HABER MERKEZİ – Önder Apo’nun çözümlemelerinden …..
Atina üzeri Avrupa’ya çıkış yapmaya çalıştığım 9 Ekim 1998 ve sonrası, özünde modernist
paradigmanın bakış açısının şahsımda yaşanan iflasıydı. Çok sığ ve kuşkulu zihniyet yapımı tüm
dönüştürme çabalarıma rağmen ülke içi başarılı bir özgürlük gücüne tam ulaştıramamamın ve bu
yönde önümdeki engellerin bir anlamda beni zorunlu olarak uygarlığın yetkin temsil gücü olan
Avrupa’ya çıkış yapmaya zorladığı açıktır. Bu gerçeklik bir anlamda da kendi özgücüne güvensizliğin
itirafıdır. Yaşanan tarih, zamansallık ve mekan olarak derin bir çıkmazı ifade ediyordu.
Yaklaşık yirmi yıllık (1979-99) Ortadoğu’daki çabalarım çok önemli gelişmelere yol açmasına rağmen,
tıpkı Ortadoğu toplumunun kendisi gibi, içinde yuvarlandığı kördüğümü kalıcı çözüme taşımaya
yetmedi. Önümde beliren iki yoldan diğeri olan ‘dağdaki savaş’a yönelmem bir olanaktı. Fakat hem çok
gecikmiş olmam hem de silahlı güçlerin kutsal olması şurada kalsın, dejenere olmasının arzulananın
zıddı sonuçlara yol açtığını görmem, bu alanda kısa ve kolay bir çözüm umudumu adeta köreltiyordu.
Bir de mevcut güçler mevzilenmesinde kolay çözümden ziyade, vicdanları körelten bir ‘öl ve öldür’
çengeline takılmış yaşam alışkanlığı, aslında ahlaki ve felsefi olarak da giderek bireylerin yanlış
yürüdüğünü ortaya koyuyordu. Dağa yönelmem, belki teknik taktik anlamda düzeltmelere yol açabilirdi.
Ama bunun nihai, stratejik bir çözüme yol açabileceği kuşkulu görünüyordu. Daha çok entelektüel
gücüme güveniyor ve tarihi rolümü böyle oynamam gerektiğine dair sürekli bir his ve ilham kaynağı
taşıyordum. Kürt ve Ortadoğu toplumu olgusunda gerekli olanın çok kan dökerek sorunları çözme
yerine, köklü entelektüel çıkışlara ihtiyaç olduğuna dair kanımı da hiç yitirmedim. Bocalama bu iki
eğilim arasındaydı. Kan ölçüleriyle, entelektüel çığır ölçüleri ben de adeta boğuşuyordu. Eğer çok ufak
bir fırsat görsem bile entelektüel politik çıkışa ağırlık vereceğimden kuşkum yoktu. Özellikle Filistin srail sorunundaki çıkmazlar bana kör şiddetin anlamsızlığını daha da açıklar nitelikte gelişince “şiddet
felsefesini” yeniden çözümleme gittikçe kaçınılmaz hale geliyordu. PKK’nin içinde belli bir düzeyde
ortaya çıkan ve örgütü bir çok bakımdan zorlayan, neredeyse önlenmesi zor, yozlaşmış çete anlayışı
bu yönlü eğilimimi güçlendiriyordu. Bu gerçekliğin arkasında ise, tüm modern sorun ve çözüm
yollarının Avrupa kaynaklı olduğu inancı, Avrupa üzeri arayış gereğini dayatıyordu. Adeta ikiye
parçalanıyordum. Sonuç olarak Atina üzeri girişime olanak verilmesi ve Türkiye yönetiminin Suriye
üzerindeki ağırlaşan yönelimi bilinen çıkışa yol açtı.
Atina, Moskova, Roma ve tekrar Atina üzeri Kenya-Nairobi’de sonuçlanan dehşetvari maceranın beni
yeniden bir doğuş yapmayla karşı karşıya bıraktığı açıktı. Burada özümün, iyi niyetimin, büyük
çabalarımın savunmasını yapmak kişisel olarak fazla anlam ifade etmez. Ortaya çıkan sonuç; sadece
bir infaz da değil, bir çarmıha gerilmedir. Başta belirttiğim gibi, suçu hemen Türkiye yönetimine
yüklemek ve dünya sistemin Türkiye’ye verdiği rolü derinliğine ve tüm tarihi kapsamı içinde
değerlendirememek, direk ve dolaylı komplocu güçlerin düşündükleri gibi kendilerini gizleme anlamını
da taşıyacaktır. AĐHM’e yönelik savunmamda da, bu nedenle, günümüzün nasıl bir dünya sistemi
olduğunu açıklamaya çalıştım. Bu savunmam, neredeyse hiyerarşik toplum uygarlığı içinde erimiş
durumda bulunan Kürt varlığını, olgusunu tarih içinde ve tüm yönleriyle ortaya koymayı amaçlıyordu.
Bir sorunu doğru ortaya koymanın çözümün yarısı olduğunun bilinciyle, bu çabayı harcadım. Bu çaba,
son Irak işgalinde de görüldüğü gibi öngörülerimi şahane bir biçimde doğrulamakla kalmadı, olası
çözüm olanaklarını da hem arttırdı hem de açık hale getirdi.
Sistemin çarmıha germe, Prometheusvari bir kayalığa çivileme yöntemi, klasik veya mitolojik
çağlardaki sonuca pek benzemiyordu. Kapitalist dünya sisteminin ‘küresel taarruzuna’ karşı halkların
da ‘küresel demokrasi’ arayışını güçlendirmek ve Kürt sorununun çözüm yollarını da yakalamak imkan
dahiline giriyordu. Özellikle ‘Đmralı Tek Kişilik Tutukevi’ sürecim, tarih boyunca alışılan çürütmeye
karşın, hem felsefi hem de pratik bilimsel bir çözümün sadece şahsım ve Kürt halkı için değil, tüm
insanlık için çıkış bulabileceğini kanıtlıyordu. Demek ki, tüm geçmişimi suçlamamın doğru olmadığı,
diri ve haklı bir özün mevcudiyetini koruduğu da gerçeğin diğer bir yanıydı. O halde daha önceki
savunma ve açıklamalarımı tamamlar nitelikte önemli bazı hususları açmam büyük öneme sahiptir.
Teorik tespitlerimin Helen, Türk ve Kürt olgularında sınanması daha da aydınlatıcı olacaktır.
a- Hatanın temelinde devlet ve siyaset ile kaynaklandıkları çağdaş kapitalist sistem ve ona alternatif
olarak çıkan ‘reel sosyalizme’ yaklaşım rol oynar. Genelde hiyerarşik uygarlığı, özelde onun en
gelişmiş biçimi olan kapitalist sistemi ve ona alternatif olarak doğduğu iddiasında olan reel sosyalist
uygulamaları, inanç yanı ağır basan bir biçimde dogmatik olarak değerlendirmeyi aşamadığımı kabul
etmek durumundayım. Sürekli ‘bilimsel sosyalizm’ kavramını kullanmam, çok çaba harcamama
rağmen, istenen yaratıcı sonucu doğurmadı. Genellemeci ve ezberci kılıfı yırtamadı. Sistemlerin resmi
tahlil düzeylerini aşamadı. Sosyalizme ilk adımları attığımda tesadüfen elime geçen Sosyalizmin
Alfabesi adlı kitabı 1969’da okuduğumda, kendi içimde şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Muhammet
kaybetti, Marks kazandı!” Özde ne kadar farklı ideolojik önderlikler olsalar da, benim açımdan
marksizmde de varolan dogmatik düzeyi aşacak kadar bir dönüşüme yol açamadı. Bir dogmacı
tarzdan diğerine objektif olarak yuvarlanıyordum. Şüphesiz ortaçağın güçlü devrimci ideolojisi islamla
yeni çağın kapitalizmini aşma iddiasındaki marksist sosyalizm arasında önemli farklar var. Fakat sorun
bu gerçekliği somutluk içinde değerlendirebilmektir. Bu da yetkin bir tarihsel bilinci şart kılar. Ancak
düzeyimiz Semitik bir tarih anlayışını aşamıyordu. Kaldı ki, reel sosyalizme geçit veren marksizmin
temelde hiyerarşik toplum uygarlığını aşamadığı, dolayısıyla temel iddiası olan sınıflı toplumu aşması
şurada kalsın, onun vahşi bir biçiminin doğmasına katkı sunduğu da açığa çıkan diğer bir yanıdır.
Ortadoğu toplumunda donuk olarak şekillenen kişiliğe tam bir marksist cila vurmanın, çelişkiyi çözme
gücü şurada kalsın, doğruyu yakalama gücüne bile ulaşmayacağı açıktır. Ortadoğu özelinde, hatta
dünya genelinde yaşanan geleneksel sağ sol veya yerleşmiş milliyetçi dinci söylemlerin son tahlilde
kapitalizmin ideolojik dağarcığında yer bulacakları sıkça yaşanmış bir gerçekliktir. Reel sosyalist
sistemin 1990’lardaki kapsamlı çözülmesi buna en iyi örnektir. Đdeolojik dönüşümü bu yıllarda
hızlandırmak gerekirken, artan tıkanma etkenleri durumu daha da ağırlaştırdı. Bir söz vardır: Đnsanlar
ancak uçurumun kenarında kanatlanır, derler. Benim için de yaşanan gerçeklik buydu. Sistemin tüm
acımasızlığıyla ve gerçek özüyle saldırısı karşısında, temel insanlık ve arkasındaki doğal gerçekliği
yakalamak, ancak kanatlı düşünmekle mümkündü. Yaşanan biraz da bu oldu.
b- Đdeolojik dönüşümüm ve gelişmem en açık sonuçlarını şüphesiz çağdaş siyaset, devlet ve
kaynaklandıkları uygarlık çözümlemesinde gösterdi. Çocukluktan beri yükselmeyi hep devlet katında
arayan bir yolculuğa çıktığımızı samimiyetle itiraf etmeliyim. Devrimle devlet yıkma faraziyelerimiz bile,
yine kendi devletimizi kurmaktan öteye gidemiyordu. Tuzak buradaydı. ‘Devletçi ideolojiler’ benim
açımdan artık çözümlendikleri kadarıyla tamamen bir kurtuluş aracı olamazlardı. Kapitalist, sosyalist,
ulusal üniter ve federalist demokratik sınıf devletleri hiyerarşik toplumun din, cins, etnisite, çevre ve
sınıf sorunlarını çözmek şurada kalsın, bu sorunların bizzat kaynağı durumundadırlar. Çözümü her
bakımdan bu kaynağın dışında aramak ve ta neolitik toplumdan beri çakılıp kalmış halkların, bireyin ve
tarih boyunca ailenin içine sıkışmış bulunduğu konumundan dağ başında ve çölde hala direnen aşiret olgusuna, din cemaatlerinden kadının bin bir kılıfa bürünmüş objektif direnme gerçekliğine, toplumun
temel kurumlarını savunmaktan bireyin yitik özgürlüğünü yakalamaya kadar çok yönlü bir ‘yeni yol’
arayışına dayandırmak gerektiği temel bir öneme sahiptir. Çevreyi, ekolojik dengeleri altüst eden
toplum ve sınıflı uygarlıktan, bilimle sıkı işbirliği temelinde ekolojik toplum arayışıyla çıkış aramak
ertelenmez bir görev durumuna gelmiştir. Marksizmin körüklediği köle-serf-işçi yüceltmesini kabul
etmeyen bir sınıf anlayışı da bu arayışın vazgeçilmez bir eksenidir. Kullaştırmayı, serfleştirmeyi,
işçileştirmeyi bir aşağılanma olarak gören ve her koşulda bizzat bu olgulaşmalara karşı direnmeyi esas
alan bir ‘sosyalizm’ anlayışı aranmak durumundadır. Đyi köle, iyi serf, iyi işçi olamaz. Üç kategori de
insanlıktan, özgürlükten düşüşü ifade eder ve özgürleşme esas alınıyorsa, bu olgulara sürekli karşı
konulması gerekir. Dolayısıyla bu olgulaşmaya karşı direnen her toplumsal olguya daha bir yücelikle
bakma gereği vardır. Bu nedenle binlerce yıllık dağ başında, çöllerde, orman kuytularındaki etnisitede,
ailenin ezilen cinsi kadında yaşanan muazzam direnmeler köleliğin, serf ve işçinin direnmelerinden
katbekat daha eski, derinlikli ve yücelikli olgulardır. Yeni toplum, felsefe ve uygulamalarımızı bu
esaslara dayandırmalıyız. Binlerce yıllık peygamber ve bilge gelenekleri, marksist, liberal ve çağdaş
direnişlerden belki de binlerce kez daha zengin içerikli ve hacimli sosyal olgulardır. Ancak kapsamlı bir
tarih toplum çözümlemesine konu olabilecek bu olgusal yaklaşımlara dayalı temel toplumsal ve
doğasal felsefeyi, kendi açımdan en genel bir ifade olarak ‘demokratik ve ekolojik toplum’ olarak
değerlendirdim. Bir çözüm hedefi olarak belirlemeye çalıştım.
c- Kürt olgusu ve ona dayalı çözüm arayışlarım da bu dönüşüm ışığında yeni esaslar temelinde ele
alınmak durumundadır. Gerek klasik Ortadoğu islami çözüm arayışları, gerek klasik Batı’nın ulusalcı
çözüm arayışları başarılı olma şansını çoktan yitirmişlerdir. Đslamiyetin kendisi, özellikle sünni resmi
yorumuyla neredeyse 1400 yıldır Kürtlerin geleneksel köleleşme düzeylerine bir zamk gibi
yapışmaktan ve köleliği daha da derinleştirmekten öte bir rol oynamamıştır. Cılız kapitalist
burjuvalaşma düzenleri gerek çevre komşularında, gerek iç toplumsal bünyelerinde feodal dönemden
daha geri bir imha ve inkara yol açmaktan öteye sonuç vermedi. Tüm hiyerarşik toplum düzenlerinin
katmerleşen kölelik ve asimilasyon deneyimlerini bağrında yaşayan Kürt olgusuna özgürlükçü ve
çözümleyici yaklaşım, ideolojik dönüşüm ve gelişim düzeyimle daha gerçekçi ve umut var eden bir
noktaya kavuşmuş durumdadır. Buna sınıflı uygarlığı doğuran Mezopotamya coğrafyasında, bu
uygarlığın alternatifinin de doğacağı inanç ve bilinci içinde yaklaşmaktayım. Birini doğuran, alternatifini
de doğurmak durumundadır. Kapitalist dünya sisteminin motor gücü ABD ve Đngiltere’nin 2000’li
yıllardaki aşağı Mezopotamya hamlesini ‘Demokratik Irak’ sloganı altında düzenlemelerini adeta
kehanetimin doğrulanmasının bir işareti olarak değerlendiriyorum. Şüphesiz sistem bu toprakların
demokrasisini bizzat doğurmayacaktır, ancak ona vesile olacaktır. Zaten olmuştur da. Bu gelişme bir
tesadüf değildir; AĐHM savunmamda öngördüğüm tarihsel sistem analizinin bir sonucu olarak
değerlendirilmek durumundadır. Ortadoğu toplumunda ve halklarında tarihsel bir yenilik söz
konusudur. 5000 yıllık sınıflı toplum uygarlığından, onun alternatifi ‘demokratik halk uygarlığına’ temel
atmayla karşı karşıyayız. Tarih uzun uykusundan sonra bu topraklarda soylu bir insanlık çıkışına
işlerlik kazandırma sürecindedir. Kürtler de adeta sınıflı uygarlıktan intikam alırcasına, bu yeni
demokratik ve ekolojik çıkışa kaynaklık etmenin kaderiyle bağlanmış durumdadır. Bu nedenle Kürtlerin
çözümü ne islamcı ne de ulusal olabilir. Đslam feodalizmiyle Batı’nın ulusalcı kapitalizmleri Kürtler
açısından aşılması gereken olgular ve kategorilerdir. Her şey Kürtlerin hem varoluş hem de
özgürlüksel olgu halinde gelişmelerini demokratik ve ekolojik topluma ebelik etmeyle ve bağrında onu
doğurmayla yüz yüze getirmiştir. Nasıl ki Zagros-Toros sisteminin kavisli eteklerinde insanlık tarihinin
en büyük devrimi olan neolitik köy tarım devrimi, ona dayalı Sümer Mezopotamya sınıflı toplum ve
kent devrimi giderek evrensel devrimler haline geldilerse, günümüzde de bunun bir benzeri ile karşı
karşıyayız. Yeni devrim, devleti ve sınıflı toplum uygarlığını hedeflemeyen, tersine onun alternatifi
olarak kendini hazırlayan ve geliştiren bir devrim olarak devletsizleşmeyi, sınıfsızlaşmayı ve bunlarla iç
içe, bilimle sıkı işbirliği içinde vazgeçilmez bir yaşam gereği olarak hayvanları ve bitkileriyle kendi
ekolojik toplumunu yaratmayı hedeflemektedir. Bu gerçeklerle devrimimize Demokratik ve Ekolojik
Devrim demek gerçekçi olduğu kadar, özgürlük niteliğinin de bir gereğidir. Dünya kapitalist sistemin
son iki yüz yıldır gerek bizzat yarattığı, gerek zorla ayakta tuttuğu yapılanmaları aşması; tümüyle ona
bağlanmayı gerektirmediği gibi, kanlı bir karşı çıkmayı da zorunlu kılmaz. Meşru savunma hakkına her
zaman bağlı kalmak ve gereğini işler tutmakla ateşkes içinde olmak ve ortak sorunlara siyasal
yöntemlerle birlikte çözüm aramak, strateji ve taktik olarak ne bir sapma ne de bir teslimiyettir. Tersine,
demokratik ve ekolojik dönüşümlere yönelişin gerçekçi pratik yollarıdır. Kürtler diğer komşularıyla bu
dönüşümlere bir sıçrama yaparken, objektif olarak evrensel anlamı olan bir konumu ifade ediyorlar.
Adeta Ortadoğu toplumunun demokratik ve ekolojik yeniden kuruluşunun peygambersel rolünü oynar
gibidirler. Tıpkı ziraatın ve hayvanlarla dostluğun peygamberi olan Zerdüşt’ün M.Ö. 1000’lerde
zirveleşen devrimde oynadığı rol gibi.
Bu süreçte kişiliğimde yaşanan, Kürt olgusundaki zayıflığın kendini tümüyle açığa vurmasıdır.
Ortadoğu’nun feodal toplumsal gerçekliğinden Avrupa’nın kapitalist toplumuna kadar hakim ideolojik
ve siyasal yapılar içinde daha fazla sonuç almak, aşırı zorlanma ve kırılma olacaktır. Şahsımda dile gelen belki de bir değil, binlerce defa gerçekleşen de budur. Đdeolojik dönüşümüm bu maddi
kırılmaların sonuçları olarak gelişecekti. Aslında dayatılan, ‘ölümlerden ölüm beğen’ tavrıydı.
Beklenen, hakim dünya sistemlerin çokça gerçekleştirdikleri derin komplolarla nasıl kaybettirildiğimin
bile anlaşılmayacağı bir imha süreciydi. Mutlak ideolojik egemenlik ve bazı önemli pratik kazanımlar
söz konusuydu. Dolayısıyla sıradan bir ideolojik dönüşüm kavramaya yetmezdi. Bu darbenin altından
çıkmak, ancak doğa ve toplum nasıl ise öyle anlamaktan geçer. Doğanın ve toplumun dilini ve aklını
çözmeden de bu iş başarılamazdı. Ana hatlarıyla çözdüğüm iflasa uğrayan paradigmanın yerine, doğa
ve toplumun akıl özüne dayalı temel bakış açısına daha fazla yaklaştığıma ilişkin kanılarım güçlüdür.
Toplumun temel yasalarına göre yaşama güvenim, eskinin yüzeysel güveni ve zayıf yönlerine göre
önemli gelişme sağlamıştır. Artık ne güçlü inançlarla ne de güçlü pratik iradeyle yaşama yol almak
bana çekici ve çözümleyici gelmektedir.
Uygarlık tarihi boyunca hep rakiplerine diz çöktürmek, kahramanlık yürüyüşlerinin simgesi olmuştur.
Bu gerçeklik, kanlı saltanat ve doymak bilmez sömürücülüğün dilidir. Öldürmeyi fazilet bilen, buna açık
bir ideolojinin, ezilen ve sömürülen insanlığın özgürlük ve eşitlik ideallerine hizmet edemeyeceği netçe
açığa çıkmıştır. Bir toplumun zorunlu özgür yaşam hakkı dışında, özünde de tüm hukuk sistemlerinde
kabul gören meşru savunma hakkına dayan***mayan, rahatlıkla egemen sömürücü nitelik
kazanabilecek ‘zor teorileriyle’ ideolojik hesaplaşmayı önemli bir kazanım olarak görmek gerekir.
Eskinin şiddet yüklü sosyalizm anlayışı zafere ulaşsa dahi, Sovyet Rusya deneyiminde de görüldüğü
gibi çözülmeye uğramaktan kurtulamayacaktır. Bir döneklik olarak hep eleştirilen ve suçlanan bu
tutum, aslında özgür insanlık adına en önemli kazanım değerindedir.
Đdeolojik dönüşümümde netlik kazanan, zor içeren tüm hiyerarşik toplum biçimlerinden kopuş bir
zihniyet devrimi değerindedir. Bu, devrimin doğa ve toplumun özündeki akla dayandırılması, tükenmek
bilmeyen bir çözüm gücüne ulaştırılması anlamına da gelmektedir. Artık kendine güvenen ve hakim
kişilik paradigmamda köklü tıkanmalara ve çözüm bulamama endişelerine yer yoktur. Büyük acılar ve
büyük kötülükler, eğer öldürmezlerse, büyük gerçeklere ve güçlendiren özgür yaşama götürür. Hakim
dünya sisteminin, ona hizmet eden kişilik özelliklerini iflasa götürmesini ve bu yönlü alternatifine yol
açmasını yeniden doğuş ve ideolojik devrim olarak değerlendirmek doğrudur.