HABER MERKEZİ:
DİLZAR DÎLOK YAZDI…
Aşkı yüreğinin kâbesidir. Haktan gelir hakka gider. Yüreğinden taşan mana aşk olur, aşk ile yıkanır akar gider. Aşk iledir nefes alışı, hakkı söyleyişi aşk iledir. Hakikati söyleyişi aşkın kendisidir. Ve tüm eyleyişleri… Hepsi geleceğe bakar. Ufuklara…
Söz ibadettir onda. Yüreği kaynar durur, buharı söz olur dökülür dilinden. Uçar göğe, zamanın kendisi olur, aşk ehli gönüllerin hayallerine dokunur, iz bırakır, kapanmaz izler açar her yürekte.
Turnanın kanat izidir Aso.
Karıncanın ayak izidir.
Bir ırmaktır Aso, Zagros yamaçlarında çağıl çağıl akar.
Bir Fırat öfkesidir, metaneti derininde bir Dicle dinginliğidir.
Aso bir isyandır. Bir çığlıktır.
Kendisinden bize kalan bedeni, elleri, ayakları, gözleriyle bir çığlıktır.
Her türlü adaletsizliğe karşı çıkıştır Aso.
Yürek ehillerinin yüreklerine dokunmuş, her birinden bir soluk almıştır.
Aso ateşten bir libas giyinmiştir. O libasın üstüne bir yürek kuşanmıştır. O yüreği bir akılla, bir anlamla zırha büründürmüştür. Dili olur tüm ateşten yüreklerin, tüm anlam sahiplerinin, tüm fikir ehillerinin…
Aso’nun nefesi bizim soluğumuzdadır. Onun son nefesinin ucundan tutarız hep. Her nefesimiz onun son nefesidir. O sonsuzdur bizim soluk alışımızda.
Aso’nun ellerinde salkım salkım anlama kesilir evren. Gelir son nefesin mekanına süzülür bal kıvamında bir çığlık olur. Bir gül açar O’nun son nefesinde. Bir gonca gül, yetişir kızarır O’nun eyleminde. Öyle bir yetişir ki, tüm mekân, duvarlar, taşlar, eşyalar kızıl güller açar Aso’dan damla damla.
Derler ki, bülbül dikeni bilmez, gülü bilir. Göğsüne batan dikenle bir damla kanı düşer gülün üstüne. Gül o dem boyanır kızıla. Aso’nun damla damla kanı düşer bizim evrenimiz üzerine. Gül kızıla boyanırız. Gül açar yüzümüzde. Gözlerimiz kızıl bir gonca gül olur. Evren bir gülbahçesi olur, kan kızıl.
Şimdi çiçeklenmiş bir ufuktur O. Salkım salkım meyveye durmuş. Her bahar O’nu açar toprak, O’nu sular yağmurlar, güneş O’nu olgunlaştırır.
Gördüm O’nu.
Bir sonsuz ufku görür gibi…
Gördüm işte O’nu. Ve O’ndan geriye kalanları…
Ebedi bir bağ
Analar çocuklarını kendi kanından doğurur. İnsanın bir parmağı, eli ya da başka bir parçası koparsa, bir süre sonra onun olmaktan çıkar. Doğaya karışır ve herhangi bir madde gibi doğanın hamuruna katılıverir. Ama anayla çocuğun bağı böyle değil. Ananın parçası olan çocuk doğduktan sonra, ve göbek bağı kesilmesine, çoğunda çocuk fersah fersah uzağa gitmesine rağmen, anayla çocuk arasında kesilmeyen, koparılamayan ve ebedi bir bağ var.
Analar çocuklarını kan içinde doğurur ama hep bembeyaz hayal eder.
Çocuğun karnı doyuyor mu, aç açıkta mı, yeri sıcak mı, üstü başı temiz pak mı?.. Bitmeyen sorular, endişeler katarı anaların kabusudur. Ansızın aklına geliverir cevabı duygu dünyasında verilemeyen sorular. Öyle bir kancayı takar gibi kalbin orta yerine takılır. Acıtır. En hafifinden efkara sebebiyet verir. En güzel ve anlamlı olanın ana sevgisi gibi olması da bundan. Sevdiği ve kendi bütününü oluşturan bir varoluş bildiğine dair kaygı duymak. Gecenin apansız koyusunda, gündüzün ortasında ve daha başka zaman tanımlarında… Ansızın gelivermesi aklına. Aslında hiç gitmemesi. Hepsi bundan.
Analar çocuklarını her daim düşlerinde temizler, doyurur ve tertemiz bembeyaz bulutların üzerine, mavi göğün tam ortasına, sapsarı güneşin tam yanıbaşına yerleştiriverirler. Çocuğunun teri, kiri kokmaz anaya. Aşığa maşuğun cenazesinin kokmaması gibi. Kimsenin yanına yaklaşamadığı Rihmê’nin cesedinin Derweş’in babası Evdê’ye bahar kokularını getirmesi gibi.
Şimdi Aso Ferzad, şimdi Şervan Varto, ve şimdi Beritan Nurhaq Çiya analarının koynunda bir ceylan hatırasıdır. Bir acılı şarkı, bir ağır tarih yükü. Ve bir onur yükselişidir. Melek-i Tawus’tan bir telek, kâinatı bize anlatan bir can parçası. Bir parça hakikat.
Şimdi bağrına neyi bassın analar. Bağrına, ülkesi olmuş bedeninden bir parçayı mı bassın yarım kalmışlığın sonsuzluk hissiyle, yoksa bağrına bir yaralı ülkeyi mi bassın bir özgürlük umuduyla. Onura rağmen herhangi bir zaman kesitinin saramayacağı büyük yarayla, acıyla… Ve lakin başı dik.
Tüm anneler ve tüm babalar…
İşte… Her bir gerilla bir kutu sıkıştırılmış kemik acısıdır anaların kapanmayan kucağında. Tüm gerilla anaları, kolları iki yana açık o acıyı onurla kucaklamayı beklemektedir. Tüm analar Agit İpek’in anasıdır. Ve tüm babalar Hakan Arslan’ın babasıdır şimdi. Her biri yavru diye bağrına dertop olmuş bir torbayı basarlar. Dostların kazandıkları, düşmanın kaybettikleridir bağrına bastıkları. Bilirler ki o bağrına bastıkları umuttur, tarihtir, direniştir, iradedir, düşmana aman vermemektir. Düşmanın utancı, rezilliği, insanlık dışılığı ve hiçbir zaman başaramayacağının, bin zafer kazansa bile, bir anlam kazanamayacağının kanıtıdır.
O kucaklaşma anı, ebedi birlikteliğin bir evresidir. Göbek bağı kesilmişse dahi kopmadığı anasına, vuslatına kavuşmasıdır evladın.
Şimdi tüm analar bir kucaklaşmadır Aso’ya. Tüm kadınlar dünyanın en güzel anası olup bağrına basıyor Aso’yu. Aso’dan bize kalanları kucaklamaya açıyorlar bağırlarını…
Ve bizler, yoldaşları olarak, Ondan bize kalanları büyük bir onurla, acıyla ve borçluluk duygusuyla bağrımıza basıyoruz.
Özgürlük mücadelemizde anı anına süren görkemli direnişi anlatmak için tarihe bakıyoruz, kendimize, anamıza, toprağımıza ve tüm varlığımıza. Her varoluşta, her varlıkta, her zerrede bir anlam parçası bulmaya çalışıyoruz. Varsa bir zerre anlam, özgür, temiz, ve kendisi olabilen… Diyoruz “işte bu!”
Ve zerreden içre zerreyi bulmamız gerektiğini hissediyoruz.
Yüzümüzü Aso’ya dönüyoruz.
Aso bizim hakikatimiz. Bir parça ten, sonsuza yürüyen bir can.
Aso bir umut, ısrar. Ve bir aşk. Toprak ve köklerden yaprağa yürüyen bir can.
Kirmanşah’tan Muş Ovası’na kilometrelerce yol yürüdü Aso. On binlerce, yüz binlerce adım attı. Her adımında bir damla ter döktü, kendinden süzdüğü anlamları verdi toprağa. Hakikat odur ki, o toprağa verdiği ter damlaları yeşerip her baharla boy verecek. Aso Ferzadlar yeşerecek Kurdistan’ın bağrında her bahar. Her bahar bir daha doğacak O. Bir sonbahar günü aldığı bir canı, bin kere daha verecek bu toprak.
Aso, yürüdü genç yaşında. Fidan boyuyla güneşi yamacına aldı ve sınırları aştı, kendi ülkesinden yine kendi ülkesine. Telleri aşmak da zor ama beyninin içindeki telleri aşmak en zoru. Aso, en zor olanı başardı. Düştü yola.
Rojhilatê Kurdistan’dan çıktı yola. Torbasında tarih bilinci, kendi varlığına verdiği büyük anlam, özgürlük arayışı, toprak ve ülke aşkı, ve günyüzüne çıkaramadığı tüm arayışlarıyla yol aldı. Bu yüzyılda özgür ve onurlu bir Kurdistanlı olmanın PKK’de olmaktan başka yolunun olmadığını bildi. Ve geldi.
Yıl 2022.
Ve adım adım ilerledi sınır telleri boyunca ve Başurê Kurdistan’da PKK gerillalarının yanıbaşında durdu.
Şarkılar söyledi bize. Her dinlediğimizde an’dan çıkıp tarihe yolculuk ettiğimiz şarkılar söyledi. Elimizden tutup bizi ülkemizin kalbine götürdü, tarihin kızgın kesitlerine götürdü. “Jiyanê emro mefroşim, bo kirînî nanî sibey” dedi. “Ey hawreyan min rencderim, şoreşger û kolnadarim” dedi. Tarihin derinliklerinden süzülen anlamları yüreğinin güzelliğiyle yıkadı, ezgi kılıp verdi bize. Yaşamın ve Hawrê olmanın anlamını bir kez daha anlattı.
İçten, emekçi, hesapsız katıldı diyor yol arkadaşları. Katıldı da söz mü, kendini, benliğini, güzelliğini kattı Aso bu evrene. Anlamını kendinden damla damla kattı suyumuza, toprağımıza, havamıza ve bize…
Bu yüzyılın başında, iki yüzyılı birleştiren bir çağ döngüsü oldu Aso.
Yaşamı, tarihi, anlamı ve tüm bildiklerinin yüküyle beraber yeni bilmeler inşa etme kararlılığını koydu omuzlarına.
Bir zaman geçti. Aldı alacaklarını. Çölde bir Kays’ın su istemesi gibi “bilgi” dedi, Önder Apo’yu okudu, her okuduğunda özgür yaşamı inşa tasavvuruna bir yeni inşa ekledi. Her yoldaşında bir özgür dünya inşası gördü. Öyle ya Aso idi ve geleceğe bakıyordu.
Rojhilatê Kurdistan’ın bilinci
Ayak bastığı tüm dağ yamaçlarına kendinden bir parça bıraktı. Tüm yamaçlardan bir parça ülke aldı, sevdi ve bastı bağrına. Gerilla komutanı olmanın nasıl olacağını öğrendi, ve öğretti. Yaşadığı anlara büyük başarılar sığdırdı. En büyük başarısı, işte, o direnmek yaşamaktır diyen Aso’yu, o insan güzeli, o özgür dünyanın insanını yaratmak oldu.
Özgür Kurdistan direnişine, benliğini, kanını, canını kattı. Rojhilatê Kurdistan’ın direniş bilincini, tarihe anlam verişini, yurtseverliğini kattı. Gittiği her yere kendisiyle birlikte bir ülke götürdü.
Geçti bir zaman. Ve zamanın çok geçtiğini duyumsadı. Önder Apo ile yaşamanın, Ona yoldaş olmanın ve Onun okulunda öğrendiklerini yaşamsallaştırmanın telaşı sardı Aso’yu. Mücadelenin en sıcak alanlarında, en sıcak anlarında olma aşkı sardı tüm benliğini.
Ve yüzünü verdi Bakurê Kurdistan’a. Aşk sardı diyorum ya benliğini, doğrusu aşk ateşindeydi O. Bir ateş düşmüştü yüreğine. Öyle bir duyumsama. Öyle bir kaynayış, öyle fokur fokur bir yürek. Yüreğinden ve beyninden taşan anlamların kendini ifade edeceği mecralar bulma arzusu. Suyun akma arzusu, belki de benzer Aso’ya. Akamayınca… olmaz. Artık su olmaz, başka bir şey olur. Bir yaprağın yeşerme, bir gülün kızarma arzusu… gül kızarmayınca… olmaz. Kurumuş bir dal parçası olur, gül kurusu bile olamaz.
Zamanının geldiğine inandı. Yüreği… dolu dolu… ha taştı, ha taşacak… Aldı yüreğini avuçlarına ve kanat açtı kendi ülkesinden kendi ülkesine yine. Kuzeye gidiyordu ve hep yükseklerdeydi gözleri. Hiçbir zaman aşağı bakmadı. Her zaman gözleri, yüreği ve beyni yücelerdeydi. Tenezzül etmedi aşağıda olan hiçbir şeye. Eyvallah etmedi.
En güzel, en anlamlı, en derin ve en yüce olandaydı aklı. Aso’nun mayası, yüceliklerde-yüceliklerle karılmıştı. Zagrosların direngen yamaçlarında çocukluğunu geçirmiş, Kirmanşah’ın havasına, suyuna ve insanının yüreğine nakşedilmiş yüksek memleketlerin özgür insanlarının mayasını almıştı. Aso ile bir kez daha anladık ki, içimizde bazıları, insan türünün değil, göklerin, suyun, ateşin ve güneşin çocuğudur. Aso göklerin çocuğuydu. Benliği en yücelere göreydi. Kartal yavruları gibi. Yavru da olsa yükseklerdedir gözleri kartalların. Öyleydi Aso.
Ufukları görebilmek için de yüceliklerde olmak gerekirdi. Ve O, Aso olabilmek için, en geniş, uçsuz bucaksız Asolara ulaşabilmek için, en yücelerde olmak gerektiğine inandı, öyle bildi, öyle yaşadı.
Ve işte, bir zaman sonra indi ovaya. Zira hakikati anlatmayı, yaşamayı ve yaşatmayı dert edinmişti kendine. Enkidu’lara Agitçe bir tarih dersi vermenin zamanıydı. Ovaya indi, keskin bıçak gibi anlattı direnişi.
Aso’dan bize kalanlar…
Bir parça ten,
Ve bir dünya can…
Duvarlarda damla damla direniş izleri. Gül kızıl…
Silahı, raxtı, şarjörleri, kanıyla renklenmiş şarjör kılıfları…
Küçücük kağıtlara yazılmış büyük cihaz kod ve kanalları…
Tırnak makası, eski bir ince-siyah tarak, iki küçük L anahtarı, bir katlanabilen küçük makas, bir iki küçük pil duracell, bir cımbız, ve bir küçük ayna…
Ve Aso’dan bize kalan elyazısı…
Defterlere, kağıtlara yazılmış hatıralar değil, duvarlara yazılmış talimatlar. Bizi bir çağdan başka bir çağa götürecek olan.
“PKK bi Avareş çênebû, bi Avareş jî tune nabe.
Xayînan ra min nebûm yek.”
“Ya girîng heqîqeta mirin e. Jiyan jî bê mirin nabe.
Mirina min jî azadî dibe. Berxwedan Jiyane.”
“Bijî Rêber Apo”
“PKK’yî bûn rûmet e, di kitebê wî de teslîm bûn nîne.
Ez PKK me.”