HABER MERKEZİ
Bir yaşam düşleyelim; tüm insanlar eşit, özgür ve doğa ile bütünlük içinde olsun. Çocuklar sokağın, işin, savaşın, ölümün çocuğu değil, sonsuz oyunların çocuğu, kadınlar yalnızca bir evin dört duvarı arasında kalan, yaşama hep kıyıdan köşeden bakan değil, yaşamın tam ortasında yaşama yaşanmışlık katsın. Bereketin güzelliğini topluma taşısın. Kadın yarattığı kadar güzel, toplum ürettiği kadar güzel olsun. Bereket yalnızca sofralarda değil, insan yüreğinde de olsun. Olsun ki o yürek okyanus kadar büyüsün Ortadoğu’yu, Asya’yı, Afrika’yı hatta evreni kucaklasın. Din, dil, renk sınıf, cins ayrımı yapmadan bir bütün insanların tümüne ulaşsın. İşçiler sömürülen, aç kalan, ölümle bir arada yaşayan değil, üretiminin karşılığını bulan olsun. İnsanların yaratıkları emekler karşılığını bulsun. Bir lokma ekmek uğruna akıtılan terler boşa akmasın, biriksin, biriktikçe berekete dönüşsün. O bereket topluma sevinç, refah ve mutluluk getirsin. Üretilenler, yaratılanlar, topraktan akan bereket, kazanılan emek hiçbir tereddüt yaşanmadan paylaşılsın. Paylaşıldıkça yaşam anlam bulsun…
Sanki bir yerlerde “bu nasıl bir düş böyle? Ütopya olmayı da geçti, hayal ürünü bunlar gerçekleşmesi dahi mümkün değil’’ sesleri yükseliyor. Gerçekten öyle midir? Bu söylediklerimizin gerçekleşmesi imkansız mı?
Aslında öyle değil, imkansız olan bir dünya, şuan içinde olduğumuz dünyadır. Şuan içinde yaşamaya çalıştığımız dünya gerçekten imkansız olan bir dünya. Bu insanlık için de, diğer tüm canlılar için de imkansız olan bir dünya. Öylesine tahribata uğramış, sömürülmüş, bitki örtüsüyle, gök ve yer örtüsüyle öylesine tecavüze uğramış ki, gerçekten hala bu yeryüzünde yaşıyor olabilmek, yaşamın sürdürülebiliyor olması olağanüstü bir mucize gibi geliyor. Gasp edilen, harap edilen, evrenin maddi ve manevi tüm değerlerinden mahrum bırakılan bir insanlık, tüm gerçekliği ile çırılçıplak karşımızda durmaktadır. Bırakalım insanların doğa ile bütünlüğünü, insanların kendi arasındaki bütünlük ve etkileşiminden bile söz edebilmek artık gerçekten çok zor. Artık çok az insan “yanımdaki insan nasıl yaşıyor, acıları nelerdir, nasıl yardım edebilirim?” diye düşünüyor. Birçok insan kapı komşusunu dahi tanımıyor. Gözünün önünde ölmeler, öldürmeler yaşanıyor, her gün onlarca insan açlıktan ölüyor ama bunu görmek isteyen çoğu gözler kapalı, işiten kulaklar sağır, yürekler hissetmekten uzak. Buna rağmen; “içinde bulunduğumuz dünyaya yaşanılabilir bir dünya” diyebiliyorsak, demek ki yaşamın gerçek tanımını yapamamışız. Yaşam bizler için fiziğin berisinde değil, fiziğin ötesinde olmalıdır. Bizler yaşamı doğru tanımlamalı, doğru olanı yaşamalıyız.
Hayalini kurduğumuz, düşlediğimiz yaşam imkansız olan, yaşanılamaz olan yaşam değildir. Böyle bir dünya mümkün, çünkü böyle bir dünya yaşandı. Yazılmayan, göz ardı edilen, yok sayılan bu dünyayı insanlık binlerce yıl önce yaşadı…
Önce kadın, yaşamın anlamına vardı. Toprağa dokundu. Toprakta kendinden bir parça buldu, kendindeki yaşamsallığın kaynağında toprağın var olabileceğini düşledi. Kendini her geçen zaman biraz daha toprağa yakınlaştırdı. Yakınlaştıkça toprağı tanıdı, kendini tanıdı. Topraktaki bereketin hangi koşullarda kendini insanlığa sunduğunu keşfetti. Toprak ve tüm doğanın içinde barındırdığı gizemliliği an be an hissetti. Doğa, kadını bu sırra eriştiği için korudu ve kutsadı, kadına sırlarına ulaşmasının kapılarını araladı. Doğa ve kadının arasında inanılmaz bir bağ gelişti. Yaratılan bu bağın adı emek oldu. Kadındaki emek, toprağa aktıkça bereket, toprak bereketlendikçe yaşam bin bir rengi ile kendini kadına sundu. Gerçekleşen bu bağ artık inanılmaz bir güç ile bir birine kenetlenerek bir bütün oldu. Gerçekleşen bu yaşamın adı kadın, kadının adı yaşam oldu. Jin, Jîyan’da var oldu.
Kadın emeğinin karşılığını bulmuş, bulduğu bu karşılığı ise beraberindeki insanlara sunmaktan hiç çekinmemişti. Doğadan edindiği bilgeliği ve bereketi çevresiyle paylaşmaktan da hiç çekinmedi. İhtiyaç fazlası olan her şeyin kötü olduğuna inandı. Kendisine paylaşımı esas aldı ve bayramları ilan etti. Bugün bayramlar hala varsa, paylaşımın güzelliği hala yitirilmemişse bu kadından dolayıdır. Gerçi bugün bayramların da içeriği çarpıtılmaya çalışılıyor. Zenginin fakire verdiği bir sadakaya dönüştürülerek, zenginlik ve fakirlik meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Oysa kadının yarattığı yaşamda zenginlik ya da fakirlik yoktur, yaşam adil ve eşittir. O sadece dağıtandır. Sömüren, yok eden ya da talan eden değildir. Doğadan, vermenin zayıflatmadığını, tam tersi büyüttüğünü öğreniyor. Bir ağacın meyvesinin olgunlaşmadan koparıldığında küstüğünü, bir çiçeğin susuz bırakıldığında solduğuna tanık olduğu kadar, ihtiyacının fazlasını aldığında da zarar gördüğünü gözlemliyor. Bu şekilde üretim ile tüketimin arasındaki dengeyi keşfediyor. Doğadan aldığı öğretileri insanlığa aktarıyor ve kendi ekseninde yarattığı toplumun bu temel gerçeklik üzerinden oluşmasını sağlıyor. Bu kadının yarattığı toplumun, doğaya, doğadaki ilişkilere ve dengeye ne kadar uyumlu olduğunu gösteren önemli bir gerçekliktir. Ama günümüzde en basit yaşamsal ilişkiden tutalım, en önemli ekonomik ilişkiye kadar böylesi bir denge ve adaleti sağlamak mümkün değil.
Toplum, tabii adına hala toplum diyebilirsek, çünkü bugün bir araya gelen insanlar toplum olmaktan çok bir insan yığınını ifade ediyor. Özellikle kapitalist sistemin merkezi olan şehirlerde bu gerçeklik kendisini çok daha net ve açık ortaya koyuyor. Tarım-köy toplumu yerine oturtulmaya çalışılan bu sistem, binlerce yılın sonunda öyle bir oturmuştur ki, şimdi en çok kadını pençesine almıştır. Maddi- manevi tüm boyutlarıyla kadını kendisine tutsak kılmayı başarmıştır. Elinden geldiğince kadının yaşam alanını daraltmaya, onu üretimin olmadığı alanlara mahkum etmeye çalışmıştır. İnsan-i değerlerle oynamak istediğinde de bunu kadın eliyle yapmaya ya da dolaylı bir şekilde yaptırmaya çalışmıştır. İlimsel -bilimsel- gelişmeler adı altında kadının düşünsel gücünden faydalandığı gibi bu gücü insanlık yararına kullanmaktan çok, insanlığın sonu için kullanmıştır. Dinini, bilimini, ilmini, felsefesini, politikasını hemen hemen her şeyini kadın üzerinden yürüterek, kadını adeta sisteminin maşası haline getiriyor. Hem de öyle bir maşa ki; dokunduğu her şeyi yakıp, bitirebilen bir maşa. Yani geçmişin üretici, yaratıcı gücü kadın, sistemin elinde birden bire yakıcı, yok edici bir güç haline dönüşüyor.
Bu gerçekliği görmek ya da bilmek için öyle çok uzak tarihlere, ülkelere gitmeye gerek yok. Daha birkaç yıl öncesi Türkiye’de insan ölümlerinden zevk alan bir lider, hem de bir kadın lider toplumu yönetiyordu. Ondan bir zaman öncesi de TC’yi yaratmak isteyenler, sözde yeni ülke, toplum dizaynlarına ters düştüğü için toplumsallığın oluşmasında en önemli rolü olan Kürt halkına saldırmıştır. Kürtlerin yok olmaları ve tarihten silinmeleri için Dersim’de bombalar yağdıran da sözde bir kadındı. Sistem bu kişilikleri öyle rastlantı sonucu seçmiyor, gayet bilinçlice yapıyor. Bu şekilde toplumda şu algıyı yaratmaya çalışıyor; kadın yaşamın yaratıcı gücü değil, yok edici gücüdür. Bu şekilde toplumu kadından, kadını toplumdan uzak bir düzeye getirerek insanı kendi öz değerlerinden kadın yoluyla uzaklaştırmaya çalışıyor. Bu en fazla da medya aracılığı ile yapılıyor. Bir yandan kamuoyunun asıl üzerinde durması gereken konular saptırılırken, yani toplumun kendi politikasını yaratmasına engel olunmaya çalışılırken, diğer yandan kadın olgusuna sinsi bir saldırı sergileniyor. Dersim’de onlarca insan Sabiha Gökçe’nin bombardımanı altında can verirken, bu katliamdaki üstün başarısından dolaylı o ayakta alkışlanmıştı. Yine Roboski’de çok değil bir yıl önce onlarca genç can verdi. Bunun sorumlularının açığa çıkarılması gerekilirken, hem katliam meşrulaştırılmakta hem de bu katliamlar alakasız bir biçimde kadınla özdeşleştirilmeye çalışılmaktadır. Böylece sistem hem kendisini meşru kılmakta, hem de kendi günahlarını kadına mal ederek, kadına karşı saldırısını yükseltmektedir. Yani bir taşta iki kuş misali kendisini aklamaya çalışmaktadır. Bu saldırıların hiç birisi tesadüfen olmamıştır. Sistem nerede kendisine karşı gelebilecek aktif bir güç görürse, büyük bir ürküntü ve korku içinde oraya saldırmayı kendisine esas alıyor. Ne garip değil mi? Aynı anda hem toplumu yaratan kadını, hem de toplumun öncü gücü olan Kürt halkını vurmaktadır. Bu kesinlikle bir tesadüf değildir. Bu kadın eksenli demokratik topluma karşı duyulan öfkenin çok net bir biçimde dışa vurulmasıdır.
Dünyanın her yerinde kadınlar, çocuklar, insanlar öldürülmektedir. Kirli bir savaş nerede istenirse orada başlatılmakta, yaşamlar yok edilmektedir. Ama dünyanın hiçbir yerinde Kürdistan topraklarında olduğu kadar acımasız bir savaş yürütülmemiştir. Çünkü Kürdistan’da sistem kendisine karşı gelen basit bir güce karşı savaşmamaktadır. Kürdistan’da kadın şahsında yaşam bulan insanlık hakikatine karşı savaş yürütmektedir. Bu gerçeklik bilindiği için bize karşı yürütülen savaş bu kadar acımasız ve çetindir. Sistem kendisine karşı alternatif yaşamın Kürdistan topraklarında yaşam bulduğunu, bu yaşamın da kadın eliyle yaratıldığını biliyor. Bu yüzden bugün özgürleşen kadın ve özgürleşen Kürdistan sistem için bir tehdit. Kürdistan’da kadın eksenli özgür yaşam yaratılana dek, sistemin korktuğu bu tehdit hep var olmaya devam edecek. Bu savaşta kazanacak olan yalnızca Kürt halkı ve Kürt kadını olmayacak, bu savaşı bir bütün insanlık kazanacak, çünkü bugün erkek egemen sisteme karşı yürütülen savaş, insanlığın yeniden var olma savaşıdır. Kazanan kadın şahsında, kazanan yaşam ve insanlık olacaktır.
Derşin Mirza