HABER MERKEZİ- BAŞARDIK, BAŞARDIK
Bugün yine tüm kadınlar tek yürekte zulme karşı direniyorlar. Zindanlarda, Saralardan devralınan direniş mirasını geleceğe taşırıyorlar. Mutlak tecride karşı 27 Kasım’da başlatılan açlık grevi kararlılıkla sürüyor.
Şehid Sakine Cansız’ın “Hep Kavgaydı Yaşamım 2. Cilt” adlı kitabından alınan bu bölüm zindanlarda direnen tüm kadınlara atfolunur…
Kime, neye, hangi davranışa, hangi acı yüklü habere dayanılacak, alışılacaktı? Peki bu haberler öldürmüyor muydu? Yüreğimizi paramparça etmiyor muydu? Daha neyi bekleyecektik? Bu kaçıncı soru, bu kaçıncı ahtır, kaçıncı çığlıktır yüreğe oturan?
Pir ve Hayri arkadaşların şahadeti kesindi. Akif ve Ali’den, Karasu’dan yana net haber yok. Tarihlerini de söylediler. Eylül’de Pir ve Hayri arkadaş şehit olmuştu. Temmuz’da başlamış direniş. Bazı arkadaşlar daha ölüm orucuna başlamışlar. Fuat Kav da katılmış.
Yine net değildi, hala devam mı ediyordu, bitmiş miydi? Gönül, “ben de kalkıp açıklama yapmayı düşündüm. Sonra sizi düşündüm, beni yanınıza koymazlardı, haber almanız sorun olurdu. Bir de Selim ‘katılmayın’ demişti, onun için vazgeçtim. İnsan dayanamıyor” diyor mahkeme dönüşünde.
Ertesi gün hastaneye gidenlerden farklı haberler alıyoruz. Karasu şehit düşmemiş. Ölüm orucu sonuçlanmış. Arkadaşlar hastanede. O zaman başka şehitler de vardı, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz’ın da şehadetini öğreniyoruz çok geçmeden. Temmuz’dan Eylül ortalarına kadar yaklaşık iki ay kadar sürmüştü. Tekrar geriye gidiyoruz. Hoparlörde konuşulduğunda kaçıncı gündü? Sayıyoruz günleri, yarılanmış neredeyse. Biz öncesinden başlamış olabileceğini düşünsek bile, pek ihtimal vermemiştik. Çünkü mahkeme tarihlerini kesin bilemiyorduk. En çok bir hafta, on günlük olabilir diyorduk. Kendimizi ikinci posta olarak değerlendiriyorduk. Meğer ikinci postalar da katılmış. Biz ancak arkadaşlar ölüm sınırındayken ve her şey sonuçlandığında öğrenmiştik.
Evet, Temmuz seçilmişti. Fransa’da Bastille ayaklanmasının tarihiydi. Ve mahkemede ilk olarak ölüm orucu eylemini Hayri arkadaş ilan etmiş. Bedenlerinin her hücresini ortaya koyarak başlatılan büyük direniş, büyük ayaklanma… İşkencelerin ve baskıların kalkması, savunma yapma koşullarının yaratılması temel istemlerdi. Savunma! Tarihte Dimitrof’un Reischtag savunması var, faşizmi yargılıyor. Diyarbakır’da sömürgeciliği yargılamak! Düşmanın PKK’yi bu kahraman yoldaşların, biz tutsakların şahsında yargılama planını tersine çevirecek bir savunma, bir tarihi yargılama olmak zorundaydı. Bunun tarihsel önemini en iyi bilenler, en iyi anlayanlar başlatmışlardı bu yargılamayı.
İnsanlık tarihini böylesine anlamlandıran, ona görkemlilik kazandıran başka güzel, onurlu bir olay var mıydı acaba dünyada? Bedenlerin hücre hücre eritilişinde insanlığı yüceltmek, bir halkın umutlarını büyütmek, bir davanın bu kadar net, kesin zafer, başarı vaat eden özelliğini ortaya koymak! Devrimin önderliğini, öncülüğünü bu kadar yalın, katıksız bir bağlılıkla temsil etmekti Temmuz büyük Ölüm Orucunun anlamı. Onların etki gücü o kadar yamandı ki, insanlık üzerindeki o vahşi imha çemberi kırıldı. Korkular yıkılmaya başladı. Herkes onları konuşuyordu. Herkes onları yaşıyordu. Herkes onlarda kendilerini sorguluyordu. Eylemi başlatırken duydukları büyük sevinçten, son ana kadar geçen her şey bir tarihti. Mahkemelerde, savunmalarda bu tarih konuşuyordu. Bu tarihin yaratma, yaşatma ve yüceltme gücü zindanı aştı. O gücün etkisini durdurmak, kırmak mümkün değildi.
“Başardık, başardık” sözleri türkülerde, şiirlerde dillendi. “Mezar taşıma borçlu yazın” vasiyeti, “Kürdistan Vietnamlılaşıyor, bu insan çığlıklarını duyuyor musunuz?” değerlendirmeleri devrime inancın, onda sağlam, kararlı yürümenin, erdemi en üst boyutuydu. İdeallere, amaca büyük bağlanma, onu söz ve eylemde açığa çıkarma ancak böyle olurdu.
Saygı duruşundan sonra, eylemin büyüklüğünü yeterince anlatamamış, ona güç yettirememiştim. Ancak bu çerçevede bir şeyler söyleyebilmiştim. Herkes katılmamıştı. Bazı gruplardan kadınlar korkularını yenememişlerdi. Utançlarını kulaklarına çektikleri battaniyelerle kapatmışlardı. Böyle korku dolu utançlara yer yoktu! O tavra tahammül edilemiyordu artık. “Düşmanın bile olağanüstülüğü karşısında secdeye durduğu bu şahadetlere saygısızlık edemezsiniz. Kalkın gidin gözlerimizin önünden, saygı duruşunda, onları anmaya çalıştığımız bir anda hiç olmazsa karamsarlığa, umutsuzluğa, korkuya yatmayın. Çıkın diğer koğuşa gidin” demiştim. Öfkeyle bağırmıştım, kalkıp gitmişlerdi. Ve ilk kez diğer gruplardan biri, Liceli Halide de kısa bir konuşma yapmıştı; “Pirler, Hayriler bizim de şehidimiz. Onlar onurluca şehit düştü” demişti. Bir iki söz bile önemliydi.
Yaşamın anlamı, soluk alıp verişlerin, yürek atışlarının bir ideale yol alışın, bitimsiz akışın kendisi olduğu gerçeğindedir. Yoksa o duyuşların yüceliği anlaşılmaz. Ölümün bu kadar güzel ve anlamlı oluşu; onda bu kadar yaşam büyüklüğünün saklı oluşu, bunu yaşayanların güzel ve yiğit oluşundaydı. An an yaşamı ve ölümü bu kadar yakın ve onurluca yaşamak ancak onlara nasip olmuştu.