HABER MERKEZİ – Beni Bağışlayın… Bu yazıyı yazmadan, bu sözleri söylemeden hiçbir yere gidemeyeceğimin farkındayım. Zagros’a doğru yola çıkmak üzere olduğum şu anda ilk adımı bir türlü atamayışımın tek nedeninin de bu olduğunun farkındayım. Bir şeylerin henüz tamamlanmamasından, yarım kalmasından çok yanlış yazılmasından, okunmasından, söylenmesindendir bütün rahatsızlığım. Kimseye söyleyemediğim göğsümün orta yerindeki bu gizli ağrıdan dolayı bir gün daha erteledim yolculuğumu. Bu sabah kalktım ve yine hayata başlayamadım, soğuk suyun her sabahki serinliğini duyamadım. Bunu yapmazsam, içimdeki bu sözleri aktarmazsam bundan sonra hiçbir dağ pınarının serinliğini tadamayacağımı, hiçbir bir yabanarmudunun tadını alamayacağımı, hiçbir kuşun ötüşünü duyamayacağımı biliyorum. Günlerdir kalbimdeki bu sancı ile kıvranıyorum. Durumum içimde bir hainin bulunduğu bir çatışmaya benziyor. Bir yanım kendimden kurtulmak için uğraşırken, diğer yanım her şeyi sahipleniyor. Bir yanım susarken diğer yanım konuşmak istiyor. Bir yanım sessiz, diğer yanım haykırıyor. Şuan vicdanımın tartışmasını dinleyen insanım.
Yabancılaşmanın, insana ve doğaya, hepsinin ötesinde kendime yabancılaşmanın başladığı o hazin noktadayım. Hangisine izin vereceğim, hangisi içine alıp gidecek beni. Bütün bir geleneğe uyup benim diyorum, ama doğanın gerçeğe çağıran sesi senin de ötende diyor. Öylesine zayıfım ki, o karadutun hışırtılarını duymasam, başımın üzerinden tüm neşesiyle geçen ağaçkakanı görmesem, terimi yalayan o serin rüzgarı hissetmesem, neredeyse kapılıp gideceğim yalan nehrine, bir anda düşeceğim yabancılığın çukuruna. Bir anda doğa bitecek, işleyen çarkların duygusuz dönmelerine sürükleneceğim. Hangisini tercih edeceğim? Daha fazla erteleyemeyeceğim bir eşikteyim… Böyle zamanlarda birbirine zıt iki yol ilerler önümüzde. Tam orta yerinde dururuz. Yönlerin biri doğuyu gösteriyorsa, diğeri batıyı gösterir. Yolların biri yükseliyorsa diğeri alçalır. Bir şey bizi dibe çeker, diğeri gökyüzüne uçurur. İşte acımasız dünya budur ve bizim elimizde ise bir tek vicdan vardır. Artık, o şarkılar söyleyerek aklımı çelen, hiçbir zaman cesaret edemeyeceğim bu filme beni çeken, rüyalarımda bile göremeyeceğim bu armağanı bana veren faraşin yaylalarının küçük kızını anlatmanın zamanı geldi. İstemek asıl olansa, her şeyin başlangıcıysa ve en büyük güçse bu filmi kim istedi? Düşünmek insan olmaya giden yol ise, hiç kimsenin hatırından geçmezken, kim düşündü? Özgürlük mücadelemizin yaşadığı o karmaşanın orta yerinde sanat cüret etmekse, kim cüret etti? Gözyaşları içinde, ağlaya ağlaya kim Beritan ın filmini çekebiliriz, dedi? Bu ben değildim. Hiçbir zaman da öyle olamadım. Çok isterdim… Her film yönetmeniyle anılır. Filmi ortaya çıkaran bütün bir oluşum süreci yönetmenin yeteneği ve yaratıcılığı ile özdeşleşir. Çok uzaklardaki insanlar filmden aldıkları tadı yönetmene borçlu olduklarını düşünürler, bu gelenek böyle kurulmuştur. Ama Kürdistan dağlarında çekilen Beritan filmi yönetmenin eseri değildir. Yönetmen bu filmin sadece bir parçasıdır.
Ben bu filme bir yerden sonra girdim. En zor engeller aşıldıktan, o kahredici yalnızlık yaşandıktan ve bütün gözyaşları döküldükten sonra girdim. En kolay, en rahat sahnelere katıldım. Hiçbir kameranın görüntülemediği perde arkasını ben yaşamadım. Sevinçli Kürt kızının elinde kendinden büyük projesi ve kimsenin inanmadığı hayali ile kapı kapı dolaştığı, kapılardan çevrildiği, kapı eşiklerinde gözyaşlarını bıraktığı sahneleri ben yaşamadım. Onu dokunaklı hale getiren işte buydu, onu yücelten işte buydu ve beni bu filme sürükleyen işte buydu… Bilgi ve tecrübem faraşin yaylalarının o küçük kızından fazlaydı ve gelenek hesaplanabilir olanı yazıyordu. Hesabı yapılamayan duyguların sürükleyiciliğini yazacak hiçbir kalem olmadı. Ve hiç kimse doğru soruyu sormayı başaramadı. Faraşin yaylalarından onaltı yaşında sevinçli bir kız çocuğu iken dağlara çıkmış, memleketi Beytüşşebab ı saran Kato Dağlarında yıllarca gerillacılık yapmış, yaralanmış, vurulmuş, bıçaklanmış bu kadın imkânsıza, bu uçuruma tırmanmaya ve oradan bütün sevincimizle atlamaya bizi nasıl ikna etti, hala şaşarım. Bir döngüdür içine girdim ve film bir zaman sonra bana mal oluverdi. En ufak ayrıntılar asıl olurken, asıl olan ayrıntı oluverdi. Bir sahneyi oluşturmak, bir çerçeveyi kurmak, kamerayı doğru açıya yerleştirmek, oyuncunun duygusunu yaratmak en büyük maharet olarak düşünülürken, bunu ben bile düşünürken, buraya gelinceye kadar yaşanan o kahrı kim hatırlayabilirdi… Dağlarda bir film yapıldıysa bu yerleşik ölçülerle yapılmadı, bu böyle bilinmeli. Ve bunun değeri hesaplanacaksa hiç bir şekilde uygarlığın hesap makineleriyle ölçülemeyecektir. Belki şuan bende bunu anlatacak kadar güçlü değilim, ama gelecekte özgürlüğün çocuklarının her nesneyi ve her ilişkiyi hak ettiği yere yerleştireceklerine inanıyorum. Yeryüzünde kaybolan, bir toz gibi atmosfere dağılan öylesine çok insan emeği vardır ki, bir de bu kadının emeğiyse kimse hatırlamasa da olur. Alınıp satılır hale gelmiş olan emek, elle tuttuğumuz, gözle görebildiğimizin ötesinde değil midir. Asıl emek hesaplanamayanda, ölçülemeyende gizli değil midir… Karşılıksız sevmekten öteye emek var mıdır…
Şehit Halil Dağ