in ortaya çıkışı ve gelişiminde reel sosyalizmin düşünce kalıplarını referans alarak görüş oluşturmasına rağmen böyle bir yaklaşımı esas aldığını belirtmek gerekmektedir. Buna neden olan da Önder Apo’nun kişilik özellikleri ve düşünce yapısıdır. Önder Apo, neolitik dönemin başladığı uygarlıksal gelişmelere ev sahipliği yapan Urfa’da doğmuştur. Çocukluğundan itibaren yaşadığı gelişim içerisinde din dahil farklı düşünsel yapıların belirli etkilerini yaşamış ve arkadaşları içerisinde sürekli öne çıkan bir özelliğe sahip olmuştur. Sürekli olan arayışları onu hep var olanın ötesine yöneltmiş, mevcut olanla karşı karşıya getirmiştir. Bu şekilde çocukluğunda var olan arayışları ve geleneksel yapıya olan isyanı gençlik yıllarında da devam etmiştir. Ancak gençlik yıllarındaki arayışına, öncekilerine nazaran, o döneme damgasını vuran ideolojik ve siyasal eğilimler olmuştur. Bu arayışlar Kurdistanlı olma özellikleriyle birlikte, sosyalizmden yana bir doğrultu izlemiştir.
Ancak, Önder Apo’nun sosyalizme yaklaşımı, statik olmanın ötesindedir. Var olanı önce kabul eden değil, sorgulayan ve sorguladıkları arasında kendine en yakın gördüğüne ilgi duyan bir konumdadır. O günün koşullarında sosyalizmi savunan gruplar içerisinde tercihini buna göre yapmıştır. Tercihini yaptığı sosyalist gruplaşma ise Mahir Çayan’ın önderlik ettiği siyasal ve ideolojik eğilimdir. Bu eğilim statik olmaktan çok geleneksel solu ve reel sosyalizmi sorgulayan, diğerlerine nazaran daha aktif bir konumu temsil etmektedir. Bu yönüyle Önder Apo’nun arayışlarına en yakın olan konumdadır. Fakat Önder Apo’nun yaptığı bu tercih, arayışlarının tamamlanması anlamına gelmemektedir. Öne çıkan özelliklerinden olan arayışlarının sürekliliği, pratikleştirme gücü, onu tercihini yaptığı ideolojik ve siyasal eğilim içerisinde öne çıkarmıştır. Mahir Çayan ve yoldaşlarının 30 Mart 1972’de Kızıldere’de katledilmesine karşı Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yapılan protesto eylemi ve bunun bir sonucu olarak alındığı zindandan çıktıktan sonra üniversite gençliği içerisinde devrimci gençlik mücadelesinin toparlanmasında, örgütlenmesinde oynamış olduğu rol bunun bir göstergesidir.
Önder Apo, toparlanmasında öncülük ettiği devrimci gençlik mücadelesi içerisinde sürekli gelişimin önünü açan arayışlarına devam etmiştir. Bu arayışlarını reel sosyalizmden referans olarak aldığı düşünce ve yaklaşım biçimleriyle sınırlı tutmamıştır. Çocukluğundan beri var olan arayışlarının ona kazandırmış olduğu özellikleri; yaklaşım biçimini ve düşünce gücünü koruduğu gibi bu özellikleri O’nu, içerisinde yer aldığı mücadelenin etkin bir öğesi haline getirmiştir. Önder Apo’nun eleştiri ve özeleştiriye yaklaşımında da bu özelliği çok belirgin olarak öne çıkmıştır.
Önder Apo, daha zindandan çıkmadan önce, ne yapması gerektiği yönünde önemli sonuçlara ulaşmıştır. Yapacakları arasında, içerisinde yer aldığı devrimci mücadelenin ağır bir darbe yemesine neden olan eksik, yetersiz kalan yönlerin aşılması öncelik sıralamasında yerini almıştır. Öncülük ettiği mücadelenin benzeri bir akıbetle olası karşılaşılmasının tedbirini daha o zaman almıştır. Bu yaklaşım Önder Apo’da eleştiri ve özeleştirinin iç içe bir özellik taşıdığının en somut bir göstergesidir.
Yaşam arayışçısı ve örgütleyicisi olmak
Önder Apo’da eleştiri ve özeleştiri bununla da sınırlı kalmamıştır. Toplumsallığa bakışı, onu ele alışı reel sosyalist bakış açısından farklı olmuştur. Daha o zamandan itibaren pratikte reel sosyalist düşünce kalıplarının dışında bir yol izlemiştir. Bu yol alış içerisinde doğal toplum özellikleri, bu toplumsal özellikler içerisinde kaynağını neolitikten alan yönler belirgindir. Kapitalist Modernite yaşamı dışında komünal yaşam arayışçısı ve örgütleyicisi olmak, kendi toplumsallığını, davranış ve yaşam biçimlerini, ruhsal şekillenişini, tarzını, oluşturmak, belirgin olan bu yönler arasında yer almıştır. O zamanlar sol hareketlerin geleneksel gördüğü, önemsemediği birçok hususa dikkat etmiştir. Hatta bu özelliğinin öncülük ettiği mücadelede yer alanların bir yaşam biçimi haline gelmesini sağlamıştır. Bu yönüyle Neolitik’ten kaynağını alan ve bir yaşam biçimi olan toplumsallığın, kapitalist modernite koşulları içerisinde bir adacık görünümünde de olsa temsilini ve savunuculuğunu yapmıştır. Yaşam içerisindeki ret ve kabullerin belirlenmesinde bunun önemli bir yeri vardır. Önder Apo’nun, öncülük ettiği Apocu grubu, diğer sol, sosyalist hareketlerden ayıran en temel özelliklerinden biri de onun bu yönü olmuştur.
Apocu Hareket’in bu özelliği toplum içerisinde, örgütlenmede ve mücadelenin geliştirilmesinde ideolojik ve siyasal söylemden daha etkili bir rol oynamıştır. Apocu Hareket’in toplumsal olanı, onun ahlaki yaşamını ve tercihini kapitalist modernite sistemi dışında belirleyerek, yönünü tayin etmesi yaşanan tüm gelişmelerin önünü açmıştır.
6 Eylül 1978’de, Apocu Hareket’in merkezi yayın organı olan Serxwebûn’da yer alan hareketin Manifestosu olarak kabul edilen Kürdistan Devriminin Yolu’nda “utanma ” kavramına yüklenen anlam da bunu göstermektedir. Orada Önder Apo, “… bugün, bu halk bir “kadavra” gibi ortadadır. Bundan utanç duyuyoruz. Yine, bugün bu halkın düşmanlarının, bu halkın yurdunu kendi öz çiftlikleri gibi kullanmaları ve buna karşı “çaresiz” duruşumuz, bu utanç duygumuzu yüz kat daha artırıyor. Bütün bunlar neye yarar? Hıncımızı artırmaya ve halkımızın direnme tarihinin temelinde ve bilimsel sosyalizmin kılavuzluğunda gerçek kurtuluş yolumuzu çizmeye yarar. (Kürdistan Devriminin Yolu, Beşinci Baskı- Sayfa 11.) demektedir. Dikkat edilirse hiçbir sosyalist hareketin manifestosunda böyle bir kavrama yer verilmemekte, daha çok ideolojik, siyasal tahliller ve söylemler öne çıkarılmaktadır. Serxwebûn’da ise, onlarda olmayan yer almaktadır. Ve yapılan çıkışta ahlaki bir kavram olan “utanma” sözcüğüne yer verilmektedir.
Apocu Hareket’in gelişim seyri içerisinde, partileşme mücadelesinde bu kavrama yüklenen anlama bağlı kalınarak yola devam edilmiştir. Öyle ki, her Apocu kadro/militan günlük yaşamında ve yaptığı planlamalarda bunu kendisi için temel bir prensip haline getirmiştir. Önder Apo’nun sömürgeci soykırım sistemi içerisinde şekillenen Kürt gerçeğine karşı o kadar eleştirel olmasının asıl nedeni burada aranmalıdır. Dikkat edilirse Önder Apo hiçbir şekilde, sömürgeci soykırımcı sistem altında şekillenen, öyle bir yaşamı tercih eden “Kürtlüğe” övgülerde bulunmamıştır. En ağır eleştirilerde bulunarak, Kürtlüğün neye dayanması ve hangi özellikleri taşıması gerektiğinin üzerinde ısrarla durmuştur. Bu ısrarını da Kurdistan halk tarihinin direnişçi özelliğinin savunusu ve teslimiyetin, ihanetin, inkarın reddi, mahkumiyeti üzerinden şekillendirmiştir.
Önder Apo’nun , Apocu kadrolara ve örgütlü militan yapısına yaklaşımı ve eleştirileri bu temelde belirlenmiştir. Kadroların her günün bitiminde o günün sorgulamasını yapan, hata ve yetersizliklerinin öz eleştirisini önce kendisi veren ve ertesi gününü de yedek çalışmalarıyla planlayan bir iç disipline sahip olmaları da bunun bir göstergesidir. Bunun bir sonucu olarak o kısa zaman diliminde, pratiklerde daha az hatalı olunmuş, olan hataların da ciddi tahribatlar yaratmasının önüne geçilmiş ve başarılı olunmuştur.
Bugün bunun önemini ve doğruluğunu, Önder Apo’nun binlerce sayfayı bulan kişilik çözümlemeleri okunup, incelendiğinde çok net olarak görülecektir. Önder Apo yaptığı bu çözümlemelerde Kürt kişiliğini neredeyse yaşadığı yöreye, şekillendiği yaşama, yaş grubuna, ait olunan sınıf ve tabakaya, cinse varıncaya kadar analizlerini yapmış ve öne çıkan özellikler üzerinde durmuştur. Bunu yaparken toplumsallığa ve bu toplumsallık içerisinde Kürde ait olan ne varsa onu çok belirgin kılmış, Kürde ait olmayanların da deşifresini yapıp mahkum etmiştir. Bu temelde nasıl bir yaklaşım ve tutum içerisinde olunması gerektiğine ışık tutmuştur. Bu doğrultuda yürünüldüğünde ise kazanılacakların neler olduğunu göstermiştir. Yine Kürde ait olanla, ait olmayanın bir arada yaşamasının mümkün olmadığını belirterek, bundan kaçınılması gerektiğinin üzerinde ısrarla durmuştur.
Vicdan ve zihniyet devrimi
Önder Apo, Uluslararası Komplo sonrasında bu tutumundaki ısrara devam etmiştir. Rehine olarak tutulduğu İmralı’da içerisine alındığı mutlak tecrit koşullarında ülkesine, halkına, yoldaşlarına, şehitlere ve tüm dünya insanlığı karşısında duyduğu sorumluluğun gereklerini yerine getirmeyi her şeyin üzerinde tutmuştur. Vicdan ve zihniyet devriminde en somut ifadeye kavuşan eleştiri ve özeleştiri kavramları da böylesi bir gerçeklik içerisinde anlam kazanmaktadır.
Bu belirleme tarihsel bir hesaplaşma olduğu kadar, aynı zamanda tüm tarihe, insana ve topluma duyulan sorumluluğun da bir ifadesi olmaktadır. Bin bir emekle, yok oluşun eşiğine getirilen Kurdistan halkının bugün yakalamış olduğu “varlığını koruma ve özgürlüğü sağlama” mücadelesi karşısında duyulan sorumlulukla, böyle bir gerçeklik içerisinde yerini almaktadır.
Özgürlük mücadelesi süresince on binlerce şehit verilmiş, ağır işkence ve acılar yaşanmıştır. Sayısı milyonları bulan Kurdistanlı yerinden ve yurdundan edilerek, sömürgeci metropollerde, kentlerde aşağılanarak, en ağır koşullarda yaşamak zorunda bırakılmıştır. Her şeye rağmen dişe diş yürütülen mücadele ile bu saldırılara göğüs gerilerek büyük kazanımlar elde edilmiştir. Gelinen aşamada sömürgeci, soykırımcı, faşist TC’nin ve onun arkasında/yanında olan uluslararası küresel sermaye güçlerinin imha saldırıları her türlü devam etmektedir. Kurdistan halkını ölüm uykusundan uyandıran ve yol gösteren Önder Apo’ya karşı geliştirilen Uluslararası Komplo sürekli olarak güncel tutulmaktadır. Bunun bir sonucu olarak da Önder Apo içerisine alındığı rehinelik koşullarında, mutlak tecrit altında tutulmaktadır. Kurdistan halkına ve özgürlük gerillasına karşı imha ve soykırım saldırıları devam etmektedir. Tüm bu saldırılar karşısında, her şeyden önce bir vicdan muhasebesi ve ahlaki duruşun sahibi olmak gerekir.
Önder Apo’nun öne çıkartarak formüle ettiği vicdan ve zihniyet devrimi asıl olarak böyle bir gerçeklik içerisinde yerini bulmaktadır. Bu yönleriyle, Önder Apo çıkış noktasına her zaman bağlı kalmış ve hiçbir zaman kanıksanmış Kürt kişiliğini kabul etmemiştir. Kanıksanan Kürt kişiliğine sömürgeci, soykırımcı sistemin hakim olduğunu belirterek o tür kişiliği reddetmiştir. Önder Apo’nun savunduğu Kürt kişilik özelliği, bizzat kendisinin yeniden biçimlendirdiği ve öz soyunu neolitikten alan, bugün ise şehitlerde somutlaşan, Apocu kadroda, militanda olması ve oradan da topluma taşınması gereken kişilik özellikleridir. Bugün bu doğrultuda yürütülen Demokratik Ulusu İnşa Mücadelesi’nde önemli adımlar atılmış ve kazanımlar sağlanmıştır.
Apocu Hareket, yarım asrı geçen mücadele pratiği ile doğrulanmıştır. Günümüzde eleştiri ve özeleştirinin temel dayanakları ve ölçülerinin de buna göre belirlenmesi gerekmektedir.
Kaynak: Serxwebûn