27 yıldır Türk zindanlarında olan PKK’li tutsak Eren Tekin, 1 Nisan 1988 yılında Bagok Direnişi’nde 19 arkadaşıyla birlikte şehit düşen kardeşi Ayten Tekin’i (Rojîn) yazdı.
HABER MERKEZİ
”Ve 1966 yılında bir dağın eteğinde açtığın gözlerini, 1988 yılı yine bir dağın eteğinde yumdun.”
Merxan Dağı’nın eteklerinde yolu ve elektriği olmayan, doğa ile iç içe ve barışık bir yaşam sürdüren Bingöl’ün Karlıova ilçesine bağlı Horhor mezrasında dünyaya, dünyamıza gözlerini açtın. Henüz çocukken yaşamın zorluklarıyla baş etmeyi, boyun eğmemeyi yaşayarak öğrendin. İnsanın içinde yaşadığı doğa, yaşam koşulları, insanın karakterini de şekillendirir derler. Doğa, insanın duygularını, hayallerini, umutlarını, reflekslerini, beklenti ve düşlerini de en az düşüncelerini şekillendirdiği kadar biçimlendirir. Zaten o koşulların farkına varamayıp, kendini ona göre uyarlamayan yaşayamaz. Bunu hepimizden önce gördün sen.
Yüreğin, aklın seni çok erkenden, içinde yaşadığın hayatı sorgulamaya sevk etti. Yoğun çelişkiler yaşar, bir şeylerin yanlış olduğunu anlardın. Ancak bu çelişkileri nasıl çözeceğini bilemediğinde, yolunu yöntemini bulamadığında ise sanki yüreğinin derinliklerinde biriken sıkıntıları rüzgara, suya atmak ister gibi hiç kimseye bir şey söylemeden bir karaca çevikliğinde köyden uzaklaşır, giderdin. Ya bir ağacın gövdesine ya da bir taşa sırtını dayar, gözlerini kısarak dağlara, ağaçlara, dağların yamaçlarına, vadilere doğru gürül gürül akan sulara, bulutları taşır gibi göğe kanat açan kuşlara ormanın derinliklerinde kaybolup giden engebeli uzun-ince patikalara, yani çevrende olup biten her şeye bakar; bir ışık, bir ses, bir anlam bulmaya çalışırdın.
Bazen sanki bütün sorularına cevap bulmuş bir dinginlikle, bazen hiçbir soruya cevap bulamamış olmanın huzursuzluğuyla evin yolunu tutardın. Eve dönmesine dönerdin ama eve varmadan ‘nerelerdeydin, ne yapıyordun, niye bu işi yapmadın’ vb. beklediğin sorulara yanıt bulmaya çalışırdın. Annenin gönlünü alır, telaşını giderirdin ama babayı aynı yolla ikna etmeye gücünün yetmediğini bildiğinden ona görünmez olurdun. Görünsen dahi kaçmayı başarır, kurtulurdun. Lakin gel gör ki sana ulaşamayan el, kah suratımızda, kah ensemizin kökünde patlayıverirdi. Senin bu firarlılığın sadece kafandaki soruları, çelişkileri gidermeye dönük değildi. Bazen de işten güçten kaytarmanın da yolu olurdu. Kimi kez de kaçmayı tercih etmekten ziyade verilen işe ‘’yapmıyorum’’ der, işin içinden çıkmaya çalışırdın.
Hatırlarsın bir gün anne sana ağılı temizlemeni söyledi. Sen de ‘Nebahat yapsın’ deyiverdin. Mülaim Nebahat ilk kez senin işten kaçmama, işi yapmamana itiraz edip karşı çıkmıştı. Etmez olaydı. ‘Saqol’u (gürgen ağacının dallarından yapılan uzun saplı süpürge) kaptığın gibi apse tutmuş koluna indiriverdin. Canı yanan Nebahat’ın feryat-figan bağırmasıyla, annenin elinde sopayla çıkması bir oldu. Tabi anne gelinceye kadar sen yine ortalıktan görünmez olmuştun. Hani şiddeti tasvip etmediğimi bilmesen, eline sağlık diyeceğim ama vallahi Nebahat’ın apse tutmuş koluna öyle ustalıklı ve bir cerrah estetiği ile vurdun ki şişmiş ve apse tutmuş kolundaki yara, kan ve irin ile birlikte akıp temizlenmişti. Nebahat’ın acıya eşlik eden sızlanmaları ve ağlaması da yarım saat sonra kesilmiş ve böylece kimsenin dokunmaya cesaret edemediği yaralı kolu kendiliğinden iyileşmiş oldu. Bu ustaca cerrahlığın artık dilimizden düşmeyen bir espiriye konu olmuş, Nebahat’ın iş yapmama isteğine karşı saqolu eline alıp göz dağı veriyordun. Mülaim Nebahat da o korkunç acıyı tekrar yaşamak istemediğinden olacak ki, sessizce söylenen işe koyuluyordu.
Nasıl pezkevî oldu?
Yine bir sonbahar akşamı herkesin davarları gelmiş, bizimkiler de ortalıkta görünmez olmuş, kayıplara karışmıştı. Anne, baba ve bizler telaşa kapılmış; herkes bir şeyler söylüyor; sağa sola haber salalım diyen ipe-sapa gelmeyen kurgu ve kuruntularla fikir jimnastiği yapılıyordu. Tüfeklerini kapan birkaç köy erkeği dağ bayır demeden yola düşmüşlerdi. Bu telaş içinde birden senin de ortalıkta görünmediğini fark ettiler. Malın telaşına bir de can telaşı biniverdi. Herkes ‘yahu bu kız tek başına bu zifiri karanlıkta nereye kayboldu, nereye gitti’ deyip duruyordu. Sesler seslere karışıyor vadi yankılanıyordu. Hani vadi de vadi! Öyle kuşun böceğin, xezalların olduğu bir yer değil; kurdun, ayının, çakalın, yılanın ve akrebin mesken tuttuğu bir yerdi. Bilirsin bizim oralara karanlık çöktüğünde sadece duyulan bin bir çeşit ses değil, sessizliğin kendisi bile ürperticidir. Deyim yerindeyse insanın tüylerini diken diken etmeye yeterliydi. Lakin senin için bir başkaydı o vadiler dağlar… Özgürlüğün yüzüne, uzun siyah saçlarına değdiği, taşın, yaprağın, yosunun seninle dertleştiği karıncanın gelip avuçlarından su içip dinlendiği, kelebeğin omuzlarına konduğu yerler… Yani aslında sen orada gerçek ‘sen’din. Ben ya da biz daha yeni yeni anlıyoruz seni. Biz bu telaş ve hengame içinde koşturup dururken, sen o gecenin zifiri karanlığında bir hayalet gibi derin vadilerin sert yamaçlarını aşarken, hayvanların değil de senin derdine düşüp peşinden gelenleri fark etmemiştin bile. Bağırıp çağrışmaları, silah sesleri derin vadilerde yankılanırken duyduğun sesleri önemsememiş, hayvanların gidebileceği yeriler aramış, sonunda köyün kilometrelerce ötesinde ıssız bir vadide bulmuştun onları. Hayvanları önüne katıp köyün yolunu tutarken, yolda karşılaştığın köylülerden seni merak ettiklerini hayretle öğrenmiştin.Bu yüzden de köylülerin, cesaretine hayran kaldıkları için sana ‘dağ keçisi’ (pezkevî) adını takmışlardı.
Yine her baharda olduğu gibi karların erimesiyle köydeki kızlarla pancar toplamaya giderdin. Karların erimesiyle toprak yumuşar, çamur deryasına dönerdi; sular ise yükselir toprak rengine bürünürdü. Sulak arazide yürümek imkansız olduğu için genelde sert zeminlerde kayalık yerler tercih edilirdi. Tabi bu yerlerde yürümek kolay olduğundan değil, daha çok ıslanmamak ve çamur içinde lastikli ayakkabıları kaybetmemek için taşlık patikalar tercih edilirdi. Bu patikalarda, kayalık yerlerde yürümek de ustalık ve dikkat gerektiriyordu. Yani bir cambazın ip üzerinde yürümesi gibi dikkat ve maharet sahibi olman gerekiyordu. Ayağın kaydımı, her an kendini kayalıkların arasında bulabilirdin. Öyle eli gözü sağlam halde kayalığın dibinde kendini sapa sağlam bulmak değil bu, ölüm bile olabilirdi her an. Bu yüzden adımlarını dikkatli atan kızlar, bir sonraki adımı atmaya cesaret edemeyince ağlamaklı bir ses tonuyla peş peşe bildikleri küfürleri sıralıyordu. Sense küfürlerini duymazdan gelir, onların haline gülüp eğlenirdin. Sonra da dönüp gelir, onların sırtındaki çantaları alır, arkadaşlarına yardım ederdin. Kızlar o zorlu badireyi atlattıklarında sevinirken, az önceki halleriyle dalga geçmeği ihmal etmezdin.
Adın bir de ‘deli kızına’ çıkmıştı
Bir başka gün yine pancar dönüşü, sırtınızda ağır torbalarla köprüden -suyun üzerine kurulmuş ince uzun tek bir ağaç olan köprü yani– geçerken ayağın kaymış suya düşmüştün. Sadece suya düşmedin; yüzünün ön kısmı suyun içindeki taşa değince ön iki dişin kırılmıştı. Diş ağrısıdır bu, başka bir şeye benzemez. En sonunda kendini tutamayıp hüngür hüngür ağlamıştın. Kızlar fırsatı kaçırır mı? Hemen başlamışlardı dalga geçmeye, ama sen suyun öte tarafına geçer geçmez köprü denen ağacı dengede tutan taşları çıkarınca köprü oynamaya başlamıştı. Kızların hiç biri üzerine basıp geçemeyince başlamışlardı sana yalvarıp yakarmaya… Uzun süre bu yakarışlar devam etti ve nihayetinde sen, seninle dalga geçenlerden öcünü aldıktan sonra taşları tekrar eski yerine yerleştirince ancak kızlar suyun öbür yanına geçebildiler. Hep birlikte köyün yolunu tutarken bu sefer de o günkü halinizle dalga geçmiş, bol bol gülüp eğlenmiştiniz.
Bir gün beriye giden berivanların yoluna yılan çıkmıştı. Her biri çığlık çığlığa sırtındaki turik’i bir tarafa atmış, elindeki satıl’ı bırakmış, sağa sola kaçışıyordu… Kadın sesleri satıl seslerine karışmıştı. Sen de bir yandan kadınların haline gülüyor, öte yandan da yılanı arıyordun. Bulduğun yılanın boğazından yakalamış, gövdesini bir bilezik gibi koluna dolamış ve bu şekilde kadınların yanına gitmiştin. ’Bakın bakın! Kendime ne güzel bir bilezik buldum‘ dediğinde, meraklanan kadınlar yanına gelmeye başlamışlardı. Bir de ne görsünler, kolundakinin yılan olduğunu fark ettiklerinde kimisi çığlık çığlığa bağırıp kaçmış, kimisi ise biraz uzaklaştıktan sonra okkalı küfür bir savurmuştu. Sen küfürlere kulağını kapatmış, kadınların bu dağınık hallerine gülüyor eğleniyordun. Çoban bile yılanı o halde görünce ‘senden korkulur’ demişti. Adın artık bir de ‘deli kız‘a çıkmıştı. Berivanlar ‘deli kız’ beriye gelmesin deyip dursalar da, sen aldırmaz; yine gider çeşitli muzipliklerle onları kah güldürür, kah korkuturdun. Berivanlar her ne kadar ‘eva keçika dinik’ beriye gelmesin diyorsalar da, içten içe cesaretine hayranlık duyuyorlardı ve espirilerini de seviyorlardı.
Ve hevaller köye gelir
Ve günün birinde hevaller köye gelmeye başladılar. Kadın-erkek eşitliğinden, kadının özgürlüğünden, mücadele içindeki yerinden, kadının ezilmişliğinden bahsediyorlardı. Anlatılanlar erkek egemenlikli köy ortamına hayli yabancıydı. Ama sen zaten bu çelişkilere anlam vermesen de, kısmen yaşıyordun. Bir şeylerin yanlış olduğunu görüyordun ama nasıl değiştireceğini bilmiyordun. İşte tam da böyle bir zamanda hevaller sanki senin yüreğindeki sesin ağzı, dili oluyordu. Yeni şeyler duydukça, öğrendikçe adeta dizginlerinden boşalırcasına özgürlüğe doğru koşar adım yol almak istiyordun. Daha da canlanmış, yerinde duramaz olmuştun. Öğrendiklerini köyün kızlarına kavratmak için çırpınıp duruyordun. Öğrendiklerini yavaş yavaş uygulama arayışı içine girmiş ve aradığın fırsatı da bulmuştun. Bir gün anne sana kuzuları otlatmaya götür demişti. Sen de beni bulmuş kuzuları otlatmaya götürmemi istemiştin. Bu sözü duyar duymaz erkeklik gururum tutmuş, senin isteğini reddetmiş, karşı çıkmıştım. Keşke karşı çıkmamış olsaydım. Nerden bilirdim elinin o kadar ağır olduğunu… Bir güzel patakladın beni. Vallahi ne yalan söyleyeyim, karizmam çizilmiş, erkeklik gururum yerle bir olmuş halde, ensemi kaşıya kaşıya, ağlayıp burnumu çeke çeke kuzuları otlatmaya götürdüm. Götürdüm ama bütün hıncımı da o şirin kuzulardan aldım.
Gel vakit, git vakit yavaş yavaş gözler kuş uçmaz kervan geçmez bizim mezranın üzerine çevrilmiş ‘hevaller’ geliyor diye şikayetler yoğunlaşmış; askerler köye gelir-gider olmuştu. Sonbaharın güneşli güzel bir gününde kış hazırlıkları için ben de köyün erkekleriyle birlikte odun toplamaya gitmiştim. Köylüler odunlarını yükleyip yola düştüklerinde ben hala odun toplamayla meşguldüm. Küçüktüm gücüm yetmiyordu odun kesmeye, yükümü tamamlayamadan köylülere yetişeyim diye topladığım odunları yükleyip peşlerine düştüm. Daha önce de ayı ile karşı karşıya geldiğimden, bir daha o korkuyu yaşamamak için öküzlerimi önüme katıp hızlı hızlı köyün yolunu tuttum. Köye en son ben vardım. Anne de beni cesaretlendirip, ödüllendirmek için sacın üzerindeki sıcak ekmeği alıp içine kaymak koyup elime verdi. Ben de buna sevinmiş, nefeslendikten sonra öküzleri alıp otlatmaya götürdüm. Köyden pek uzaklaşmamıştım. Uzaktan bazı karartılar görmeye başladım. Meraklı gözlerle bakıp ne olduğunu seçmeye çalışırken birden silah seslerini duymaya başladım. Önce ayı avına çıkmış avcılar sandım, az sonra ateş edenlerin asker olduğunu anladım ve hemen eve doğru koşmaya başladım, askerler de beni fark ettikleri için peşime düşüp köye girdiler. Ben eve varır varmaz, sen hemen beni saklamaya başladın. Askerlerde evlerin önüne toplanmış köylülerden beni soruyorlardı. Köyün yaşlıları, kadınları benim çocuk olduğuma en sonunda askerleri ikna ettikleri için, onlar da aramaktan vazgeçip, köyden ayrıldılar. Meğerse köyün karşı tarafındaki koca kayalığın üzerindeki ormanlıkta hevaller (Apocular) kalıyorlarmış. Çıkan çatışmada İmam arkadaş yaşamını yitirmiş, Mehmet arkadaş da yaralı olarak ele geçmişti. Yaralı ele geçen Mehmet arkadaş bizim köyden akrabamızdı. O günden sonra köy tam bir kuşatma altındaydı. Artık köy hayatı çekilmez olmuştu. Kısa bir süre sonra da 1981 yılında ailece İzmir’e göç ettik.
Göç yolları
Gittiğimiz yer Türkiye’nin en büyük metropol kentlerinden biriydi. Yaşam tarzı, insanlar arasındaki ilişkiler bize çok yabancıydı. O dayanışma ruhu, işlere ortak koşuşturma, dar gününde herkesi yanında bulma vb birden yok olup gitmişti sanki. Herkes kendi geçim telaşı derdindeydi. Köydeki kültürel yaşam gitmiş, yerine metropolün bencil, bireyci yaşam tarzı alışkanlık ve davranışları almıştı. Kısaca o doğal toplum özellikleri sanki bin yıllar öncesinde kalmış gibi uzaktı metropol hayatına, yeni gelenler bocalayıp dursalar da bu hayatın özentisine, havasına kendini kaptırmaktan alamıyordu. Geldikleri yeri unutmak yetmiyordu; kültürlerini, davranış kalıplarını, alışkanlıklarını, hatta duygu ve düşüncelerini de terk etmek marifet sayılıyordu. Gönüllü bir oto-asimilasyon vardı. Sen bütün bunları görüyor, yaşanan değişime ayak uydurmakta zorlandığın gibi değişmek de başkalaşmak da istemiyordun. Üstelik bu kadar erkenden kimliğini, kültürel birikimlerini, bilincini yitirmiş tanıdıklara kızgın, kırgın ve hatta öfke duyuyor ve anlam veremiyordun. Onun için gücün yettiğince bir şeyler yapaya çalışıyordun. Dilin döndüğünce insanlara bir şeyler anlatıyordun. Hatta insanları ikna etmek için geldiğimiz topraktan, doğasıyla peri vadisini, dağlarını, yaşam biçimini anlatırdın. Yüreğin hep dağlara sevdalıydı. Sohbetlerine konu olurdu mutlaka… İnsanlardan unutmamalarını isterdin. Kimliklerini, benliklerini korumlarını isterdin. Yılmazdın, yavaş yavaş güvenlerini kazanırdın.
Kararını vermiştin, sisteme çok tepkiliydin. Doğaya tutkun, dağlara sevdalı yüreğin daha güçlenmiş, güven kazanmıştın… Ve 1966 yılında bir dağın eteğinde açtığın gözlerini, 1988 yılı yine bir dağın eteğinde yumdun.
Not: PKK’li tutsak Eren Tekin, 27 yıldır Türk zindanlarında. 1 Nisan 1988 yılında Bagok Direnişi’nde 19 arkadaşıyla birlikte şehit düşen tek kadın gerilla Ayten Tekin’in (Rojîn) kardeşi.
Şakran Cezaevi Aliağa/İzmir