HABER MERKEZİ – Yeni demokratik-ekolojik arayış, rijit, kesin sınıf, ulus ve devlet kategorilerinden hareket etmez. Umudunu salt geleceğe taşımaz. Kuru bir geçmiş inancına da dayanamaz. ‘Tarih ve gelenek neyse, günümüz ve gelecek odur’ büyük ilkesine göre düşünme ve davranmayı bilmek gerekir. TARİH VE GELENEĞİ NE KADAR DOĞRU BİLİYORSAN, GÜNÜMÜZ VE GELECEĞİ, BU TARİHİ İÇSELLEŞTİRDİĞİN DE ÜSTÜNE EKLEYECEĞİN KADAR DEĞİŞTİREBİLİR, DÖNÜŞTÜREBİLİRSİN. Değişim ve devrimin altın kuralı, bu büyük harfli formülün uygulanmasından geçer.
Ötekiyi tanımak, zihniyet dönüşümünde diğer önemli bir ilkesel yaklaşımı ifade eder. Firavunlaşma, yani kendini devletle tanrı yerine koyma, tüm siyasi hastalıkların özüdür ve karşısındakileri küçük, kul gibi görmeye zorlar. Günümüzde bu hastalık, Nemrutlar ve Firavunlar döneminden daha az yoğun yaşanmıyor. Dolayısıyla ötekiyi bir kul, etkisiz bir varlık gibi değil, eşit ve özgür bir diyalektik öğe olarak görmeyi gerektirir. Doğaya ve çevreye boş, şuursuz varlıklar olarak değil, evrensel yasaların ahengine göre yaşayan varlıklar olarak, ilkçağ insanının kutsallığı içinde bakmayı gerektirir. Bunlarla birlikte kanlı uygarlığın daha da içinden çıkılmaz hale getirdiği cinsellik, kadın, çocuk ve yaşlılara; sınıf, din ve tarikat gibi daha toplumsal kategorilere de aynı zihniyet perspektifinden yeni ve geliştirici bir yaklaşımı esas alır.
Eylem ve örgütlenmede zorunlu meşru savunma dışında zora başvurmaz. Büyük ayaklanmaları yöntem olarak seçmez. Bunu tümden reddetmese de, esas olarak bilinçle dolu toplum biçimlerini esas alır. ‘Ne kadar akıl-duygu gücü, o kadar toplum ve hareket gücü’ ilkesine bağlı olmak esastır. Duyguya dayanmayan aklı devletçi sosyalitenin acımasız bir kalıntısı sayar. Kadının duygu yüklü zekâsına çözümleyici yüce bir değer verir. Çocuk hayallerine en az akıllı bilgelerin düşünceleri kadar anlamlı yaklaşır. Yaşlıların tecrübelerine sürekli saygılı yaklaşır. Gençliğin coşkusundan hayatın hiçbir döneminde vazgeçmez. “İyi olan güzeldir, güzel olan iyidir. En gelişmiş zekâ ve türettiği kavramlar güzelliğin özünü oluşturur” ilkesel yaklaşımını esas alır. Yaşama gerekli coşkuyla yaklaşırken, ölümü yaşamın bir bedeli olarak görür ve yersiz korkuyla karşılamaz. Ne kadar anlamlı yaşamdan yanaysa, o kadar anlamsız ölüme karşıdır. Ölüme ancak anlamlı yaşamın gereği olduğunda cesaretle göğüs gerer.
İdeolojik sistem dönüşümümün ana çizgilerini böyle formüle etmek mümkündür. Şüphesiz bu yeni paradigma yaşama bundan sonra daha derinlikli, evren, doğa, toplum yasalarını görerek bakmak ve yaşamak anlamına gelir.
c- Yeni paradigma ile olgulara bakıldığında büyük bir farkı görmek mümkündür. Slogancı ve şematik düzeyi aşmamış sözün gücünü epey yitirdiği, pratik yaşamın kendiliğindenliğe kaydığı durgun ve anlamsız bir duruş sergileniyordu. Hemen her dünya görüşündeki köklü dönüşümlerin yol açtığı değişimlerin bir benzeri söz konusudur. Daha önceki zihniyetin anlam vermediği birçok gelişme adeta düşünce dünyama sağanak gibi yağıyordu. Duygu düzeyi düşmüş veya gelişmemiş kuru mantık yerine, söz-anlam-olgu arasındaki diyalektik çok canlı bir dünya sunuyordu. Neredeyse taşların bile bir aklı var, çok yavaş da olsa bu akıl, yasa özelliklerine göre yürüyordu. Doğa ve toplum arasındaki farklılıklar ve bağlılıklar büyük heyecan veriyordu. 20 milyar sanılan evren tarihini insanda gözlemek, aslında 60-70 yıllık ömrün izafiliğini de ortaya koyuyordu. Bu tür zaman saymalar yerine, önemli olanın anlam zamanı olduğu, ne kadar anladıysan o kadar yaşadığın gibi bir sonuç da çıkarmak mümkün oluyordu. Bu paradigma ile nereye, hangi olguya ne zaman bakılsa büyük bir anlam zenginliğini getiriyordu. Daha önceki bakış açılarıyla kıyaslanmaz bir üstünlük taşıyordu. Artık günümüzle tarih, tarihle gelecek arasında bağ kurmak çok daha gerçekçiydi. Tarihten kopmayla hiçbir şeyin doğru tanımlanamayacağı, dolayısıyla sağlıklı bir dönüşümün görülemeyeceği açıktı. Tarih yalnız ibretlik bir ayna değil, yaşadığımız gerçekliğin kendisiydi. Eskiyi kolay reddetmenin gerçeği kaybetmek anlamına geldiği, her şeyi geleceğe saklamanın yaşayan gerçekliği hayallere terk etmek olduğu netçe anlaşılıyordu. Dün-bugün-gelecek arasında pek uzun bir mesafe ve zaman olmadığını, olsa da büyük bir değişme anlamına gelmediğini görmek daha gerçekçi, yaşanılan ana daha saygılı olmayı dayatıyordu.
Paradigmanın yol açtığı bir önemli düşünce değişikliği de, çağa tam damgasını vuran Avrupa uygarlığına ve devlet merkezli ütopyalara dalmanın özgürlük getirmesi şurada kalsın, kendine saygıyı bile kaybettirdiğiydi. Yaşanılan birçok değer alt üst oluyor, tersine bir doğrulma mantığı gelişiyordu. Tüm insani yetenekleri, temelinde Avrupa’nın damgasını vurduğu ve devletin çekim merkezini teşkil ettiği kavram ve kuramlara doğru seferber etmek, ilerleme ve özgürlük kazanımı değildi; kendi toplum geleneğini küçük görerek, başından itibaren bir teslimiyet konumuna düşmek demekti. Uygarlıklar farkını görememek, özgücünü yitirmek, sentez yerine ya karşıtlık ya da ona mahkûm olmaya götürüyordu. Yeni paradigma ile Avrupa uygarlığıyla sentez arama ve keskin devlet çekiciliği kadar zıtlığına düşmeden, siyasal, sosyal ve ekonomik modeller kurmak mümkündü. Avrupa ve devlet merkezli düşünceden kopuş, her şeyin sonu olmadığı gibi, yeni bir yaratıcılık sürecine de yol veriyordu.